Neden Öyküyü Seviyorum? ya da Nebula Sıkıntısı

Bizim evin masalları ve anlatılarıyla büyüdüm ben. Şimdi gürültülü konuşmasam da, günlük bir iletiyi bile uzun uzun anlatır buluyorum kendimi. Annemi, babamı daha iyi anlıyorum.

Kimi aileler vardır, bağıra çağıra konuşmak gelenektir bunlarda. Benim ailem gibi. Tanımayan, bilmeyen, sıradan bir konuşmayı kavga gürültüsü sanabilirdi. Anımsıyorum, bir dostumuzun şımarık küçük kızı bize gelmek istemezmiş. Çocuktan al haberi, söyleyivermiş nedenini biraz sıkıştırınca babasına: “Onlar, sürekli kavga ediyor” demiş. Bazen bu küçük kızla yüzyüze gelince sesleri yumuşardı bizimkilerin. Duyulur duyulmaz vızıltıyla başlar sözcükler, giderek yükselir, yükselir, patlayan müzikler gibi avaz avaz kendi tonunu bulurdu yine cümleler.

Bizim evin bağıra çağıra konuşmasını, gürültücü diğer ailelerden ayıran önemli bir yan vardı. Babam da annem de, ne üzerine konuşurlarsa konuşsunlar –azar ve emirleri saymazsak- masal söyler gibi anlatmayı pek severlerdi. Hele babamın, sözü, dört zamanlı motorların ya da bujilerin çalışma ilkesine getirip, “verin bir kağıt kalem” deyişi, bahçedeysek toprağın üzerine çiviyle çizerek anlatmaya başlaması, ne bunaltıcı şeylerdi. Zamanla, bize bir yanımızı tanıtan o küçük kız gibi biz de büyüdük. Gençliğin o yerinde duramaz, sabırsız, “bırakın bu masalları ya..” bilgiçliğiyle, anne ve babalarımızla dalga geçtiğimiz yaşlara geldik. Annem basit bir komşu dedikodusunu bile anlatırken “Sene, 1972. Biz Tarsus’tayken, sen daha doğmamıştın, rahmetli Gül Hanım Teyze…” diye başlayınca ablamla ben şöyle derdik: “İşte yine başladı, toz ve gaz bulutu vardı…” Annemin, ballandıra ballandıra, betimleyerek, canlandırarak, duygular katarak anlatışlarına dayanamayan bizler için, bir nebula sıkıntısıydı bu.

Bizim evin masalları ve anlatılarıyla büyüdüm ben. Şimdi gürültülü konuşmasam da, günlük bir iletiyi bile uzun uzun anlatır buluyorum kendimi. Annemi, babamı daha iyi anlıyorum. Yoksa kime ne, bakkal Hasan’ın kızı, kocasını bırakıp herifin birine kaçmış.

Neden öyküyü seviyorum? Neden öykü yazıyorum? Sorularına bir yanıt bulmak için başlamıştım bu yazıya. Kitaplara da baktım. “Masallardan günlük olayları anlatmaya geçiş yoluyla oluşan hikaye türü de, Rönesanstan bu yana, özellikle XIX. yüzyıldan beri gelişerek, edebiyatın en yaygın türlerinden biri olmuştur” diyor Cevdet Kudret.

Öykünün bendeki süreci de bu tarihsel dizgeye uygun düşüyor. Masallardan günlük olayların anlatımına. Bizim evin şen şakrak sohbetlerinden anımsadığım, evliya masallarıyla süslenen “bir kıssadan hisse”ydi sözün özü. Bu gün buna tema / izlek diyoruz. Yani anlatıcının iletisi, dinleyenin “hıımm” deyişindeki şaşkınlık. Yaşadıklarımı, gördüklerimi, bilincimden süzerek anlatma kaygısı beni öykü yazmaya iten. Evlerin, sokakların, yaşamın diliyle. Hem bunun için yaşıyor olmak da yeterli. Soluk alıp vermek değil ama, onu bitkiler de yapıyor. Her gün yepyeni görerek dünyayı. Eskilerden bugüne, yeni yerler, yeni insanlar, yeni olaylar tanıma gereksinimi öykü okumadaki beklentim. Bu yüzden gerçekçi öykü yazarlarını örnek alıyorum kendime. Anamdan babamdan ayırmıyorum.

Yoksa kime ne içimdeki nebula sıkıntısından, yeni bir evren yaratmayacaksa bu sıkıntı.

Baha ÇITAKOĞLU

N O T

Bu yazı, Şubat 2010’da İnsancıl Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar