Kaç kuşaktır dövüştük, öldük, mahpus-sürgün yaşadık. İnandık daha güzel günlere, umudun-dan dönenleri kınadık. En çaresiz durumlara, tek başına bırakılmalara rağmen, temel değerlere sıkı sıkı sarılarak; korkunç zulümlerden geçip tesadüfen hayatta kalarak geldik.
Tam altmış üç gün oldu babamızı sonsuzluğa sırlayalı. Evrim basamağımızdan milyonlarca yıl öteye uğurlayalı.
Maddesiz ruh olmaz diye bildiğimiz için onun bizlerdeki yansımalarını sınırlı ömrümüzün bir kenarına daha nakışladık. Önce çocuklarımızda sonra torunlarımızda gittikçe soluklaşacak bir nakış bu. Tıpkı bir gün torunların çocuklarında bizim yansımalarımızın da soluklaşacağı gerçeği gibi. Sonsuz bir evrenin ortasındaki minik bir toz tanesinden daha küçük olan bu soluk mavi leke, koskoca dünyamız, çağlardan beri insanca, hakça, doğa anayla uyumlu bir hayat özlemiyle, sömürücü tahakküm altında geçen ömürlerimizle dolup taştı.
Öyle bir zamana geldik ki artık ne yaşamak ne ölmek ne de kendini feda etmek tek başına bir anlam kazanabiliyor. Hayat, ötekilerle etkileşerek o özlemi, direnci, bilinci taşıyan ve geliştiren yeni nesil ömürler istiyor!
Biz, dünyada ve memlekette kapitalist kültür endüstrisinin ahtapot kollarından kurtaramadığı-mız; insanlık tarihinin değerlerine, kültürüne ve adalet mücadelesine; yani bize gittikçe yabancılaşan oğullarımıza ve kızlarımıza yaşlı gözlerle bakıyoruz! Çare arıyoruz, kendimizce bir çabaya giriyoruz, karınca ya da Serçe misali…
Çoktan kestik umudu, geçmişe saplanıp kalmış, kültürünü, mücadelesini, söylemini geliştirememiş “ağır abi”lerin fraksiyoner karmaşa liderlerinden. Hayat, korkunç acıları içinde o yeni nesil ömürleri doğurmanın sancıları içinde kıvranıyor, uçurumun yanı başında.
Tam altmış üç gün oldu sevgili baba! Bana olan güvenini, hak etmediğim kadar çok övgülerini, umudunu, çalışkanlığını, yaşama sevincini, doğa sevgini, dillere destan dürüstlüğünü, tanrısallaştırdığın “Ali” sevgini, bir de türkülerini unutamam.
“Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel kardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün…”
Geniş nefesin, orta incelikte sesinle çağıra çağıra söylediğin türkülerinin yankısı, komşu köylerden bile duyulurmuş. Düşü gerçeğe, efsaneyi umuda katık eden bir neslin sizlerin çocukları olarak yetiştik. Sevdiğimiz, sevmediğimiz huylarınız; benimsediğimiz, karşı çıktığımız doğrularınız, değerleriniz oldu. Bir feodal kölelikten, bir ücretli köleliğe devrildi sistem.
Kaç kuşaktır dövüştük, öldük, mahpus-sürgün yaşadık. İnandık daha güzel günlere, umudun-dan dönenleri kınadık. En çaresiz durumlara, tek başına bırakılmalara rağmen, temel değerlere sıkı sıkı sarılarak; korkunç zulümlerden geçip tesadüfen hayatta kalarak geldik.
Şimdiyse yapay zekâlı toplumsal baskı sisteminde yeni bir kültürel tahakküm inşa ediyor asalaklar. Ah, yeni bir uçurumun başındayız! Bir dönem verilen eksik-doğru mücadelenin fraksiyoner karmaşa liderlerinden umudu çoktan kestik! Bilimsiz, sanatsız, kültürsüz; eleştirel düşüncenin, gerçek bir eleştiri- özeleştirinin hayat bulamadığı, tarih karşısında sürekli gerileyen örgütlenme biçimlerinin dayatıl-dığı bir mücadelenin insan, zaman ve mevzi kaybından başka bir şey olmadığını apaçık gördük! Hala ajitasyon, yetmezse katı merkeziyetçilik, yetmezse tehdit ve sol içi şiddet; birbiriyle konuşamama, konuşsa bile anlamama hallerine ibretle rastlıyoruz. Bölgesel savaşların Dünya Savaşı riski taşıdığı, uluslararası burjuvazinin yeni bir köleci robotik çağa hazırlandığı bu dönemde öncülük edemeyenler bari engel olmasa!
Oysa hayat yeni nesil ömürleri özlüyor! Bilimle, sanatla, insancıl değerlerle, ilerici insanlık ailesinin binlerce yıldan süzdüğü kültürle iç içe yetişmiş; yaratıcı, üretici, mücadelenin binbir biçimini kullanabilen bir nesil…
Tam altmış üç gün oldu.
– Baba, biz nereden geldik, biz kimdik?
– Oğlum, biz rençberdik.
Kim bilir nerelerden Horasan’a, oradan Lübnan’a, Akdeniz kıyısındaki Lazkiye’ye, Hatay’a, Adana ve Tarsus a savrulduk. Peşimizde hep katliamcı krallar, halifeler, paşalar vardı.
Onca kıyıma, katliama rağmen koruyup geldik Rıza Şehri ütopyamızı. Ütopyamız ki kısacık zaman dilimlerinde hayata geçtiğinde kan dökücü sömürgeci zorbalar kudurur, büyük katliam orduları toplardı.
Seni toprağa, annemizin yanına sırladı çocukların, ben hariç… Ben sürgündeki oğlun, yasaklı-fermanlı oğlun… Dün yine seni ve annemizi ziyarete gitmişler, telefonda anlattılar bana. Toprağınızı düzeltip fidanları sulayıp yeni çiçekler ekip közde bahur yakmışlar.
Bilirim o mezarlarda kalmaz can. Ölen tenimizdir, can devriye halindedir doğa annemizin koynunda. Yeni nesil ömürlerde, en güzel yanlarınla yeşeresin babam.
N O T
Bu yazı, MayaDergi On’da yayınlanmıştır.