Mitlerin Kökeni – Sanatın Doğuşu

Sanatçının günlük dildeki kullanımın dışında sanatsal bir düzen hâlinde verili dilin olanaklarını kullanarak onun üzerine çıkması bir sanat emekçisi olarak eksiltme ya da çıkarmalarla yeni bir dil evreninden kuracağı bağ yeniden bir inşanın ürünü olacaktır.

Mitoloji, bir kültüre ait inanış ritüellerini ve mitlerini kapsayan olağanüstü tanrılar, kahramanlar, yaratıklar ve doğa olaylarını kurguladığı bir düzen içinde sembollerle aktarmaya çalışır. Bir başka deyişle mitler, ilk insanın içinde bulundukları dünyaya ve olgulara karşı başlattığı sorgulamada, sorulara bulduğu yanıtların ya da bulamadıklarının toplamından daha fazla bir gerçekliği ifade eder.

O yüzden tek bir tanımın içine sıkıştırılamayacak kadar geniş ve yoruma açık yapısıyla çeşitli bilim insanları tarafından farklı tanımlamalar yapılmış olması bazı şeylerin eksik kalacağı kaygısındandır. Zaten kolektif bilince ait kültürel anlatıları tek bir kalıbın içinde bütün yönleriyle ortaya koyabilmek, adlandırma yapmak isteyenleri oldukça zorlayacaktır.

Yaratılan kolektif bilince ait semboller mitolojinin temel taşlarındandır. İnsanoğlunun bilinçaltında çeşitli anlamlar yüklediği hayvanların gerçeküstü figürlere dönüşerek bazen insan hayvan karışımı, bazen de farklı hayvanların sentezinden oluşan melez biçimlerde sanat eserlerinde yer edinmeye başlamıştır.

Gücü, asaleti temsil eden semboller özellikle sonraki dönemlerde heykel ve duvar süslemelerinde sıkça kullanılan figürler olmuştur. Sembollerde yırtıcı hayvanların tercih edilmesi insanın bükemediği bileği öpmesi gibi evcilleştiremediği hayvanların özgürlük duygusuyla kendilerini eşitlemiş olmalarından aldığı hazın etkisiyle olsa gerektir.

Yazı dilinin olmadığı zamanlardan yani sözlü dönemden günümüze kadar mitoloji-sanat eserinin karşılıklı etkileşiminden yola çıkarak insanoğlunun inanışları, yasayışları ve kültürel kodları hakkında birçok bilgiye ulaşmamız mümkündür. Bilimsellikten uzaklaşmayan kültürel alana ilişkin sabırla yürütülecek çalışmalar geçmişe ait izleri sürmede işimizi kolaylaştıracaktır. Çalışmalarda izlenecek yol ve yöntemlerin niteliği ve netliği bu konuda daha kolay yol almamızı sağlar.

Bunun için özellikle antropoloji-arkeoloji gibi bilim dallarına ait buluntuların diğer bilim dallarıyla ilişkilendirilerek bütüncül bir şekildeki ele alacak yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Dediğimiz bütüncül yaklaşım sergilenirse envanterdeki bilgilerin yorum ve sentezi kolaylaşacak insanlık tarihindeki kayıp halkaların birbiriyle bağlantıları kurularak bilimsel ilerleme daha hızlı sağlanmış olacaktır.

Bu bağlamda buluntuların ait olduğu toplumların kültürel boyutlarını iyi bir şekilde ortaya koyabilmesi için bir obje ve nesneden ibaret olmadığı daha karmaşık süreçleri çözümlemeye açık multidisipliner yaklaşımlarla ele alınması özellikle mit-sanat ilişkisinin ortaya konması açısından zorunludur.

Ülkemizde birkaç üniversite dışında bahsettiğimiz multidisipliner çalışma sisteminin araştırmalarda, bilimsel bir yaklaşım olarak önemsenmediğini kendi tecrübelerimizden de gayet iyi biliyoruz. Akademinin gelinen son noktadaki etkisiz bırakılmış hâli, başlı başına başka bir araştırmanın konusu olduğu için şimdilik sadece değinmekle kalacağız.

İnsanoğlunun dünyayı yakından uzağa doğru keşfi devam ederken kendi varoluşuyla ile ilgili süreci anlama çabalarının sonucu olarak, bireysel/kolektif deneyimlerle kurguladığı öykülerin ve bunlarla ilişkili figürlerin dolayısıyla da sembollerin toplumların belleğinin en önemli unsurları olan tarih, kültür ve inançlarında yerleşik hâle gelmesi mitlerin toplumsal dokudaki sürekliliğinin etkisiyle olmuştur.

Dünyanın farklı yerlerinde aynı anda gelişen ve yayılan homojen bir kültürden bahsedemeyiz. Ama farklı coğrafyalarda yaratılış gibi konularda insanların ürettiği mitlerin ve figürlerin benzerliği aşikardır. Bu durum hem topluluklar arasındaki kısıtlı olanaklara rağmen gerçekleşen iletişime hem de insan zihninin benzer sorulardan yola çıkarak korkularına ve kaygılarına benzer tepkileri/yanıtları vermiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Mitler, bilinmezlikle iç içe yaşayan insanın, karşılaştığı şeylerden duyduğu korkuları bir nebze olsun hafifletmek, yatıştırmak için normları olan bir düşünce ve ritüeller siteminin ön kabulünden doğmuştur. Bu bağlamda toplumun kültürel kimliğine ilişkin tutum ve inanışları yansıtması bakımından her zaman araştırmacıların sosyolojik çözümlemelerde başvurdukları kaynakların başında gelmiştir.

İnsanın ayakları üzerine dikelip ellerini keşfetmesi buna bağlı olarak alet tasarımı ve kullanımıyla ilk toplumsal organizasyonunu içerecek olan topluluklar hâlinde yaşama düzenine geçilmesi yeryüzünde ayakta kalma mücadelesinin zorluklarını hep birlikte göğüslemeyi gerektirmiş, insanın sosyalleşmesinin dolayısıyla siyasi toplumsallaşmasının önü böylelikle açılmıştır.

Yaşanan iklim değişikliklerine bağlı, çevresel faktörlerdeki olumsuz değişimler, göz önüne alındığında doğanın içinde diğer canlılarla eşit pozisyondayken onlara karşı üstünlük sağlamak dolayısıyla doğayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda çeşitli müdahalelerle yeniden tasarlamak ve bir düzene koymak, insanlaşmanın macerasının en önemli adımlarından sayılabilecek bir olgudur.

İnsanın ilk başta, küçük gruplar hâlinde yaşayarak toplumsallaşması kültürel ve ekonomik örgütlenmenin yarattığı bir gerçekliği ifade ederken yaşanılan bu dönüşüm süreçlerinde insanın yakın çevresinden başlayarak doğayı tanıması ve tanımlaması bilginin de istendik bir şekilde kullanmasını kolaylaştırır.

Yaşama bilgisine sahip olmak için insan zihninin yaparak yaşayarak öğrendikleri şeyleri sınıflandırıp bir düzene koyması bilgiyi de kullanıma sunacak şekilde detaylandırması ve toplumsal belleğe aktarmasıyla olur.

Şimşeğin yakıcılığı, şiddeti karşılaşılan bir mantarın ya da bitkinin zehirli ya da temiz olup olmadığı deneyimleme ve bilginin kullanılabilir hâle getirilmesiyle bağlantılıdır. Bu iş bir ayıklama işinin sonucundaki bir sınıflandırmadır ki binlerce yıllık süreçlere yayılacaktır.

Günümüzden bakınca çok basitmiş gibi görülen olay ve olgulara dayalı gelişmelerin insanlık tarihinde çok geniş zaman dilimlerine adeta iğneyle kuyu kazılarak binlerce yıllık bir çabanın sonucunda gerçekleştiği görülecektir. Bilginin emekleme evresindeyken birikimli bir şekilde ileri yönlü sıçramalı organizasyonu şimdi tahayyül bile edemeyeceğimiz gelecekteki gelişmelerin itici gücüdür.

Kozmosun çetin gerçekleri karşısında, sınırlı bilgiyle gözle görünenin dışındaki bilinmezi bilinir kılma biraz önceki bahsettiğimiz çabanın seyrinin öyle kolay süreçler içermediğini işaret ediyor. Bilinmezin karşısında tutunmak, içgüdüsel olarak korunma ihtiyacının tetiklediği korkuları yenmek için algıların düzeyine bağlı olarak varılan sonuçları sorgulamadan kabullenmeyi ortaya çıkarır.

Şöyle zihnimizin sınırlarını zorlayarak o günkü koşulları bir gözümüzün önüne getirelim, yaşananları elimizden geldiğince canlandırmaya çalışalım: Bir korku filminin platosundaki kurgudan farksız gök olayları, doğa olayları, kısıtlı olanakların dezavantajını hayal dünyasının katkısıyla yeniden yaratılacak mistik güçlerin düzenine teslim olarak güçlenmeyi, zorlukları bertaraf etmeyi gerektirmiş olabilir.

Bu arada konuya ilişkin küçük bir parantez açmak istersek yeryüzü cıngılında kendini yaratma arayışındaki insanın duygu dünyası, birbiriyle iletişimi, yaşadıklarını anlamlandırma çabası soyutlamayı gerektirir. Zamanla büyüyecek olan küçük toplulukların kullandığı kısıtlı dilin gelişimine bağlı olarak yeni kültürel kodların toplumsal ağa yerleşmeye başladığını kısacası mitlerin, efsanelerin ortaya çıkışının da bu gelişimin ilk evrelerine denk geldiğini söylemek mümkün.

Toplumsal belleğin dehlizlerindeki tüm kısıtlılıklara rağmen başlatılacak hamle yaşadıklarını içinde bulunduğu gerçeklik algısıyla tanımlama çabasının zorunlu duraklarını çözümlememiz konusunda araştırmacılara çeşitli ipuçları sunar. Konuya bugünkü kültürel birikimimizle dönüp baktığımızda mit-sanat kavramlarının ortaklaştığı ve ayrıştığı şeyleri yerli yerine oturtturmamızın öyle kolay olmadığı görülecektir. Başlangıçtaki “ilke” gittiğimizde-bu arada ne kadar ilke gidebileceğimiz de tartışılır- karanlık noktaları görünür kılmadaki zorlukları bilirsek toplumsal belleğin bilinmez noktalarındaki gri alanın tespitinde karşılıklarını bulacağımız sorularla bir nebze rahatlamış olarak yolumuza devam etmiş oluruz.

İnsan dünyanın farklı coğrafyalarında yaşam mücadelesi verirken aynı zamanda günlük bilgisiyle çevresindeki olup bitenleri daha önce de bahsettiğimiz gibi sınırlı olanaklarla açıklama ve bir mantık dizgesine oturtmaya çabasına girişmiştir. Tabii bu da mantıklı geldiğinden değil kendi duymak istediği hayal dünyasının ürettiği ve gerçek yerine koyduğu şeylerle bunu gerçekleştirir. Üretilen şeyler her ne olursa olsun günün koşulları göz önüne alındığında kendi içinde tutarlı olacaktır.

İnsanlık tarihindeki ilerlemede yer yer duraksamalar olsa da bilimsel bilginin olmadığı zamanlarda hayal gücünün kullanılarak gerçekleştirilecek bir tanımlama, gerçekliğin çok ötesindeki belleğe ilişkin birçok şeyi barındırır. Dönemin kısıtlı çevresel faktörlerine dayalı kırıntılar düzeyinde bilgisine sahip olduğumuz gerçek, geçmişe dönük akıl yürütme yoluyla ulaşacağımız bilgilerin içeriğini kısıtlar.

Mitlerin ortaya çıkışında, insanın içinde yaşadığı evrenin karmaşasında ait olduğu topluluklarla kolektif bir dayanışmayı sağlamaya çalışırken doğadaki yalnızlığının korkusuyla zorlukların üstesinden gelmek için kendisine dayanak yapacağı güçlü bir varlığı kendi korkularından yaratma ihtiyacı rol oynamış olmalıdır. Korkular, kaygılar olmasaydı hayal dünyasının bilinçaltıyla harmanladığı semboller hayatında bu kadar etkili olmazdı.

İşte bu yüzden animist düşüncenin bir zorunluluğu olarak kendisinden daha güçlü varlıklara, inanma ihtiyacı en yakınından başlayarak yürüyen süreç zaman geçtikçe soyut varlıklara doğru evrilerek inanç sistemini dinleri ve tek tanrılı dinleri mitleriyle birlikte toplumsal hafızaya kazıyacaktır.

Doğaüstü güçlerle iletişime geçmek, aynı zamanda bu güçlerle bütünleşmeyi sağlayacak kurallara bağlı bir ibadetin ritüellerini yaratmayı ve bu ibadeti düzenli hâle getirerek uygulamayı da beraberinde getirir. İlk başlarda avcılık gibi geçim ekonomisinde rakiplerine karşı öne geçmek isteyen insan kendisinden daha güçlü varlıklara, yazgısını bağladığı için büyüden, mistik güçlerden yararlanmak istemiştir.

Bu amaçla mağara duvarlarına yaban hayvanı figürlerini çizip boyarken resim sanatı kaygısıyla hareket etmemiştir elbette. Prehistorik çağlara tarihlenen pek çok mağarada boyalı ve boyasız, yaban öküzü, geyik vb. hayvanlara ait şematik figürlerin resmedilmesi bazılarının boyanması avcılık ritüelleriyle ilgili çalışmaların örnekleridir.

Avının bereketli geçmesi dolayısıyla içinde yer aldığı klanın beslenme sorunun bazı mistik güçlerin desteğini de alarak bereketli bir av etkinliği için düşünülmüştür. Büyünün insanın günlük yaşamdaki ekonomik üretimi içinde önemli bir rol üstlenmeye başlaması yine biraz önce bahsettiğimiz ritüellerin sistematik hâle gelmesiyle alakalıdır. İnancın sistemleşmesi kültürel kodların gelecek kuşaklara sanat vasıtasıyla kesintisiz biçimde aktarılmasıyla mümkün olur.

Transfer işlemi, bellekler arası doğal seyrinde devam edeceğinden ilk çıkış noktasından farklı yönlere de kayışı ifade edebilir. Tüm bu kayma ve sapmalar ilk çıkış hâliyle bağlantısını hiçbir zaman koparmaz, yaşadığı ana ilişkin yeni yaklaşımların izlerini taşır. Ama her hâlükârda eskiyle olan bağını yeninin içinde muhafaza etmeye meyillidir.

Bütün mitler, bilinmezliği çözümleme çabasında yoğunlaşmışken bu çabanın ilk edebi ürünleri ortaya çıkardığını, yani sanatın başlangıcına bizi götürdüğünü daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Mitler sanatın doğuşunda en belirleyici unsurken tarihsel akışta hiç durmaksızın sanatsal yaratıma kaynaklık etmeye devam etmiştir. Büyüden sanata mitlerin anlatım dili, sanatın doğuşuna yol açan estetik bir kurgulama gerektiren “biçim-öz”dür.

Bu alan binlerce yıllık birikimiyle bizlere, kaynak olarak öylesine bir malzeme sunuyor ki insanlığın gelecekteki sanatsal çalışmalarına günümüzdeki gibi olmasa da farklı biçim ve içeriklerle kaynaklık etmeyi sürdürecektir. Mitlerin mayası olan düşsel kurgu aynı zamanda sanatında yararlandığı bir yaratım etkinliğidir.

İnsanlığın yeryüzündeki ilk macerasından itibaren yaşamın sürekliliğini sağlayacak olan toplumsal iş birliğini besleyen kültürel kodların içinde olan mitoloji ve mitin sanata olan katkısı ve kaynak olarak etkisi yadsınamaz. Yunan sanatının ilk dönemlerine baktığımızda mitsel kaynakların tiyatro-heykel-şiir vb. sanat dallarını içerik bakımından beslediğini hatta ayakta tuttuğunu görürüz.

Bildiğimiz gibi, Yunan mitologyası Yunan sanatının yalnızca bir gereç ambarı değil, aynı zamanda temelidir … Bütün mitologya, doğa güçlerini düş gücünün içinde ve düş gücü yoluyla bağımlı kılar, denetler ve biçimlendirir. İşte bu yüzden de insanoğlu, doğa güçlerini gerçekten egemenliği allına aldığında, mitologya ortadan kalkar.

Yunan mitologyası Yunan sanatının önkoşuludur; başka bir deyişle, doga ve toplum olayları halkın düş gücü tarafından bilinçsizce sanatsal bir biçimde özümlenmiştir.” (1 K. Marx, Grundrisse. 1857-58)

Toplumsal düzeni kolaylaştırıcı, insanları topluluk hâlinde birbirine bağlayan kültürel değerleri geleceğe taşıyacak kodların günlük yaşama girdiği görülür. Sanat -mitoloji ilişkisine gelirsek insanın hayal dünyasında kurguladığı hatta kendi varlığını bu kurguya bağladığı şeyler yani mitolojik unsurlar sanatın hem esin kaynağı hem de malzemesi olmuştur. Yunan sanatındaki türlerin gelişmesinde mitolojinin katkısı oldukça büyüktür.

Sanatın çıkış noktasını mitoslar olarak kabul edersek bunun sanat için adeta zorunlu bir durak olduğunu söylemek mübalağa olmaz. Sanatın malzemesi mitostan gerçekliğe geçiş yaparken yine de kaba bir yansıtmacı gerçeklikle değil yine düş, rüya gibi mitosa ait mistik unsurlarla inşa edilmeye devam edilmiştir.

Günümüz sanatında mitosların izlerini fazla zorlanmadan sürebiliriz. Hem kaynaklık bakımından hem de kullanılan malzemenin özelliği bakımından mitosla sanatın gerçeklik bağlamında tam olarak birbirinden kopuşunun gerçekleştiğini öne sürmek, sanatın geçmişten günümüze taşıdığı unsurları görmezden gelmek demek olur.

Sanat, yaratım sürecinde bir dizi karmaşık süreci gerektirir. Duyguların sanatçıyı harekete geçiren bir itki olduğu, üst düzey bir kurgu için kullanılan malzemeye göre sanata işlevsellik kazandıran unsurların yaratım sürecinde bir tasarım gerektirdiğini bilmemiz gerekir.

Bunu edebiyat için özele indirirsek sanatçı içinde yaşadığı topluma ait verili dil üzerinden bir çalışmaya girişir. Bu bağlamda dilin iletişim gücü edebi metinlere yansıtılırken o dile ait inceliklerin ayrıntıların ve vurguların sanatçı tarafından biliniyor olması oluşturulacak metnin soyutlama ve somutlamalarla sanatçının kurgusunu yansıtması beklenir.

Sanatçının günlük dildeki kullanımın dışında sanatsal bir düzen hâlinde verili dilin olanaklarını kullanarak onun üzerine çıkması bir sanat emekçisi olarak eksiltme ya da çıkarmalarla yeni bir dil evreninden kuracağı bağ yeniden bir inşanın ürünü olacaktır.

Şu anda mitoloji geçmişten günümüze kalan hazır ve donmuş bir anlatılar dünyasını malzeme olarak sanatçıya sunar. O yüzden insanlık tarihinin derinliklerinden yoğrulan mitoslar sanat dallarının her biri için olağanüstü bir malzemedir. Bu malzemenin alımlayıcı tarafından biliniyor olması hangi sanat dalı olursa olsun estetik haz ve yorumlamada bir ön okuma sağlayacaktır.

Geçmiş yıllarda oldukça fazla baskı yapmış, çeşitli dillere çevrilerek binlerce insan tarafından okunması kültür endüstrisi tarafından tavsiye edilmiş bir romandan örnek vermek istiyorum. Bu gibi benzer romanlarda, filmlerde Yunan-Roma ve Hristiyan mitolojisine göndermeler sanatçıların bilinçli tercihidir.

Bir zamanlar en çok okunanlar listesinde en üstte yer alan Dan Brown “Da Vinci’nin Şifresi” adlı eserinde Hristiyanlık inancının mitoslarına ilişkin bir kurgulamayla yola çıkar. Romanda İsa’ya atfedilen tanrısallığın gerçekliği yansıtmadığından yola çıkılarak İsa’yı yeryüzüne bir fani olarak indirme çabasına girişir.

Bir dizi semboller üzerinden Hristiyanlık öncesi Pagan kültürüne göndermeler, geçmişle şimdinin arasında gelgitlerle; beş köşeli yıldız- Venüs-kutsal kâse-gül gibi sembollerle olay örgüsü bir dizi yan unsurlarla yeniden kurgulanır.

“Kutsal Geyiğin Ölümü” Yorgos Lanthimos’un yönetmenliğini yaptığı, 2017 yılında çekilmiş günümüzü anlatan bir gerilim filmidir. Yönetmen filminde, Yunan mitolojisindeki Tanrıça Artemis’in kutsal geyiklerinden birinin Agamemnon tarafından öldürülmesiyle başlayan felaketin izini sürer.

Agamemnon kızını kurban etmek üzereyken kızın yerine Tanrıça Artemis tarafından geyiğin konmasıyla sonlanan hikâyeye gönderme niteliğindeki senaryo ve kurgusuyla özgün bir atmosfer oluşturarak seyirciye olayları geçmişle bağlantıları üzerinden semboller yoluyla sunar.

Yukarıda verdiğimiz örnekler edebiyat ve sinema alanına ilişkindi. Bu tür örnekleri her sanat dalına indirgeyerek çoğaltmamız mümkündür. Sanatçıların klasik sanattan modern ve postmodern sanata mitlerin gücünden doğası gereği mistik ögeleri dolaşıma sokması açısından engin bir kaynak olanak olarak değerlendirdiğini görüyoruz.

20. yüzyıla kadar mitleri klasik dönemin olağanüstü mistik öyküleri olarak tanımlayan Batılı bilim insanları yeniden mitolojiye yönelerek mitleri farklı yönleriyle irdelemeye çalışan ekoller oluşturmuş, çeşitli teoriler geliştirilmesi için çalışmalar yürütmüştür. Modernizm bilimsel bilgiyi öncelediğinden mitleri kendi felsefesi içinde sanatsal ürünleri yansımasında yine aynı yolu takip etmiştir.

Postmodernizm mit kavramını insana hizmet eden fonksiyonelliği içinde ele alırken kendinden önce kullanılan mit kavramını diğerlerinden farklı bir şekilde “anlatı” olarak ele alma eğilimindedir. Sanatta modernizmin aksine muğlaklığı, belirsizliği ve mistisizmi öne çıkaran postmodernizm mitleri sanat yapıtlarında bu özellikleriyle kurgusal olanın merkezine koyarak yansıtmaktan kaçınmaz.

Sonuç olarak mitler, efsaneler insanlığın ortaya çıkışından beri hayal dünyasındaki kurguladığı mistik dünyanın gerçeküstü unsurları olarak sanatı etkileye gelmiştir. Mitler böylelikle yaratımın en önemli ögesi olan hayal/hakikat geriliminden doğarak bir forma kavuşmuş ilk sanatsal ürünler olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir.

Sanatla aralarında ilk çağlardan bu zamana karşılıklı etkileşimin aralıksız sürmüş olması insanın yaratıcı güçlerinin sanatsal formlarda estetize edilmesinde derin bir tarihselliğe işaret eder. Sanatçının rolü derin tarihselliği ve devamlılığı yakalayarak sanatına katkı sunacak her şeyi bütünselliği içinde kavrayarak sınıfsal bakış açısıyla yaratım süreçlerine dahil etmenin yollarını yaratmalıdır.

N O T

Bu yazı, MayaDergi On’da yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar