Düne kadar Enver Gökçe diye bir şairin varlığından habersiz olanların onun adını taşıyan ödüle hevesli çıkması ise bana bu yazının başlığını anımsattı: Evet, ne çok seveni varmış meğer Enver Gökçe’nin!
Yaşar Kemal ile Ataoul Behramoğlu, Cağaloğlu’nda Enver Gökçe ile karşılaşmışlar. Yaşar Kemal, onları tanıştırmış. Kendi anlatımına göre, Behramoğlu’nun Gökçe’yi ilk ve son görüşü bu, ondan sonra yurt dışına gittiği için bir daha görüşememişler! Behramoğlu, yurt dışında “büyük işler” peşinde dolanırken, Enver Gökçe Yerabatan Caddesi’nde üçüncü sınıf bile denemeyecek bir otelde ya da Erzincan’ın Çit köyünde atalardan kalma kerpiç evde barınmaya çalışıyordu. Onu 1974 Mart’ında köyünde ilk kez ziyaret ettiğimde, yakacak odunu bile yoktu, köylülerinin “toplama” usülüyle (ihtiyaç durumundakilere her evden katkı toplama usülü) sağladığı odunları yakıp bitirmişti. 1977 yılındaki ikinci ziyaretimde de durumu farklı değildi, hastalığı ilerlemiş, sadece odasındaki farelerin sayısı artmıştı.
Şimdi, Enver Gökçe hakkında laf edileceği zaman, ilk akla gelen adlardan, ilk referanslardan biri, Gökçe ile ilgisi bu kadarcık olan Ataol hazretleri oluyor! Ki, o yıllarda zorlama bir Enver Gökçe – Ahmed Arif sürtüşmesi tezgahlandığında, konuya tarafsız bakmak ve hem şiir, hem siyasal anlamda ortak geçmişleri olan iki değerli şaire eşdeğerli ilgi ve saygı göstermek gerekirken, sanki ihtiyacı varmış gibi Ahmed Arif’ten yana tavır alanların başında da bu zat geliyordu.
Enver Gökçe ile ilgili yazıları derleyen bir arkadaşın gözüne de onu yakından bilip tanıyanların tanıklıkları değil, bu zatın yazısı hemen çarpıvermiş. Gel gelelim, derlemeye alınan yazısında da Gökçe’yi küçümseyen bu tavrın hâlâ sürdürülmekte olduğunu görebilirsiniz. Bu zatlar, bu tür durumlarda en “popüler” olanın yanıbaşında konumlanmayı kendi edebi ikballeri açısından daha uygun bulurlar. Gün gelir, Moskova’da “komünizmin nabzını tutar”, gün gelir en Atatürkçü şair ödülü alırlar.
Elli yıl önce, “Ahmed Arif’e karşı Enver Gökçe’yi köyünden kaldırıp getirdi” diye Orhan Suda’ya kızan ve Gökçe’yi küçümseyen sözlerini kulaklarımla duyduğum kardeşi de, elli yıl sonra Enver Gökçe adına konan ödülü almakta beis görmedi, bunu da “gelişme” sayıp geçelim.
Ahmed Arif ise bizim objektif tutumumuzu takdir etmiş ve benimle görüşmek istemişti. Görüşmenin ayrıntıları onunla ilgili yazımdadır.
Enver Gökçe’yi, ne yazık daha bir çokları yalnız bıraktılar. Bunlar arasında cezaevi arkadaşları da var. Bunlardan birinin “Bunlarla dolaşma, bunlar tehlikelidir” dediğini bana A. Kadir anlatmıştı.
Haklarını yemeyelim, cezaevi arkadaşlarından Orhan Suda, İhsan Hasırcı gibi adlar Gökçe’ye ellerinden geldiği kadar destek oldular. İstanbul ve Ankara dönemlerinde genç kuşaklar da onu sahiplendiler. İstanbul’da ona destek olmak için düzenlediğimiz gecenin izlenimlerini daha önce aktarmıştım.
Enver Gökçe gibi, Ahmed Arif gibiler varken Ece Ayhan’lara, Küçük İskender’lere “muhaliflik” yakıştıran eblehlere ise nazik yerlerini Kınar Hanım’ın Denizleri’nde soğutmalarını tavsiye etmekten başka öneri bulamamıştık. Düne kadar Enver Gökçe diye bir şairin varlığından habersiz olanların onun adını taşıyan ödüle hevesli çıkması ise bana bu yazının başlığını anımsattı: Evet, ne çok seveni varmış meğer Enver Gökçe’nin!
Enver Gökçe’nin siyasal konumu, 1951 tevkifatı, soruşturma aşamasındaki tutumu konusunda da spekülasyonlar yapılmakta, kimi yanlış bilgiler aktarılmakta. Anılarında, Şevki Akşit’i öne çıkarıp Gökçe’nin ruh hali hakkında yorumlar yapan Sevim Belli, ailesinden hatırlı birinin emniyet üzerinde baskı kurması sonucu kendisinin işkence görmediğini de yazar. Kuşkusuz işkence görmese de onun da iki yıl emniyette gözetim altında tutulmuş olması da hukuksuzluktur. Ancak üstelik ayrıntılı bir mektup yakalatarak pek çok şeyin açığa çıkmasına yol açan birinin, hukuksuzluğun daha ağır boyutlarına maruz kalmış birinden bu şekilde söz etmesi de suçluluk duygusunun tezahürlerinden biri olmalı. Aynı duygu, Enver Gökçe’de ömür boyu azaba dönüşerek ve tüm yaşantısını, sanatsal etkinliklerini etkileyecek biçimde ve başka şekilde tezahür etti. Yakınında bulunanlar, ondan başkalarını suçlayan tek kelime duymamışlardır. Öte yandan, unutulmaması gereken husus, Enver Gökçe’nin karşılaştığı yoğun baskıda üstlendiği sorumlulukların düzeyinin etken olduğudur. Örgütün İstanbul komitesinin üç üyesinden biri olarak neler yaptığı, gerekçeli mahkeme kararına yansımıştır. Haliyle en ağır cezalardan birine çarptırılanlardan biri de o oldu. Bizzat Şevki Akşit’in, 1970’lerde İstanbul’a geldiğini duyduğu Enver Gökçe’yi sevinerek ve coşkuyla sokaklarda nasıl aradığını anlatan yazısı da onun bile Sevim Belli gibi düşünmediğini gösterir.
Enver Gökçe hakkında çeşitli zamanlarda beş kadar yazım yayımlandı. Şiirine dair gözlemlerim, Adam Sanat ve Yasakmeyve dergilerinde bölüm bölüm yayımlanan “Şiir Kitapları Sözlüğü” çalışmamdadır. Kişiliği, yaşantısı ve siyasal etkinlikleri konusunu ise, erişebildiğim bütün belgeleri, anıları, yayınları, kendisinden ve çevresinden duyduklarımı değerlendirerek 2018’de yayımlanan “Şairler Kahvehanesi” kitabımın “Enver Gökçe” “Ahmed Arif İle” ve “1951 Tevkifatı” bölümlerinde, yaşantısına dair gözlemlerim eşliğinde aktarmaya çalıştım.
Sadece şu kadarını anımsatayım, seveni çok olsun, az olsun, Aziz Nesin’in dediği gibi “yol keçesi niyetine kullanılan ipek halı” olan Enver Gökçe bedelini ödemiş, hesabını vermiştir, kimseye verilecek hesabı kalmamıştır.
(Fotoğrafı, Vatan gazetesinin 1951’de başlayan davanın sonucunu açıklayan ve sanıkların büyük bölümünün vesikalık fotoğraflarını içeren 15 Ekim 1953 tarihli sayısından aldım. Babam Hayrettin Abacı’nın arşivinden.)
O bizim “Ağrılar yâdigarı, türküler yâdigarı” şairimizdi. Elini attığı her değerin içini boşaltan, sistemle uzlaşma içinde bayağılaştıran bütün sahte sol, ilerici unsurlara dikkat çeken bir yazı…