Roman geleneğimiz içinde meta fetişizmini irdeleyen tek romandır “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”. (…) Şimdiye kadarki romanlar, insanla insan arasındaki ilişkiyi ve insanla toplum arasındaki ilişkiyi irdelemiştir. Bu roman ise insanlarla metalar veya nesneler arasındaki ilişkiyi çözümleyen bir roman. Böylece eser, gerçekçi edebiyat alanında farklı bir anlayışın yolunu açmıştır.
Bu yazımda Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanını değerlendirmeye çalışacağım. Romana baktığımızda kısa bir roman gibi görünse de (iki yüz sayfa kadar) yine de bu kısa yapısına rağmen yoğunlaştırılmış bir roman.
Bu yoğunluğu ortaya çıkaran olgu ise yazarın her olguya dair geniş bir sorgulama metodunu kullanmasıdır. Her tip veya karakterin özellikle seçilmesindeki amaç, insan ve ülke gerçekliğine bütünlüklü bakmanın yolunu açmaktır.
Sevgi Soysal, romanının merkezine geniş bir eleştirel bakış koyuyor. Toplumsal olay ve olgulara eleştirel bakmak onun önemli bir yöntemidir. Aslında bu eleştirel yöntem Walter Benjamin’in dediği gibi diplerdeki gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Toplumsal olay ve olgular Sevgi Soysal’ın yöntemiyle eski, kuru ve cansız roman geleneğinin dışına çıkarak yeni romanın temel özelliklerine dönüşüyor. Fakat bu yöntem ne yazık ki şimdiye kadar es geçilmiş veya görülmemiş, üzerinde az tartışılmış bir yöntemdir. Bu roman geleneğinin bir yanını, gerçekçi edebiyatı yeniden üretmek için yapılan çaba olarak görmek lazım. Fakat bu çaba şimdiye kadar anlaşılmış değildir.
Eski roman geleneği; belirli statükoları olan ve bunların dışına çıkmayan, oluşturduğu belirli ilkelerle romanın durağan olmasını sağlayan bir roman geleneğiydi. Aynı eleştiriyi Soysal’a söylememize imkân yok. Bilakis “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanının merkez alacağı belirli bir statükosu yok. Bu yüzden roman, eski roman geleneğine dair içinde yoğun bir eleştiri taşıdığı gibi yeni romanın öncüllerini de içinde taşıyor.
Bu konuda sadece bunu belirtmek yeterli değildir. Neden yazar böyle bir roman denemesine girişmiş, bunun üzerine düşünmek gerçekten önemli ve yararlı bence. Yazarın 68’le ortaya çıkan enerjiyle aynı denkleme denk düşen romanında ortaya yeni bir bakış açısı koyduğunu söylememiz lazım. Nasıl ki 68 hareketi ülkede var olan gerçekliğe korkunç bir enerjiyle karşı çıkarken onları bağlayan bir statükodan bahsetmemize imkân yoktu, aynı durumu bu romana dair de söyleyebiliriz.
68 solunun temel özelliklerinden biri; düşlerini, tutkularını merkeze alması ve dünyayı o an hemen değiştirmek isteyen bir sol olmasıdır. Günümüz solu veya 68 öncesi solun temel özelliği ise düşlerine ve tutkularına dizgin vurmaları ve günü kurtaracak bir siyasal söylem geliştirmeleridir. Bu anlamda Sevgi Soysal, bu düşler ve tutkularla ortaya çıkan enerjiyle romanını yazmış. Romanın 68’le kurulabilecek bağına buradan bakmak lazım.
Sevgi Soysal 68 kültürünün şekillendirdiği bir yazar. Soysal’la 68 hareketini ve ülkemizde gelişen devrimci gençliğin talepleri ile ideolojik boyutunu ayrı tutmak mümkün değil. Ancak bu devrimci mücadeleden etkilense de Soysal; bu mücadeleye eleştirel bakan, onun eksikliklerini görmeye çalışan ve bu mücadeleyi daha geniş perspektiften görebilen bir yazar. Ülkemiz 68 devrimi daha çok Güney Amerika’daki gerilla hareketleri ve devrimler ile Çin devriminden yoğun olarak etkilense de Soysal bunun yanında emperyalist ülkelerde gelişen 68 hareketlerinden etkilenmiştir.
Onun romanlarının geniş bir perspektif sunmasının bir yanı da budur. Bu anlamda Avrupa ve Amerika’da gelişen 68 hareketinin merkezinde bulunan cinsel devrim, doğaya dönüşle şekillenen özgürlük anlayışı onu yoğun olarak etkilenmiştir. Bunun yanında gelişen kapitalizmle birlikte daha görünür olan metaları fetişleştirme ve tüketim kültürü onun romanlarının merkezine oturmuştur. Bu anlamda yazar, muhteşem bir gözlem gücüyle insanlarla metalar arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmış ve bu durumun yaratmış olduğu yabancılaşmayı “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanında önümüze sermiştir. Kısacası bu eser, insanlarla metalar arasındaki ilişki üzerinden şekillenir.
Yine bu romanda ortaya çıkan başka bir enerjiden bahsetmek lazım. Bence bu romanın önemli yanlarından biridir bu. Romanın oturduğu taban hızlı bir şekilde köyden kente göçenle şehrin yeniden yapılanması ve bu yapılanmanın şekillenmesi üzerinde kurulmuştur.
Romanın ilk yüz sayfasında bu yüz sayfadaki geçişler ile romanın yarattığı enerji güçlü şekilde gözümüze çarpar. Romandaki yer yer çelişki ve çatışkılara buradan bakmak lazım. Yeni olanı ve çözülen feodalizmi anlatmaya yönelik çaba görülür. Kapitalizmin yerleşmesine bu süreç içinde var olan tepkilerle kurgulanıyor roman. Bu anlamda kapitalist toplumun modernleşmesiyle toplumun oluşumunu anlatan yani, yeni kapitalist dünyaya ışık tutan bir roman. İşin diğer yanı ise ayrışık söylersek daha iyi sanki, Yenişehir. Evet, Yenişehir bilerek seçilmiş, eskiyle yeninin merkezi olarak Yenişehir anlatılmıştır. Bu merkez sanki bir kara delik gibi eskiye dair her şeyi parçalayarak yok etmesi kapitalizmin bütün kurumlarıyla yerleşmesi şeklindedir. Romanın Ankara’yı merkez almasına da buradan bakmak lazım. Başkent üzerinde şekillenen romanla merkez olarak kapitalizmin gelişimi ve geçiş süreci gösterilirken bu süreci Ankara üzerinden anlatılması romanın daha gerçekçi olmasını sağlamıştır.
Romanın başlangıcından yüzüncü sayfaya kadar herkes sokaktadır. Sokak sanki tek bir mekân gibi ortaya konurken Ulus ve Kızılay arasındaki Yenişehir’de geçer. Bütün Ankara bu bölgeye akarken bu bölgede oluşturulmuş bir kara delikte değişip dönüşüyor gibidir. Bu anlamda romanın içindeki Piknik lokantası, giyim ve züccaciye mağazaları bu dönüşümün temel ayaklarıdır. Satıcı tipler ve bu tiplerin birbirleriyle savaşımı romanda ortaya konur. Bu durum kapitalizmin ülkemizde yerleşmesinin şekillenmesidir. Roman bu anlamda metalaşmanın ve meta fetişizminin nasıl toplumsallaştığını gösterir bize.
“Sokak mı? Birer vitrin, mağazalar arasında birer geçit oldu. Provoke edici, iştah açıcı bir sergi malzemesi haline gelen ürün, insanları da birbiri için sergi malzemesi haline getirdi. Burada mübadele ve mübadele değeri, hiçbir yerde olmadığı kadar, kullanımın üzerinde belirleyicidir, öyle ki, onu ancak bir atık haline getirir. […] Sokak, tüketim için/tüketim tarafından organize edilen bir şebekeye dönüşmüştür “Kızılay’dan alışveriş etmenin bir ayrıcalık, üstünlük olduğu düşüncesini yaratmış, o da kendi para kazanmaya başlar başlamaz her şeyi Kızılay’dan almaya özenmişti, hem de en pahalı mağazalardan.”
Ulus-Kızılay ayrımı hem yoksul mahalle hem zengin mahalle ayrımı gibi görünse de burjuvazinin kendine uygun pazarlama alanları yaratmasıyla ilgilidir. Bu anlamda sokaklar ve caddeler burjuvazi tarafından gasp edilir, burjuvazinin kullandığı ve metalarını pazarladığı alanlara döner. Sokakların, caddelerin burjuvazinin metalarının satıldığı alanlara dönüşmesinin hikayesidir anlatılan. Buralar belirli bir süre sonra artık metalaşma kültürünün merkezleri olur. Anlarız ki, Kadıköy’de, Beyoğlu’nda, Kızılay’da, Bakırköy’de alışveriş yapmakla burjuvaziye doğru yürüyüş iç içedir. Bu alanlar burjuva kültürüne geçişin kara delikleridir. Bir anlamda modernleşme bu alanlarla birlikte burjuva kültürünün yerleşmesidir. Burjuvazi bu alanları ele geçirdikçe, içinde var olan kısmi devrimci potansiyelini de yitirecektir. Tek amacı olan sermaye egemenliğini de somutlaşmış ve hegemonyasını hayatın her alanına dayatmış olacaktır. Bu anlamda kentin bir alanını mekân olarak seçen ve bu mekanın işlevini öne çıkartan önemli bir roman.
Sınıf mücadelesi yürütenlerin bu alanlara karşı tavrının aynı zamanda bir iktidar mücadelesi ve toplumsal mücadelede bir hegemonya oluşturmak olduğunu unutmamak lazım. Bir park olsa da Gezi, buradaki temel mücadele işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadeledir. Kentin merkezi alanlarında söz sahibi olma, bu alanları toplumsal ihtiyaca göre şekillenmesi bir sınıf mücadelesidir. Gezi bir kalkışma olsa da, bu alanlara dair söz sahibi olmanın yeterli alt zeminini yaratamamıştır. Geziden sonra hızlı bir şekilde İstiklal ’in yüzü değişmiş, devrimci mücadelenin merkezi olan İstiklal bu merkezi alanını kaybetmiştir. Sol, her zaman mücadelenin bir alan ve kent alanlarını kazanmakla ilgili bir mücadele olduğunu ve bunun bir sınıf mücadelesi olduğunu unutmamalı, bu alanlara daha geniş perspektiften bakarak mücadele etmeyi önüne koymalıdır.
Şimdi kitaptan bir alıntı yapalım: “Sandviççi tıklım tıklımdı. Hardallı, sosisli, peynirli, sucuklu tost, ayran; bütün bu alışılmış, her sandviççide, hiçbir yenilik, değişiklik gereği duyulmadan sunulan gıdaları yemekten usanmıyordu kimse. Sandviç yemek kendi başına bir değişiklik, yenilikti çoklarınca. Ucuz oluşu, çok ucuza tencere kaynatmaya alışık olanlar için inandırıcı sayılmasa da saatlerce ocaklarda kaynayan, bol soğanlı, az kıymalı patates yemeklerinden usanmış insanlar için bir yenilik, değişiklikti sandviç yine de. Kaç yıl önce çıkmıştı ilk sandviçler? İlk sandviççi, Büyük Sinema’nın yanındaki dar pasajda açılmıştı. Bulvar kaldırımı üstünde, ‘Hot Dog’ diye bir ilan asmıştı sahibi. Açılır açılmaz, iğne atsan yere düşmeyecek kadar dolmuştu Yenişehir Koleji’nin kızları oğlanlarıyla. Önce çoğunluğun kuşkuyla baktığı, yeniliklere herkeslerden daha açık kolej çocuklarının uğrağı olan bir yerdi sandviççi. Evdeki mis gibi yemekler dururken sandviçle iştah kaçıran çocuklarına kızan ailelerin derdiydi. Sonra, ansızın, bütün kente yayıldı sandviççiler.”
Roman geleneğimiz içinde meta fetişizmini irdeleyen tek romandır bu. Bu alanlarda insanları gösteren ve bu alanlarla insanlar arasındaki ilişkiyi ortaya koyan. Şimdi Piknik Lokantası ve işlevi üzerinden gidersek metalaşmanın ve kapitalizmin yerleşmesini rahatlıkla görebiliriz. Piknik Lokantası bildiğimiz Anadolu yemekleri üzerinde şekillenen bir lokanta değil. Tipik bir çabuk yemek veya hazır yemek yani bir fastfood alanıdır. Aslında titiz ve seçiciliğin olduğu ve burjuvazinin sık sık gittiği bir lokanta olmamalı burası. Oysa bu lokantaya burjuvalar da gidiyor. Yeni kapitalist dünyayı anlamak ve içinde olmak içindir biraz da bu çaba. Kendi kurdukları dünyanın hem öznesi hem nesnesi olmak için. Sürekli “doldur boşalt”ın olduğu bir lokantadır. Ankara’nın romanlarda merkezi lokantası olan Karpiç gitmiş şimdi böyle daha çok küçük burjuva ve işçilere yönelik hızlı yemeklerini yiyip işe gidecekleri bir piknik tarzı lokanta ortaya çıkmıştır. Bu lokanta işçi ve küçük burjuvaziye yönelik olsa da burjuvazi de burayı merkez seçerken her sınıftan insanın buraya girip çıktığını görürüz. Kravatlı erkekler, şık giyimli kadınlar, saçları boyanmış ve bir sinema yıldızına dönüşmüş, bazen İngilizce konuşanlar ve İstanbul Türkçesi konuşmaya özen gösterenler. Çokça kapitalizmin etkisine kapılmış ukala, nobran ve kendilerini bir sosisli sandviç yiyerek dünyanın merkezine koyan insanlar.
Bu lokantayla birlikte çabuk yemek kültürü gelişirken aynı zamanda bu lokantalara hızlı bir şekilde burjuva yaşamının özentisi insanların katıldığını görürüz. Hazır yemek kültürü aynı zamanda hıza ve sürekli değişim ve dönüşüme dayalı toplumsal yapıyı yani kapitalizmi gösterirken, burjuva kültürünün yerleşmesine ışık tutar. Bu hız ve koşuşturma içinde katı olan her şey buharlaşırken kalıcı olan kapitalizmin yerleşmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Piknikteki insanları tek tek sergilerken yazarın kamerası insanları bir hız içinde gösterir bize. Bu aynı zamanda bir karnaval havası gibi gelir bize. İnsanlar bir şenlik içinde hiç tepki sunmadan her şeyi olduğu gibi kabul ederek kapitalizme yolculuk ediyordur. Soysal bize gösterir ki bu lokanta sadece lokanta değil kapitalizme uygun yaşamı ortaya çıkaran kültürel bir alandır.
“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” derken, buradaki öğle vakti; hem sıcaklığı, hızlılığı, gelip geçiciliği hem de bütün bu koşuşturmalardan sonra öğle yemeği vaktini çağrıştırır. Sağa sola koşturan memurların, işçilerin yemek vaktini imler. İsmin böyle seçilmesi ve merkeze Yenişehir’in konulması bu simgeleştirmeyi doğru vermesi içindir.
Yine meta fetişizminden devam edersek şimdiye kadar romanlar, insanla insan arasındaki ilişkiyi ve insanla toplum arasındaki ilişkiyi irdelemiştir. Bu roman ise insanlarla metalar veya nesneler arasındaki ilişkiyi çözümleyen bir roman. Romanın diğerlerinden ayrı şekillenmesinin en önemli nedeni bu. Böylece gerçekçi edebiyat alanında farklı bir anlayışın yolunu açmıştır ”Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”. Geçmiş roman geleneğinin yetersizliği önümüze serilirken insanların metalarla ilişkileri içinde yeniden gerçekçi biçimde verilir. Bu tarz daha sahici ve insanları bütünlüğü içinde algılamamızı sağlarken tipleri ve karakterleri daha geniş ve akışkanlığı içinde vermeyi sağlamıştır. Eski roman geleneği içinde pek bulunmayan insanlarla nesneler ve metalar arasındaki ilişki bu romanda ortaya çıkar. Eski romanın yıkılışını işaret ederken bu roman yeni romanın özelliklerini de bence içinde taşıyor. Yeni roman artık insanlarla nesneler ve metalar üzerinden şekillenen bir roman olmalıdır. Kapitalist toplumda insanları artık eski statükolar içinde anlatmaya imkan yok. Bu roman günün koşullarına ve toplumsal olguların insanlara etkileriyle biçimlenmiş bir roman olduğu gibi gerçekçi edebiyatın ve gerçekliğin yeniden üretimi için yapılan bir çabadır.
Burada kavak ağacı ve simgeleştirme olgusu sonradan Şafak romanında da denenmiştir. Şafak romanının merkezine konan kapının tekmelenmesi, dönüp dolaşıp merkeze konan ve kültürel durumu belirleyen mumbar yemeği, roman içinde simgelemenin nasıl kullanılması gerektiğine iki güzel örnektir. Hem olay ve olguları bağlamaya yararken bu simgeleştirme olayı aynı zamanda iki olgunun vurgulanarak anlaşılmasına hizmet eder. Biri ülkemizdeki toplumsal şiddetin kökleşmesi diğeri ise modern toplum ve modernleşmenin karşısında modernleşmeye direnen toplumsal yapıdır.
Romanın yüz sayfası elim sende oyunuyla gider. Piknik Lokantası, mağazalar ve kavak ağacı çevresinde dönen bir elim sende oyunu. Bu alanlar geçişler için kullanılırken insanların nesneler mağazalarla ve karınlarını doyurmayla ilişkileri de serimlenir. Hiç kimsenin kimseyle ilişkisi yokmuş gibi görünse de, bu alan onları değiştirip dönüştüren bir alana dönüşür. Bütün bunlara rağmen bu fragmanlaşmış anlatılar bağıntısız gibi görünse de, bütünü var eden parçalardır. Yeni romana dair bize geniş bakış sunabilir bu yöntem. Tek tek hikâye veya fragman tarzı anlatılar, özenle seçilmiş o sürecin olgularıyla önümüze koyar. Bütün bu olgulara dair geniş bir düşünsellikle bakmıştır yazar. Birkaç kişi değil de onlarca tip üzerine kuruluyor roman ve yazar bu zor görevi başarıyla uyguluyor. Bu çokluk romana bir canlılık, yer yer de dağınıklık sağlasa da romanın temel söylemini bütünlük içinde vermek içindir. Eserde tüm bu tip ve karakterler ile mekanlar özenle seçilmiştir. Belirtebiliriz ki romandaki kişilerle katharsis duygusu yaratılmaması için özen gösterilmiştir. Yazarın Alman kültürüyle yetişmesi ve bundan dolayı Brecht’le kurduğu ilişki üzerinden bakabiliriz bu tavrına. Bu tarz denemenin İkinci Yeni akımına getirdiği bir sonuç olduğunu söyleyenler olsa da, bence bu deneme katharsis duygusuna karşı onun etkisini azaltmaya yönelik bir deneme. Bu denemenin de romanın bütünlüğüne baktığımızda başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Romanın çeperindeki Piknik Lokantası, mağazalar ve kavak ağacı ortak bir kültürel dokuyu bir araya getirmek için şekillendirilmiş. Bu birlikteliğin temel ekseni kapitalizmle ortaya çıkan tüketim kültürü. Tıka basa yiyenler, alışveriş çılgınlığı ve bu helezonla birlikte şekillenen dünya da simgesel olarak gösterilen kavak ağacının sürekli çürümesi ve devrilme sürecidir. Yine kavak ağacı üzerinden gidersek bu ağacın hızlı bir şekilde büyüyen bu ağaç. Görünürde Anadolu’yu simgeleyen bir ağaç gibi olsa da içi boş, bol suyla büyüyen ve sonra rüzgarda devrilmemesi için tez kesilen bir ağaçtır.
Köylünün sadece belirli ihtiyaçlarını karşılamak için dikilen bir türdür bu ağaç. Uzun süre yaşamasına imkân yoktur. Anadolu’nun simgesi olmaktan daha çok bu anlamda tüketim kültürünü simgelemek için seçilmiştir. Anadolu’da yetişen, daha uzun süreli yaşayan çınar, ceviz, meşe vb. ağaçlar gibi bir ağaç bilerek seçilmemiştir. Bu metaforla bize daha sağlıklı ve akılcı bir dünyanın ancak insandan yana kök salan bir düşünce ve toplumsallıkla olacağına dair bir gönderme vardır. Bunun yanında Piknik Lokantası da çabuk ve abur cubur yemenin hızlı bir şekilde toplumsallığını gösterirken, tüketim kültürünü simgelemek amacıyla merkeze konmuştur.
Romanın başlangıcının yatay devam etmesi bir kameranın perspektifinden geniş bir açıyla sunum yapılıyor gibidir. Bu yataylık romana büyük bir canlılık yaratırken olay ve olgulara daha geniş bakmamızı sağlar. Sonradan dikeye geçen roman bu yataylıktan dolayı kahramanların dünyasını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Yataylık bir çeşit kostüm ve atmosfer oluşturmaya yararken aynı zamanda sinemadan gelen bu anlayışın romana doğru bir şekilde yerleşmesiyle karşılaşırız. Evet gerçekçiliğin eski alışkanlıklarını, kuruluklarını, yetersizliklerini, farklı olgularla yıkarak yeniden üretiminin yollarını gösteriyor bize.
“Ahmet, kimler, hangi gençler gibi olmak istiyorsa, işte onların giydiklerinden satıyordu o mağaza. Desenli gömlekler, kalın kemerli pantolonlar. Ahmet bunlarla, ailece oturdukları Samanpazarı’nda, istediği gibi yadırganmamaya başlamıştı. Artık Samanpazarı’nda bile, düşük kalite de olsa böyle orijinal şeyler giymeye meraklı delikanlılar türemişti . Ama onların giyimi Ahmet’inkiyle bir mi? Sokağa çıktı mı mahallenin oğlanlarını hasetinden çatlatır, komşu karılarının başını sallatır, kocamış heriflerin kanını beynine sıçratır.”
Üstteki alıntı kapitalizmin gelişimini gözleme ve metalaşmanın nasıl yaygınlaştığını göstermesi açısından önemli. Fakat burada eski ile yeni arasındaki dönüşümü bize Samanpazarı ve Kızılay ayrımı yaparak veriyor yazar. Soysal bu modernleşme ayrımını yaparken semt olarak karşıya Sığırpazarı, Samanpazarı, Şirepazarı veya Buğdaypazarı diyerek bir yol ayrımı yapıyor. Bundaki amaç eski toplumsal yapının bugün nasıl parçalandığını daha net gösterebilmek. Şimdi Ankara’da kaç kişi bu semtlerin ismini bilir?
Şimdi Mevhide Hanım üzerinden CHP’ye bakalım. “Mevhibe Hanım yatak odasına girince sabahlığını çıkardı. Her yanı titriyordu hırstan. Tuvalet masasının üstünde duran kolonyayla kollarını, boynunu ıslattı . Yatağına uzandı. Bacakları çok ağrıyordu. ‘Tabii bütün gün bunlar için koşturursam…’ İçini büyük bir harcanmışlık, anlaşılmamışlık, değeri bilinmemişlik duygusu kapladı. Nurten Hanım’ı çağırıp bacaklarını ovdurmayı düşündü . Ama şimdi hamuru bırakması doğru olmaz. Başına saplandı saplanacaktı o bildik ağrı. Artık saatlerce geçmez. Ama bugün mutlaka gitmeli hastaneye. Geçen hafta, Sevim Hanım’ın ardından, ‘İkide bir gelmiyor’ diye o kadar söylendikten sonra. Komodini açtı. Bir tülbent çıkardı, çekmecede duran haplardan iki tane alıp susuz yuttu. Tülbenti de katlayıp gözlerinin üstünden bağladı.”
Romanda CHP çizgisi tip olarak Mevhibe Hanım üzerinden anlatılıyor. Bir de CHP’li Necip Bey var. Öncelikle isim olarak Mevhibe isminin seçilmesi bilinçli ve açık bir seçim. İsmet İnönü’nün eşinin ismi de Mevhibe Hanım. Böylece CHP’nin kurucu başkanının eşi direkt eleştiri konusu oluyor. Açık bir bildirge bu. Şimdiye kadar pek uygulanmamış. Mevhibe Hanım aynı zamanda bir sinir hastalığı olan migrene yakalanmıştır. Bu migreni bulup romana koyulmasından bile üzerine uzun uzun düşünüldüğünü anlayabiliriz. Gerçekten toplumu baskılamanın, sürekli kurallar koyarak yönetmeye kalkmanın bir sonucu değil midir migren? Toplumsal baskılama ile migren arasında bir ilişki kurmak geniş bir toplumsal gözlemi de gerektirir. Bu durumu Mevhibe Hanım üzerinden güzel anlatmış Soysal.
Olcay’ın, annesi Mevhibe Hanım tarafından baskı altına alınmasını Olcay üzerinden anlatmış Soysal. Olcay, çocukluğunda sürekli yatağının altında kötü ruhlar görüyordur. Aslında sistematik hale gelen baskının sonucudur bu. CHP kadrolarının bazıları dindarlıkla yobazlık arasındaki ilişkiyi doğru görememiştir. O günlerden bu günlere uzanan sorunun bir ucunu gösterir bize. Yanlış şekilde baskıya uğrayan insanların süreç içinde bu baskıya karşı bir tavır üzerinden şekilleneceği görülmemiştir. CHP’nin aşırı laik, anti laik çatışmasının yaratığı sorunun bir yanıdır bu. Olcay’ın babaannesi üzerinden anlatılanla anlıyoruz ki, halka rağmen, halka karşı bir aydınlanma yaratmıştır CHP!
Doğan ve Olcay’ın devrimcilere yönelmesiyle CHP’nin kurduğu baskılandırmanın etkisini Mevhibe ve Necip Bey üzerinden güzel anlatmış. Gerçekten 60’lardan sonra çoğu orta sınıftan ve burjuva toplumundan insan şaşılacak şekilde devrimci saflara katıldı. Doğan ve Olcay’ın devrimci saflara katılmasıyla bu baskılama ve halktan kopukluğun da etkisi vardır. Doğan ve Olcay bu halktan kopukluktan ve baskılamadan dolayı Ali’yle çıktıkları yolculukta bir kefaret ödüyormuşçasına hareket ediyorlar. Toplum dışı bir fanusta yetiştirilmiş ve sosyalleşememiş iki kişi gibidir Doğan ve Olcay. Bu iki kişide görülen mahcubiyet CHP süreciyle ilgilidir bir anlamda. Toplumsal mücadeleye mahcup bir edayla katılmalarının arkasında böyle bir yan vardır. Kişiliklerinin oluşumu ise bu devrimcilerle yola çıkmakla oluşur gibidir sanki. Tabii ki Doğan ve Olcay tipik bir burjuva kültürünün devrimci özünden etkilenmişlerdir, bunu taşıyan ise bütün anti demokratik yapısına rağmen CHP’dir.
Necip Bey üzerinde bir CHP’li prototip sunmuştur Soysal, aynı zamanda Necip Bey bir Sabeteyist’tir. Fazla bu Sabetayistlerin artık Yahudi toplumuyla arasındaki uzaklığı şöyle anlatıyor: “Lozan’da okurken, Nazilerin Almanya’da en parlak zamanlarıydı, İsviçre’de de Yahudi düşmanlığı yayılmıştı, esmer tenli ve hafif kemerli burunlu olan Necip Bey’i herkes, sık sık Yahudi sanmaya başlamıştı. Carla bile, bir gün kendisine, arkadaşlarının, ‘O Yahudi’yle niçin geziyorsun?’ dediklerini anlatmıştı . Giderek bir kompleks biçimini almıştı bu duygu içinde. Yahudilerden nefret ediyordu.” Selanik Yahudilerine günümüzde bilinen anlamda Yahudi demenin imkanı azdır.
Bunların çoğu Cumhuriyet ideolojisiyle bir değişim dönüşüm sağlamış cumhuriyet sürecinin kadroları ve kurucuları olmuşlardır. Çoğu kendilerine Sabetayist, dönme denmesinden rahatsız oldukları, Yahudilik gibi aidiyet duygusundan uzak durmaya çalışıyorlar. Kısacası büyük çoğunluğu cumhuriyet ideoloji içinde erimiş cumhuriyetin kurucu öğelerine dönmüşlerdir. İşin diğer tarafı ise Alman Yahudileriyle kendi aralarında bir ilişki kurulmasını istemedikleri gibi, Alman Yahudilerine uygulanan zorbalığı onaylayan Sabetayistlerde vardır. Bu anlamda ülkemizdeki Yahudi gelenekte oluşan değişim ve dönüşümü doğru görmek lazım. Çoğu Sabetayistte, bugün yöneltilen suçlamalar onların bu değişim ve dönüşümünü görmeden yapılıyordur. Onların çoğu bugün kendilerini Sabetayist olarak görmüyorlar. Bu anlamda Necip Bey üzerinden ülkemizdeki Yahudilerin değişim dönüşümünü ilginç bir yöntemle anlatmıştır Soysal. Bir alıntıyla bu durumu daha netleştirelim:
“Oğlu, oturduğu yerden kalkmıştı ağır ağır. Kalkarken, silahının namlusu babasına doğru dönmüştü. Necip Bey’in korkudan sarardığını görünce gülmüştü oğlan: ‘Korkak Yahudi sen de!’ İşte bu Yahudi sözcüğü , ah bu Yahudi sözcüğü, şimşek gibi yankılanmıştı beyninde. Oğlu arasa, tarasa, onu daha çok kızdıracak, yaralayacak, bir sözcük bulamazdı. Bu sözü , sadece, babasının korkaklığıyla alay etmek için, öyle sözün gelişi söylemişti ama Necip Bey kahrolmuştu bir an; İstanbul’a çoban kılığında gelip okula başladıktan sonra, bütün arkadaşları, Selanikli olduğunu öğrendikten sonra yarı aşağılamalı, ‘Dönme misin?’ sorusunu en az bir kez olsun sormuşlardı ona. Necip Bey bunun böyle olmadığını kanıtlamak için, ki dönme değildi, o kadar çaba gösterirdi ki, hep karşısındakinin sözlerine inanmadığı, bütün çabalarının, karşısındakinin Yahudiliğiyle ilgili kanısını sadece güçlendirdiği duygusuna kapılırdı. Bu duygudan kurtulamamıştı hiçbir zaman.”
Romanda CHP’ye yakın insanlar üzerinden bir mirasyedi olgusu vardır. Bu mirasyedi anlayışına dikkatli bakılınca sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin veya Osmanlı devletinin mirasyediliği değildir bu. Genel kapitalist kültürünü oluşamaması ve CHP kadrolarının ise kapitalist değişim ve dönüşümü beceremediğini gösterir. Bütün ordu ve bürokrat tayfa beceriksizce ülkemin artı değerinin üstüne çökmüş gibidir. Nerede ne üreteceğini ve bu üretimin toplumsal karşılığı üzerine doğru dürüst düşünmemiş halktan kopuk bir kadro. Ülkemizin yüz yıllık hikayesinin bir yanı bu değil mi. Fakat kapitalist ekonomi ve onun yönelimini o günün şartları içinde bakalım yazarımız nasıl göstermiş.
Servetini Amerikalılara Paskalya yumurtası satmakla yapan Güngör, hem Güngör’ün o cingözlüğünü hem de bu ülkede sermayenin oluşumunun protipini sunar bize. Bu uyanık ve sahte özgüvenli kapitalist sayesinde görürüz yeni kapitalist sınıfı. Alt tabakadan gelen Güngör hızlı bir şekilde Kızılay’da mağaza sahibi olmuştur. Ülkenin anti-emperyalist karakterli yapısının hızlı şekilde dönüşümünü gösterir. Fakat bu anti-emperyalist yanın büyük bir alt yapısı vardır. Modernleşmeyle birlikte bu anti emperyalist karakter de ortadan kalkar. Bunun öznesi sadece ülkedeki sağ hareket değil, hâlâ CHP’ye bağlı kadrolar da vardır. Hele bunu ordu içinde gösterirken, şaşırtıcı ülke gerçekliği de ortaya çıkmaktadır.
Şimdi yer vereceğim alıntılarla üstteki yazımı destekleyen, genel bir bakış oluşturmak istedim. “Madame President’in…”, “Öyle deme. It’s enough artık.”, “Ooo, nasılsın Mineciğim?”, “Just fan-tas-tic! Yakında patlayacağım.”, “Aman ben de mood’umda değilim hiç. Senin neyin var? Vallahi bir şeyin yok. Sen hep böyle, always aktifsindir.”, “Daha ucuz solution’lar var ama, sonra bakarsın hiçbir şeye benzemez de at the end everyone will be talking arkandan. Yok geçen yıl daha iyiydi. Nothing’s new yani, hah!”, “Bak unutuyordum; dün bir kadın telefon etti. Üye olmak istiyor.” “Kim?” “Vallahi tam bilmiyorum. Kocası Hava Kuvvetlerinde galiba.” “İngilizce biliyor muymuş?”
Bütün bunlar ve ülke gerçekliğini görmemiz için önemli nedenler. Bu anlamda kapitalizmle gelişen modernleşmeyle ülke gerçeği arasındaki bağı bu romanda gerçekçi bir şekilde gösteriyor Soysal.
Üsteki İngilizce konuşmalar anti-emperyalist kültürün nasıl yok olduğunu göstermesi acısından önemlidir. Ülkemizde aydınlanma Batılaşmaya özdeş görülmüştür, bilakis CHP tarafından. Süreç içinde bu Batılaşma kültürü modernleşmeyle birlikte kendi toplumuna yabancı insan tipini ortaya çıkartmıştır. Tuhaf hilkat garibeleri tipler. Altmışların, yetmişlerin halka yüksekten bakan ve halktan kopuk ve aklı sıra halkçılık yapan insanları. Kültürel yabancılaşmanın ve emperyalizmin kökleşmesini sağlayan bu tipler aynı zamanda ülkemizin sömürgeleşmesini sağlayan, halktan kopuk burjuvalardır.
Ali’de bir modernleşme gayreti göremeyiz ya da modernleşmeyi kabul eden veya kabul etmeyen bir tavır. Bu tavrı keskin bir şekilde Doğan ve Olcay’da da göremeyiz. Romanın ilk yüz sayfasında kapitalist toplumla birlikte şekillenen modern topluma dair onlarca gönderme vardır. Tüketim kültürü ve metalaşma toplumu korkunç bir şekilde içine aldığı halde, solun temsilcisi olan bu insanların pek söz etmemesi, gerçekten solun o süreçteki halini göstermesi acısından ilginç bir durumdur.
Modernleşmeyle birlikte modernleşmeye karşı ne yapılmalı, sorusunun cevabını sol gelenekte pek bulamayız. Bu sorun kültür sanat dergilerinde kısmi bir şekilde tartışılsa bile, tartışma alanı daha çok sanat eserindeki biçimsel yöntemlere dairdir. Ülkemizde ne yazık ki modernleşme sorunu dar bir alanda tartışılmış, sanat eserlerinin üretim alanına pek çıkmamıştır. Modernleşme ve bunun karşısında nasıl bir yöntem sorunu solun doğru dürüst tartışma alanına girmemiştir. Sol bir anlamda modernleşmeye karşı bir kültür mücadelesi gerekliliğini görmemiştir. Bu durumdan anlaşılıyor ki, kültürel olarak muhafazakarlık sadece sağın değil solun da genel durumudur.
Modernleşme ve solun durumu hala önümüzde duruyordur. Nasıl bir modernleşme sorusuna doğru cevap verilmediği sürece solun toplumsal değişimde özne olmasına imkan olmadığı gibi özgürleştirici bir geleceğe dair yol alması da zordur. Modern toplumun yarattığı canlılık ve canlılığının içine aldığı toplumsal potansiyel ve bu canlılığının yitirmeden ve insanların hayata katılımını da sağlayacak bir devrimci teorinin gerekliliği hala önümüzde duruyor. Ya modernleşmenin karşısında durarak devrimci özümüzü kavramadan muhafazakar kalacağız ya da bugün bazı sol hareketlerin yaptığı gibi her türlü özgürleşme hareketini destekleyerek kapitalist ideolojinin yenileşme hareketi olan modernleşmenin nesnesi olacağız. Doğru olan, modernleşmenin içindeki devrimci özü bulmak ve muhafazakarlığın içindeki yaşama katılmama olgusunu eleştirerek doğru bir kültürel bir mücadele alanı yaratmakla ilgilidir. Soysal bize hâlâ devam eden bir sorunu da gösterir bir anlamda. Ali’de, Doğan’da, Olcay’da görünen tavırsızlık bir anlamda yarım yüz yıldır solda kronikleşen tavırsızlıktır. Modernleşme karşısında solun toplumu içine alan bir kültür kuramına ihtiyacı yok mudur?
“Susmuştu Olcay. ‘Berbere’ diyememişti. Söyleseydi doğal karşılayacaktı Ali. Ama niçin doğal karşılıyordu, karşılamaması gerekirdi. Yaşamasındaki tutarsızlığı söylemesi gerekirdi Olcay’a. Kendini değiştiremeyen … Berber tornasından çıkıp operaya gitmekle, inanmadığı bir çevrenin inanmadığı alışkanlıklarını sürdürmekle, karşı çıkışlarındaki samimiyetsizliğin ortaya döküldüğünü yüzüne haykırmalıydı. Ama böyle yapmazdı Ali , sade bir sesle , ‘Öyle mi?’ derdi sadece, ‘Öyleyse bu akşam yalnız çalışırım. Yarın zamanın olursa sen de gel.’ Bunun böyle olacağını düşündükçe bozuluyordu Olcay. Ali böyle davranmakla. Olcay’ı ciddiye almadığını göstermiş olmuyor muydu? Belki de Olcay’ı, yorucu kavgasının bir süsü olarak görüyordu. Olcay’ın inancının, kavgasının içine dalmasına hoş görüyle katlanıyordu. ‘Şimdilik güzel ve eğlence düşkünü seyircilerimiz olacak.’ demişti bir gün. Olcay’ın kendi çevresinden, düzeninden hiçbir zaman kopmayacağına, kopamayacağına inanıyordu belki. Böyle, kendi kendine hesaplaşarak, bu düşüncelerinin gerçekleşmesinden biraz korkarak, Ali’ye, operaya gideceği için berbere gitmesi gerektiğini söylememişti.” Alt sınıfla üst sınıf arasındaki devrimciler arasındaki aşk ilişkileri çoğu kereler böyle devam etmiştir. Kendilerini saklayan ve sağlıklı bir eleştirel zeminin olmadığı bir zeminde. Böyle bir sol hareketin ve kadroların bir isyanı örgütleseler de devrimi örgütleyemeyeceklerini görmemiz lazım.
“Ali Olcay’ın kızardığını görünce bir çam devirdiğini anladı. Elini tuttu. Hep el ele tutuşurlarmış gibi yadırgamadılar bunu. Öyle, iki vücutta ayrı ayrı dolaşan kan, ansızın iki vücutta birden dolaşmaya, daha büyük, daha güzel , daha canlandırıcı bir gezi yapmaya başladı. Ellerinden birbirlerine aktardıkları özsuyunun verdiği sevinçle yürüdüler.” Romandaki aşk hikayesi bitse de, bu bitiş üzerine pek işaretler vermiyor Soysal. Ali’nin tip olarak verilişinde sorunlar vardır. Kendini ifade etmekten aciz bir devrimci gibidir. Bütün bunlara değil düşündüğünde gerçekten de Ali gibi kenar mahallelerde gelen devrimciler Soysal’a uzak tipler gibi de görebiliriz. Soysal’ın romanda Ali tipine dair eksikliğini bu yetersiz gözlem üstüne fazla düşünememek olarak görmek lazım. Romanın merkezinde olan Ali’nin yeterli düşünsel zenginlik ve duygusallıkla görünmemesinin bir nedeni ise kapitalizmle gelişen tüketim kültürü, metalaşmanın her alana yayılmasına ve aşka dair yeni ortaya çıkan solun yeterli eleştirileri, düşünselliği olmamasıyla da ilgilidir. Solun sessiz kaldığı bu alanda Soysal’ın Ali protipini yetersiz oluşturması olağan gibi geliyor bana. Bugün hala bu sorulara cevap verilemiyor. Sol ve nasıl bir aşk ve nasıl gelecekte aşkın olduğu toplumsal dünya dediğimizde bu sorunun cevabını pek bulamayız. Bu devam eden cevapsızlık bence hala devam eden Ali protiplerinin cevapsız yanıdır.
Son olarak Ali’nin ilişkilerine bakınca, bir kenar mahalle insanı olarak görünse de işçi sınıfıyla var olan ilişkisini pek göremeyiz. Bunun yanında Ali’yi etkileyen bir Çingene çocuğuyla karşılaşırız. Onun karakoldaki tavrı Ali’ye örnek vereceği ilginç ve örnekleyeceği bir tavırdır. Hırsızlığı suç olarak görüp görmediği belirsizdir Ali’nin. Bu tarz eylemleri yapanlarla ona göre sistemle bağını kopartmış devrimci kişiler gibi görür. Bu uzun alıntı, devrimcilerle suç işleyenler arasındaki bağı göstermesi acısından ilginçtir. Yine diyebiliriz ki, roman geleneği içinde ilk defa böyle bir devrimci tiple karşılaşırız.
“Biliyor musun Doğan, ne düşünüyorum? Örneğin senin gibi biri, ne kadar kitap okursan oku, ne kadar düşünürsen düşün, hatta ne kadar meseleye bulaşırsan bulaş, bu düzenle bağını kolay kolay koparamaz. Diyelim politik bir suçtan mahkemeye çıkıp mahkûm oldun. Sonuç olarak, iyi aile çocuğu bir ‘siyasi mahkum’ olursan, iyi bir avukatın falan olur. Ailen ziyaretine gelir, sana bakar. Ne bileyim, oysa. Adi bir suç işlesen , şu lümpenlerinkine benzeyen, yankesicilik. yandan yaralama , esrar kaçakçılığı gibi, karaborsa bilet satma gibi, adi, küçük suçlar, öyle cinayet falan değil , cinayet yine de efendi suç sayılır halk arasında , hapiste cinayet suçundan yatan bir şoför vardı, herkes sayardı onu, yankesicileri falan her gün tartaklayan gardiyan ona bir şey yapamazdı; bir gün ona ilişecek oldu, hemen dikildi şoför, ‘Bana bak, biz adam öldürmüş adamız , bizim namusumuz, onurumuz cana kıyacak kadar değerli, bunu ispat etmişiz, senin gibi çamur gönüllü gardiyandan laf işitmeyiz.’ diye. Katil namusu var onda, sözünü hapisteyken çok duydum, neyse, dağıtıyorum sözü ama yankesiciler, şu senin ‘lümpen’ dediklerin, orada da düzen dışı, hapishane düzeninin de çamuru, pisliği; ahlak, namus gibi sözler yakıştırılmıyor onlara, onlar da buna karşılık, yalanı, namussuzluğu, onursuzluğu kolaylıkla benimsiyorlar, bunlar artakalıyor onlara çünkü, bunlarla avutuyorlar kendilerini; o cinayet işleyerek bile kopulamayan değerlerden hiçbirine sahip değiller ve olamazlar, olmaya kalkarlarsa yaşayamazlar, çok basit bu, işte örneğin sen, onlarınkine benzeyen bir suçla, belki ancak öyle suçlarla, şu kalenden kopabilirsin.”
Yazar yankesicilerle, fahişelerle, kumarcılarla dostluk ilişkisi içinde verir. Bu devrimcimiz tuhaf, tuhaf olduğu kadar pek işçi sınıfıyla ilişkisi olmayan bir devrimcidir. Gerçekten devrimci mücadelenin gelişim sürecinde yeterli sanayi ve işçi sınıfı geleneği olmadığı için devrimcilerin bu tarz insanlara yakın olup bunlarla dayanışma içinde olarak kendi ayaklarını koyabilecekleri zemin aramaları olağan. Ülke devrimci geleneğinde bu bakış günümüzde de yoğun bir şekilde yaşanmamaktadır. Solun lümpenleşmesiyle bu yer altı kültürü arasındaki ilişkiye dair geniş bir davranış tarzı ve bakış acısı bulabiliriz. Sol ne yazık ki yetmişlerden günümüze kadar bu kronikleşmiş sorunu çözebilecek bir bakış oluşturamamış, yeni mücadelenin ayaklarının nasıl olacağını çözememiştir.
İsyankâr Neşe, Sevgi Soysal’a dair bir araştırma kitabının ismi. Soysal’ın sanat anlayışını belirtmek için belirtmek için güzel bir başlık bence. Soysal roman ve öykülerini coşkulu ve neşeli bir halde yazıyor. Çoğu yazar için yazmak bir iç sıkıntısını dertleşmek veya içe gömük bir çile kültürüyle yazmak olurken bu durumu Soysal’da pek göremeyiz. O coşkulu halde hayata atılan bir yazardır. Soysal’ın romanlarında bir acelecilik gözümüze çarpsa da, bunu o coşkun ruh halinin getirdiği durumun sonucu olarak görebiliriz. Diğer bir yan ise yazmakla oyun dürtüsü halindeki ilişkiyi bu romanlarda rahatlıkla görebiliriz. Yazmak coşkulu bir şekilde oyun oynamaktır Soysal’da.
“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanı geniş bir alanı anlatmaya çalışan bir roman. Böyle olmasından dolayı çok çeşitli sorunlar yaşaması olağan. Bunun yanında bu tarz bir denemeyle ilk defa karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Bu romandaki tip analizlerine fazla girmedim. Önemli olan noktalara ve modern toplum ile sol arasındaki ilişkiye daha çok değindim. Eski gerçekçi anlayışın eleştirisi olduğu gibi bu romanda yeni gerçekçi romanın nüvelerini görebiliriz. İlk defa metalaşma olgusuyla insan gerçekliği arasındaki ilişki irdeleniyor ve gerçekçi şekilde veriliyor. Bu romanı önemli ve tarihsel yapan niteliği de budur bence.