Sanat, dünyayı, yaşamı, geleceği anlamlı kılma uğraşısıdır. Ütopyada ise var olanı değiştirme karşı bir dünya kurma düşüncesi ön plandadır. Bir sanatçı usunda kurguladığı hayali ile yaşanılan dünya arasında ilişki kurarken ütopyacı yanını öne çıkarmak zorundadır.
Çocukluk günlerinden söz ederken pek çok kez ebeveynlerimizin özellikle uzun kış gecelerinde bize masal anlattıklarını söylemişizdir. Günümüz çocuklarıyla kendi çocukluğumuzu kıyaslamak amacıyla kurduğumuz bu tümcenin kökeninin mitlere dayandığının farkında olmadan yıllarca kullanıp duruyoruz. Anlatılandan aldığımız haz, özellikle masalları dinlerken usumuzdan geçen ve gerçek yaşamda görmediğimiz, gerçekte de olamayan varlıklar zihin dünyamızı bir süreliğine ele geçirirlerdi. Kaf dağının ardına gider, yedi başlı, ağzından ateşler püskürten ejderhaları görür ve o devasa varlığı, keskin kılıcıyla yenen kahramanla özdeşleşirdik. Böylece bir yanıyla hayal dünyamızın gelişirken diğer yandan devler, ejderhalar, cinler perilerle karşılaşma olasılığı büyük bir korku nedeni olarak günlük yaşamda korkularımızı besleyerek bizi dar alana sıkıştırırdı.
Mit, genel anlamda kökeni bilinmeyen fakat toplumları yaşamı içinde yaşandığı varsayılan çoğu kez dini inançla ilişkilendirilen anlatılara dayanmaktadır. Mitolojik anlatılar diyeceğimiz bu türler yüzyıllar boyu sözlü anlatımlara konu olmuştur. Sonradan da yazılı hale getirilerek kalıcılaştırılan masallar, peri masalları, efsaneler, halk hikâyeleri dini menkıbeler birer mit örnekleridir. Benzer anlatılara farklı topluluklarda rastlamak olasıdır. Özcesi bu benzerlikler farklılık gösterse de mitlerin insanlığın ortak malı olduklarının da göstergesidir. Daha çok batıda yaygın olan fabllar bir tür mittir. Asya’nın pek çok ülkesinde anlatılan başta “Binbir Gece Masalları” olmak üzere bitmek tükenmek bilmeyen uzun anlatıların kökeni de mitlere dayanmaktadır. Bu anlatılar dinleyenlerin zihinlerinde olayların canlandırılmasına sebep olur; zihin diyardan diyara gezintiye çıkar. Kısmen yaşanmış olaylardan esinlenerek olağanüstülük katılarak üretilmiş mitlerin pek çoğu bir süre sonra sanatsal üretimlere katkı sunan araç haline gelmiştir.
Albert Camus göre “Mitler, hayal gücü onları canlı tutsun diye vardır.” Buradan yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sanatın üretilebilmesinin temelinde mitler, dolaysıyla canlı tutulan hayal gücü vardır. Hayal dünyanız ne kadar gelişmişse sanatsal üretiminiz de o kadar gelişkin olur. Hayal, insan beyninin kâğıt üzerine çizimi / tuvale boyayı aktarmadan, kâğıda yazıyı yazmadan, nesneye şekil vermeden ya da doğaya müdahalede bulunmadan önce tasarıyı zihninde gerçekleştirmesidir. Gerekli koşulları oluşturduktan sonra da bunu yaşama geçirmektir. İnsanlığın altı bin yıllık yazılı tarihi geçmişinin önemli bir kısmı sözlü anlatımlarla günümüze gelmiştir. Özellikle yazının kullanılmaya başlamasından sonraki ilk 4000 yıllık döneme ait çok fazla yazılı kaynak elimizde bulunmamaktadır. Bu dönemle ilgili bilgilerimiz daha çok arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulardan sağlanmaktadır. Büyük bir mit olan dini anlatıların temelinde Sümer anlatılarının yatmakta olduğunu biliyoruz. Bu anlatılardan günümüz dünyasına egemen olan dinlerin (kitaplı üç din) ana referans kaynakları olan kitaplar (biri diğerinin ardılı ve geliştirilmiş hali olarak) ortaya çıkmıştır. İnanıp inanmamayı konunun dışında tutarak bu kitapların çağının önemli yazılı sanat ve düşünce eserleri olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Hıristiyanlık inancına sahip sanatçılar ciddi sanatsal üretimlerini dini mitlere dayanarak üretmişlerdir. İsa ve havarileri sanatsal üretimin temel kaynakları halini almışlardır.
Dini mitlere dayanan bu eserlerin başlangıç tarihi tam olarak belli olmamakla beraber Hıristiyanlığın yasak olduğu 1. yüzyılda başladığı düşünülmektedir. Buradan mitin aynı zamanda yasaklanmış düşüncelerin savunulmasında, yayılmasında ya da sanatsal esere dönmesinde ciddi rol oynadığını söyleyebiliriz. Günümüze ulaşabilen az sayıda erken dönem Hıristiyanlığa ait eserlerin 2. ve 5. yüzyıllara ait olduğu bilinmektedir. Bu eserlerde Eski ve Yeni Ahit’ten sahneler tasvir edilmektedir. Dini mabetlerin duvarlarını süsleyen tasvirler, ibadet mekanlarının planlanması ve yapımı, heykellerin bir kısmının üretim dayanağını dini anlatılar oluşturmaktadır. Mitsel düşünceyle başlayan tanıtım ve propaganda amaçlı sanatsal üretim bir süre sonra bugünkü Hıristiyan Avrupa ülkelerinin güzel sanatlar alanında lider ülkeler olmasını sağlamıştır. Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosu buna iyi bir örnektir.
İslam dünyasında ‘düşünmek, şüphe etmek, soru sormak, merak etmek’ yasak olduğundan sanatsal bir gelişmeden söz etmek pek mümkün değildir. İslam inancının sanatla, bilimle olan ilişkisini (hat ve süsleme sanatını azade tutarak) en iyi Mısır’daki İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması olayı açıklamaktadır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki insanın ürettiği temel sanat eseri kullandığı ilk alettir. Alet üretmek günümüzde makineleşme sayesinde çok kolay görünse de biraz gerilere gittiğimizde üretimin beyin gücü yanında fiziksel güçle gerçekleştiğini hepimiz biliyoruz. Mısır Piramitleri, Göbeklitepe, İnka, Aztek şehirleri gibi onlarca anıt önemli birer sanat eserleridir. Bunların yapılış amaçları günümüzde tam olarak açıklanamamış olsa da dönemlerinin ütopik eserleri diye adlandırmak mümkündür. Homo Habilis (“becerikli insan”) alet yapma becerisiyle bilinir ve genellikle insanlığın en eski Homo atası olduğu düşünülür. Geleneksel olarak doğrudan Homo Erectus’a evrimleştiği kabul edilir. “Kenya’daki Turkana Gölü kıyısında, 2021’de ortaya çıkarılan ve 1,5 milyon yıl öncesine tarihlenen ayak izleri, Homo Erectus ile Paranthropus boisei’nin aynı yerde ve zamanda yaşadığını gösterdi.” (30.11.2024 basından) Bu haberle tümcelerimizi aralarsak insan, en az bir buçuk milyon yıldır sanatsal üretim içindedir diyebiliriz.
Günlük hayattaki konuşmalarda bazen birilerinin “adamın / kadının çok ütopik görüşleri var” dediğine tanık olmuşuzdur. Aslında bu söylem ile yeni bir şeyle, düşünceyle karşılaşma korkusunun bilinçaltındaki bastırılmışlığın dışa yansımasını görürüz. Oysa, o ütopik denilen aykırı düşünceler olmasaydı muhtemelen insanlığın bugün sanattan teknolojiye, sağlıktan mimariye geliştirdiği üretimin belki de hiçbiri olmayacaktı. Ütopyalar, var olanı bir balyoz öfkesiyle parçalayıp yerine yenisini koyma amacındadır. Mevcut durumu değiştirmenin yolu ona eleştirel bakmaktan geçer. Bu kesintisiz bir süreç işidir.
“İnsanlar var olduklarından beri doğayla ve diğer insanlarla bir armoni içinde yaşayacakları bir gelecek arzulamış ve ideal toplumlar, devletler, sistemler, mitler, dinler düşlemişlerdir. Rönesans’la birlikte insanın aklını kullanarak kendi geleceğini inşa edebileceğine dair bir güven atmosferi oluşmaya başlamıştır. Yeni coğrafyaların keşfi ve Rönesans’ın oluşturmaya başladığı yeni bilgi rejimi, insanın evreni dönüştürebileceği düşüncesini de doğurmuştur. Coğrafi keşiflerle birlikte ötekiyle karşılaşmaların çoğalması, farklı kültürlerin olabilirliğinin bilgisi, toplumsal varoluşa dair eleştirel bakışa da ivme kazandırmıştır. Skolastik düşüncenin dogmatik şekilde tanımlanmış dünyasından insan aklının merkezinde olduğu, sürekli değişim içinde bulunan, tamamlanmamış, keşfedilmeye açık ve insan aklıyla dönüşebilecek bir dünyaya geçiş süreci yaşanmıştır. Bu tamamlanmamış, değiştirilebilir ve yetkinleştirilebilir olan dünya ise insanda daha iyi bir yaşam arzusu ve umuduyla ideale dair düşlere dönüşerek ütopya için de bir alan oluşturmuştur.
Ütopyaya ait özellikler insanlık tarihinde ilk olarak mitlerde ortaya çıkmış olsa da ütopya kavramını ilk kullanan ve türe adını veren kişi Thomas More’dir. 1516 yılında yazmış olduğu kitabında kurgusal bir adada bulunan ideal bir kent devletini ve siyasi sistemi tarif ederek eserine kendi türettiği bir kavram olan “Ütopya” adını vermiştir. More ütopya kavramını bir neolojizm (türenti) olarak oluşturmuştur. Neolojizmini oluştururken iki Yunanca sözcüğe başvurmuştur.” Değil/ olmayan anlamını taşıyan ve “u” sesine indirgenen “ouk” ile “yer” anlamına gelen “topos” sözcüklerine, yer bildiren “ia” son ekini ekledi. Dolayısıyla etimolojik açıdan ütopya, olumlama ve olumsuzlamayı bir paradoks olarak aynı anda içeren, aslında yer olmayan bir yer, var olmayan fantezi bir yerdir. (Claeys, 2018: 5).
Yukarıda ütopya kavramını kullanan ilk kişinin Thomas More olarak literatürde yer aldığını söylemiştik. More’nin ütopyasını Campenella’nin “Güneş Ülkesi (1602)” ve Francis Bacon’un “Yeni Atlantis”i (1627) izler. Peki, adlandırılmasa da daha önceden bu kavram yok muydu? Elbette ki vardı. Bütün ütopyalar bir Altın Çağ, bir Arcadia, bir komünal toplum tasavvur ederler. İlk ütopyanın MÖ.1640 yılında Mısır’da yazılan “Kutsal Yılanlar” olduğu var sayılsa da kimi ütopya tarihçilerine göre bir tür olarak ütopyanın başlangıcı Platon’un “Devlet” kitabıdır. Ütopya edebiyatının en verimli olduğu dönemler antik ve modern çağlardır. 1789 Fransız Devrimi sonrası toplumda ütopyaların gerçekleşebileceği umudu uyanmaya başlamıştır. Devrim sonrasında toplumsal ütopyaların gerçekleşmeye en yaklaştığı zaman ise 1830 ve 1850 yılları arasındaki ütopyaların (Saint – Simon, Fourier) hayat ve sanatı kavuşturma hedeflerinin etkin olduğu devrimci dönemdir (Artun, 2011).
Uzun yıllar önce okuduğum Jack London’un “Adem’den Önce” adlı kitabından anımsadığım bir olayı buraya aktarmak isterim. Zayıf ve güçsüz olan insan, kendisiyle aynı bölgede yaşayan ve sürekli saldırılarına maruz kaldıkları insansı bir türün güçlü bireyinden kaçar. Birey kıyısında yaşadıkları göle vardığında kaçacağı yer kalmamıştır. O sırada hemen kıyıda suda yüzmekte olan koca bir ağaç kütüğünü görür. Can havliyle kütüğün üstüne atlar ve kütük kıyıdan derine doğru sürüklenir. Su derinleştiğinden saldırgan ilerleyemez. O zaman saldırgandan kurtulduğunu fark eder. Böylece kişi su üzerinde bir ağaca binerek karşı kıyıya geçmeyi öğrenir. Bir süre sonra buradaki insanlar su üstünde yüzen ağaçlarla gölün karşı tarafına geçerek kendileri için yeni ve güvenli bir yaşam alanı oluştururlar. Bu düşüncenin sanata, edebiyata ütopik yansımasıdır. Kitap herhangi bir siyasi mesaj vermiyor görünse da esasında ilk insan ve altı günde yaratılma mitinin reddidir. Yazar toplumlara dayatılan tek atadan türeme düşüncesini gayet sanatsal bir üslupla reddetmektedir. Biliyoruz ki eleştiri mevcut durumu değiştirmenin bir aracıdır.
Ütopya geleceğe dair istikrarlı bir düzen kurma ve bunu koruma arayışıdır. Her siyasal düşüncenin aynı zamanda bir ütopyası vardır. Özellikle 1968 hareketinden sonra yakın zamanda gerçekleşeceği düşünülen sosyalist devrimi ve kurulacak yeni düzeni beklenilen güzel günleri anlatan, var olanı eleştiren sinema, müzik, tiyatro ve edebiyat alanında çok sayıda sanatsal eser üretilmiştir. Günümüzde bizlerin sınırsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurma hayalimiz varken, başka birilerinin cennette yetmiş iki huriye ulaşma gibi sadece cinsel tatminsizliklerini kurtarma hayalleri var. Kapitalist sömürü düzeninin sürdürücülerinin ise işçi sınıfının kendisine tamamen yabancılaşarak sermayenin hizmetinde sadık birer köle olarak yaşaması ütopyası var. Bunun dışında mutlaka ki çok daha farklı düşüncelerin gerçekleşmesi için mücadele eden insanlar da vardır.
Ütopyası olmayan insanın sanat üretmesi olanaklı değildir. Toplum yararına üretilen sanat eleştirel olmak zorundadır. Sanat düşünüleni, hayal edileni yaşama kazandırırken, var olan toplumsal düzeni eleştirir. Yüzyıllardır yaşanan haksızlıklara, adaletsizliklere, savaşlara karşı sanat bir direnme, karşı koyma aracı işlevini görmüştür. Neruda’yı, İspanyol direnişçileri yanında dizeleriyle savaşan biri olarak tanımlar Rafael Alberti. “Sanat, düşmana karşı savunucu ve saldırıcı bir savaş aracıdır.” diyen Picasso, Guernica’sıyla Alman faşizmine karşı durur. Sanatçı yaşadığı çağın, içinde bulunduğu toplumun, bölgesinin halkının ve tüm dünya halklarının sorunlarının tanığı olmak zorundadır. Sanatçı kimliğinden dolayı da yaşananlar karşısında taraf olmak zorundadır. Tam da bu noktada kişinin bir iddiaya sahip olması gerekiyor. Kendisi ve içinde bulunduğu toplum için bir gelecek tahayyülü olmayan, var olana karşı ses çıkarmayan kişilerin toplumcu sanatsal üretim içinde olmaları beklenemez. Filistinli siyasi karikatürist Naci El–Ali’nin ünlü çizgi karakteri Hanzala bir ütopyanın eseridir. 1969’da çizilen bu karikatür Filistin kimliğini ve muhalefetinin ikonik bir temsili olmaya devam etmektedir. Karakterin savaşı, direnişi ve Filistin kimliğini benzersiz bir açıklıkla temsil ettiği kabul edilmiştir. On yaşında olan ve büyümeyen Hanzala ülkesine arkasını dönerek terk eder. Ancak özgür Filistin devleti kurulduğunda ülkesine dönecek ve büyümeye devam edecektir. Bu bir özürlük ütopyasının çizgiyle yani sanatla en güçlü şekilde anlatılmasıdır.
Günümüzde çok sayıda örneğiyle karşılaştığımız gibi sadece kendilerini var etme adına bir şeyler yazıp çizen insanların sanat yaptığını söylemek olası değildir. Bir sanatçının değiştirmek, dönüştürmek ve eskinin yerine yenisini koymak gibi gelecek düşüncesi yoksa var olanı tekrar etmekten öteye gidemez. Haksızlık yapmamak adına az da olsa şiirde, romanda, resimde, tiyatroda yarını kurma mücadelesinden vazgeçmeyen insanlar mevcuttur. Ne yazık ki günümüz dünyası özellikle 19. ve 20. Yüzyıllarda yaşamış Gorki, Gogol, Puşkin, Nazım Hikmet, Vaptsarov, Picasso, Bertolt Brecht ve daha nice sanatçıdan mahrumdur.
“Konsrüktüvizm akımının en önemli sanatçılarından biri olan Vlademir Tatlin Sovyet Devriminin ve komünizmin simgesi olacağını düşündüğü ‘III. Enternasyonal Anıtı’ adlı ahşap maketi hem sanatçının komünizme olan inancını hem de resim, heykel ve mimarinin ütopik bir ifadesidir.” ( Antmen 2010 :102) 396,5 metre yüksekliğinde olması planlanan içinde kaffelerin, konferans ve sergi salonlarını olacağı cam ve çelik konstrüksiyondan oluşan bu anıt, sanatçı için bir ütopyadan ibaret kalmıştır. O dönem bu anıtın ahşaptan altı buçuk metrelik bir maketi yapılabilmiştir. Dahası 1919-1921 yıllarında ütopik eser olarak değerlendirilen ve gerçekleştirilmesi olanaksız olduğu söylenilen bu sanat eseri, günümüz teknolojisi ile rahatlıkla gerçekleştirmek mümkündür. Çünkü Dubai’deki Burj Khalifa kulesi 828 metre yüksekliği ve 160 katı ile Tatlin’in ütopik ve gerçekleştirilemez denilen anıtından katbekat daha yüksektir. Bu örnekten yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ütopyaların gerçekleşmesinde geleceğin nasıl kurulacağı belirleyici olacaktır.
Sanat, yeni bir dünya ve yaşamı algılama eylemi olarak sanatçının yaşadığı gerçekliği ve bu gerçekliği sanata dönüştürme ile ütopik bir bilinci içinde saklamaktadır. Aslında sanatçı kendi ütopyasının izini sürer, düşünce ve yaratım biçimi ise ütopyanın kendisidir. Kandinsky’nin deyimiyle “… Dün ütopik olan bugün gerçek haline gelir.” (Şen, 2006;44)
Sanat, dünyayı, yaşamı, geleceği anlamlı kılma uğraşısıdır. Ütopyada ise var olanı değiştirme karşı bir dünya kurma düşüncesi ön plandadır. Bir sanatçı usunda kurguladığı hayali ile yaşanılan dünya arasında ilişki kurarken ütopyacı yanını öne çıkarmak zorundadır. Çünkü yeniyi yaratmak, üretmek, değiştirmek ve dönüştürmek amacıyla yola çıkan sanatçı özgür ve özgün fikirlerle yol almak zorundadır. Düş kuramayan sanat üretemez. Sormayan sorgulamayan kişinin sanat diye ortaya koyduğu üretimler mutlaka eleştirilir, sorgulanır. Dönemlik olan bu tür şeyler yarına kalmaz. Dönemleriyle beraber yok olup giderler.
Sanatçı geçmişi ve günümüzde yaşananı sorgulayıp eleştirirken yenilikçi, kişisel ve deneysel yani avangart olmak zorundadır. Sanatçı olan kişi, yaşadığı çağı, tanıklığını sanatsal esere dönüştürmekle yükümlüdür. Son söz olarak ütopya sanatın can suyudur, o yoksa sanatta yoktur.
N O T L A R
Bu yazı, MayaDergi On’da yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.
(1) Ertung Batu, Bengü. “Sanat ve Ütopya” idil, 64 (2019 Aralık): s. 1625-1632. doi: 10.7816/idil-08-64-02
Eline, diline sağlık Turan Fırat…