Sanat, mitolojik figürler ve kalıplardan benzetme, kinaye, gönderme yapma ve imgesel düzeyde yararlanmış ve yararlanmaya, anlam kazandırmaya çalıştığı nesneler için araç olarak kullanmayı sürdürür. Fantastik ya da gerçeküstü öğelerin oluşturulmasında da tarih öncesi efsanelerden esinlenme ve benzetmeler, bir adım ötesine geçme hareketi vardır.
İnsanın yabanıl hâli ile bugünkü çok boyutlu dönemi arasındaki farkı her açıdan açımlama ve anlamlandırma çabası hep sürecek gibi… Sanat açısından da süreç bu şekilde işliyor. İçgüdüsellikle baş eden, yani toplumsallaşan, sosyalleşen insana ait temel bir eylem bütünü olmuştur sanat. Bunun toplumsallaşmanın hangi aşamasına karşılık geldiğini tartışıyor ve sanatı nereden başlatmamız gerektiğine dair akılcı bir yaklaşımda karar kılmaya çalışıyoruz. Çünkü şu an insanın erişmiş olduğu olgunluk çağı buna dair her türlü malzemeyi ya da akıl yürütme araçlarını elimize vermiş durumda. Yarın buna daha yenilerinin de eklenebileceği muhtemeldir de.
İnsanın öteki hayvanlardan ayrı olarak insanlaşma sürecinin şu anki yazılı hatta yazılı olmayan tarihinden katbekat daha uzun olduğu tahmin ediliyor. Bulunduğumuz noktadan ilerisini nasıl artı sonsuz olarak imliyorsak, noktanın sıfır başlangıç noktasından öncesini eksi sonsuz şeklinde karanlık bölge olarak tanımlıyoruz. Bilinirlik arttığında geriye doğru uzanan karanlık bölge de hâliyle kısalmaya, zayıflamaya başlıyor. Ve dolayısıyla insan faaliyetine çeşitli boyutlarıyla açıklık getirme, bugün eriştiğimiz sonuçlara bakarak analiz etme olanağımız da gelişiyor.
Homo Habilis’ten Homo Sapiens’e uzanan yolda insanın ön üyeleri üzerine dikilmesi, eline taş alması, aldığı taşı başka bir şekle ya da keski aracına dönüştürerek kullanması kaç yüz bin yılın ya da kaç milyon yılın içinde gerçekleşebilmiştir? Bugün “el” dediğimiz insanın ön üyesi içgüdüsel olmanın dışında kendiliğinden, rastgele işleyen bir organ değildi. Üretim ve ürün sağlama çabası “el”i arka üyelerden bağımsız bir organ hâline getirdi. Doğanın ve onun bir parçası olan canlıların devinimi, yok oluşu ya da evrimi bir yana böylesi bir yabanıl ortamdan sanat dediğimiz, insan düşünce ve iradesinin özel bir faaliyetinin oluşumunu bugünden kesin, köşeli bilgilerle açıklamak yerine onun üretici faaliyetine bağlı olarak neden sonuç ilişkisi bağlamında bir yere oturtmaya çalışmak olguların çelişik bilgi karmaşasından kurtarılması açısından da önemlidir.
Doğru, her şeyin itici gücü emekti; hem var olma savaşı ve bu savaşın bir gereği olarak da olup bitenleri anlama çabası… Anlam kazandırılan şeyler insan için bir sonraki bilinmeyenin kapısını kurcalamaya itiyordu. Ortada yaşanılan coğrafyanın doğal yapısına uyumlu, bitki ve hayvan türünü de içine alan çok çeşitli yaklaşım tarzı ortaya çıkıyordu. Yaratılış, doğum-ölüm, gökcisimleri, gece-gündüz, güneş, mevsimler, sel, denizlerin kabarması, yangın, deprem, hükmedilmesi çok zor ve güçlü hayvanların alt edilmesi, varlıkların sahibi tanrı ve tanrıçalar vs. üzerine geliştirilen ve yakıştırılan uydurma şeylerin (mit) hepsi aynı torbada, günün ruhuna uygun olarak anlam yüklenmiş ucube bir bilinmezlik topağı oluşturuyordu. Olaylar, nesneler, kişiler üzerine yorum ve yakıştırmalar doğru ya da yanlış olmasına bakılmaksızın aslında insanın üretici faaliyeti açısından geldiği nokta dolayısıyla önemliydi. Ki söz konusu önem, insanın kendisinin de topluluk olarak içinde yer aldığı doğaya artık dıştan bakabiliyor oluşundandı. Hatta el gibi dil de emeğin bir ürünü olarak gelişmişti ve bugün mitler, dil sayesinde oluşmuş ve yine dil sayesinde yayılmış ve çoğalmış oluyordu. Doğanın sırrını çözme çabasından kaynaklı olan mitler, dünyaya dıştan bakmayı becermiş insanın sanatı ya da sanatının girift hâli miydi? Kutsallığı olan mitler tanrıların varlığına da kaynaklık ederken sanat için de aynı işleve sahip miydi?
“İlkel toplum sanatı çok geniş ama çok da saf (naiv) tasarımları içermesine karşın, herhangi bir nesnel gerçek şeklinde, doğanın kendi bilgisi değildi, olamazdı da zaten. Salt estetiksel bir faaliyet de değildi, o da olamazdı.” der ve buradan şöyle devam eder: “Çünkü, varlığın estetiksel değerinin bilgisi, daha o zamanlar, insanın değer-yönlendirmesinin öbür doğrultularından henüz ayrılmamıştı. Hiç kuşkusuz sanat, daha ilk anlarından başlayarak, oluşmakta olan estetiksel bilincin bir anlatımı olmaya adım adım yaklaşmıştır, ama, bu doğrudan doğruya, dinsel bilinçle, estetik bilinçle ve yararsallık bilinciyle fiilen iç içe geçmiş bir şekilde olmuştur. Bundan sonra sanat dünyayı gerçekten tanımaya çalışmıştır ama bu dünya, ‘kendinde ve kendisi için’ var olan nesnel gerçeklik olarak değil, özne ile nesne arasındaki karşılıklı canlı ilişkilerin bir dünyası, bir değerler dünyası olarak var olmuştur.” – S.Moissej Kagan
Üretimin çapı ne olursa olsun iş bölümü ve de buna dahil olarak insanın grup hâlinde hareket etmesini gerekli kılıyordu. Olup bitenlere dair mitler ve bunun parçası diyebileceğimiz ritüel, tabu ve totemler de toplulukların ortak kültürüydü. Söz konusu kültür içinde estetik değer oluşumu ve bunun insanlar ya da topluluklar arasında iletimi yine üretim ilişki ve araçlarının gelişimine bağlı oldu. Üretici güç yeteneğinde ve topluğun bir parçası olan insan yine bu ilişkilere bağlı olarak yaratıcı çabaya yönelme yeterliliğine ulaştı. Mitler, belli kalıpları olan donuk bilgiler olarak sanatsal faaliyete evirilen süreci dolaylı olarak etkilese de kendisi sanat ve sanatın çıkış temeli değildi. Felsefeci, yazar ve eleştirmen Cengiz Gündoğdu’nun sanatın olmazsa olmaz estetik özelliğine dair dilimize pelesenk olan şu sözleri bunu basit yolla iyi ifade etmeye yeter gibidir: “İnsan soyunun dört alanda büyük kalkışması vardır: Taşı yontması Pratik Kalkışması’dır. Attığı taşın nasıl olup da düştüğünü bulması Bilimsel Kalkışması’dır. Yonttuğu taşın sapına gül yapması Estetik Kalkışması’dır. Yaşamın anlamını araması Felsefi Kalkışmasıdır.” Estetik bilinç burada taşın sapına “gül yapması”yla sembolize edilmiştir. Gül yerine yıldız, başak veya benzeri başka bir motif de yapabilirdi. Sonuçta gülün sapında bir incelik, süjenin oluşturduğu estetik bir obje vardır. Yani sanatsal bir adım, estetik bir değer söz konusudur orada. Ama tüm bu kalkışma aşamaları arasında kesin olarak ölçemeyeceğimiz denli bir zaman diliminin olduğunu da gözden kaçırmamalı.
Mitler doğada olanları donuk ve kutsallık atfederek anlama yaklaşımında olmasına karşın sanatın rolü ve yaklaşımı bunun ve bilgi edinmenin ötesinde bir şey; bir değer bildirimi taşıyor olmasını iyi ayırt etmek gerekir. “Eğer sanat nesnel gerçekliği bilmenin şekli ve tarzı olarak ortaya çıkmışsa, o zaman niçin bilimin sanatı bugüne kadar içinde eritmemiş olduğu sorusu açıkta kalır, çünkü hiç kuşkusuz gerçeklik bilgisini edinmenin çok daha etkin şeklini ve tarzını bilimin kendisi ortaya koyar.”
Yine de ne olursa olsun mitleri, mitlerde yer alan unsurları bir sanat faaliyeti saymasak bile asırları aşarak bugün günlük hayatımıza kavram ve motifleriyle yer etmiş her coğrafya ve her milletten çok çok sayıda mitlerin [Zahhak, Simurg, Pari (peri), Şahmaran, Demirci Kawa, Kaf Dağı, Elburz, Ahura Mazda, Minerva, Hades, Demeter, Prometheus, Poseidon, Zeus vs.] sanat biçimleri içindeki yerini yok sayamayız. Yazının ortaya çıkışı ve yayılması da diğer insan buluş ve faaliyetleri gibi uzun bir sürece karşılık geliyordu. Çağdaş anlamda yazılı metin hâline geçmeyi başaran ilk mitin M.Ö. 850 yıllarında Homeros tarafından yazılan İlyada ve Odessa olduğu bilinir. Mitler üzerine yapılan çalışmalar ise mitoloji olarak adlandırılmaktadır. Ve 2500 yılı aşkın olarak da mitoloji ve mitolojide yer alan unsurlara yönelik ilgi, çalışma ve tartışmalar devam etmektir.
Yunan sahasında olanlardan çok daha öncesinde ise Sümerlerin Gılgamış Destanı’nı çivi yazısı ile kil tabletlere geçirdiği anlaşılmıştır. Kil tabletler aracılığıyla doğadaki gelişmelere yön veren belli başlı tanrı ve tanrıçaların bilgisini de edinmiş oluruz. Mısır uygarlığının mitolojik kaynağı da papirüs tabakalarına kaydedilmiş Ölüler Kitabı’ndadır.
Sanat, mitolojik figürler ve kalıplardan benzetme, kinaye, gönderme yapma ve imgesel düzeyde yararlanmış ve yararlanmaya, anlam kazandırmaya çalıştığı nesneler için araç olarak kullanmayı sürdürür. Fantastik ya da gerçeküstü öğelerin oluşturulmasında da tarih öncesi efsanelerden esinlenme ve benzetmeler, bir adım ötesine geçme hareketi vardır.
Destanlar, hikâyeler, masallar eğer aşabiliyorsa farklı coğrafyalar ve farklı insan toplulukları arasında nesilden nesile sözlü olarak aktarılarak ilerliyordu. Farklı coğrafi koşullarda yaşayan insanların yaradılışa, ölüm olayına, güneşe, gökyüzü ve gökyüzü olaylarına, kurtuluş ve kahramanlık hâllerine dair mitleri, söylence ve destanları da birbirinden farklı oldu. Farklı coğrafyalarda farklı inanışlar farklı mitler ortaya çıkmıştır denmesinin karşılığı da kaynaklarının kendisindedir. Hindistan topraklarında da Ramayana kitabı Hintlilerin mitolojisinin önemli kaynağıdır. Zerdüşt inancının kutsal kaynağı addedilen Avesta da güçlü mitolojik ögeler içerir. Binbir Gece Masalları’na, kahramanlık hikâyelerine, insanın kurtuluş düşlerine esin kaynağı olan mitolojik söylence ve yazılı metinleri yerli halkların kültürüyle kök saldığı Amerika kıtasından, Avrupa’nın, Afrika’nın yaşamın en çetin olduğu uç noktalarından her yerde coğrafyanın karakterine uygun biçimde ortaya çıkmıştır.
Toplulukların birbirini etkileyen iletişim ve ilişkileri geliştikçe söylenceleri de kimi noktada iç içe geçerek aynı kökten birbirine yakın denilebilecek söylencelere yol açtı. Bunun bariz örneği Önasya ve Kafkasya eteklerinde yaşayan (Kürt, Türkmen, Azeri, Farsi,) toplulukların Newroz/Navruz, Nooruz destanına yükledikleri anlamda görmek mümkündür. Bir başka efsane olan Nuh Tufanı’ na ilişkin farklı coğrafya ya da dini inançlar arasındaki farklı yorumları da bu örneğe ekleyebiliriz.
Mitlerin, efsane ve destanların yazıya geçirilmesi söylencelere dair eklentilerin önünü kesse de bu sefer onların yazılı edebiyata (şiir, hikâye ve romanda) yansımasıyla sanatın bir aracı olarak sürdürmeyi sağlamışlardır. Bunu en yakınımızda ve yakın tarihimizde Divan Edebiyatı şiirinde görebiliriz. Divan şiiri gazel ve kaside başta olmak üzere diğer şiir biçimlerinde mitolojik ve dinsel kalıplaşmış söz varlıklarının (cam-i cem, camasp, asumân, muğ, şebdiz, yeldâ, efrâsiyâb, cemşid, hızır, nemrud, keyhüsrev…vs.) kullanımı çok yaygındır. Hatta kullanılan kimi kalıpların bir söylenceye dayandığı bilgisine de mısralar aracılığıyla ulaşmış oluruz. Aynı motifler olmasa da halk edebiyatının sözlü ve yazılı türlerinde aşk ve kahramanlık efsanelerinin iyiden iyiye bir yeri vardır.
Batı’da 19.yüzyılda edebiyatta ortaya çıkan romantizm akımı, insanın en derin yaratıcı potansiyelinin yansıması olarak gördüğü mitolojiden yakından etkilenmiştir. Ancak bundan yüzyıllar önce Rönesans hareketi ile birlikte Antik-Yunan’a yönelik bir yakınlaşmayla birlikte mitolojik unsurlar sanatçıların daha çok ilgisini çekmeye, hatta mitoloji birçok sanatçı için ilham kaynağı (Dante, Boccacio, Petrarch) olmaya dahi başlamıştır. Romantik dönemin şair, ressam ve oyun yazarları için ise mitoloji gerçekçi bir bilgi kaynağı olarak değil, günümüzdeki gibi sanatın birçok türleri arasında olduğu gibi sembolik değerler olarak yer edinmiştir.
Genel olarak eski çağlar için millet ya da ulus demesek de birbiriyle kan bağı oluşturan toplulukların zor bir andan kurtuluşunu ya da yeniden doğuşunu içeren efsaneler (Örn: Türklerde Türeyiş Destanı, Oğuz Kağan; Kürtlerde dağa çıkarak isyan ateşini yakan Demirci Kawa’nın isyanı gibi) mitlerde yer edinmiş canlı cansız unsurlar sanat olarak sadece edebiyatta değil hem geçmiş ve hem de çağımızın mimari, resim ve yontusunda da kendini gösterir. Sahne oyunlarında günlük hayata dair kimi gerçeklerin mitolojik kahramanlar üzerinden tasarlanıp sahnelendiği görülür.
Sanatın mitlerden etkileşimi noktasında son olarak şunu söylemek gerekir: “Sanat insanoğlunca ‘bulunmuştur’ ve kendi tarihi boyunca hep daha ileriye doğru götürülerek yetkinleştirilmiştir. Çünkü dünyanın özümlenişinde ancak böyle bir bildirim sanatta oluşturulabilir; çünkü sanat bu manevi içeriği genelleştirir, çağdaşlarının ve daha sonrakilerinin manevi iyiliği hâline getirir. Demek ki sanatın kökenleri araştırılırken şu soruya bir yanıt bulunmalıdır: İnsan toplumunda böyle bir bildirime niçin ve ne zaman bir gereksinim duyulmuştur ve bu gereksinimi karşılama yeteneğini insan nereden almıştır?”
N O T
Bu yazı, MayaDergi’nin onuncu sayısında yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.