Egemenlerin istediği doğrultuda sanatsal üretim yapmayanlar dün bedel ödediler, bugün ödüyorlar gelecekte de ödemeye devam edecekler. Her şeye rağmen umudu yitirmemek, onu dimdik ayakta tutmak da sanatçıların görevidir.
Neoliberalizm denince 1970’lerden sonra yaşanan sistemi anlıyoruz. Liberalizm deyince ise serbest ticaretin yürürlükte olduğu bir ticaret sistemi anlıyoruz. Dolaysıyla bu iki kavram arasındaki ince çizgiyi unutmamak gerekir. Aslında dünyadaki ekonomik sistemlerin gözü ile baktığımızda liberalizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin adıdır. Neden 2. Dünya Savaşı sonrası olan döneme bu adı veriyoruz ve bunun 1970’lerden ne farkı var? Bunu şöyle ifade etmek mümkün neoliberalizm, liberalizmin kurumlarla desteklenmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Neoliberalizm, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, çok uluslu şirketler vb. gibi uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenmektedir. Bunu sonucu olarak yukarıda sayılan kuruluşlara üye devletler zorunlu olarak neoliberal politikalarda iş birliğine gidiyor.
Devletlerin tüm kurumlarıyla neoliberalizmi desteklemeleri 1970’lerdeki petrol krizi ile doğrudan ilişkilidir. Petrol demek enerji demekti. Enerji yokluğu ekonominin krizi anlamına gelmektedir. Petrol enerjisine bağımlı ülkeler bu kriz sonunda sanayileşmede büyük krizler yaşamaya başladılar. Böyle olunca gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerden olan alacaklarını tahsil edememe riski ortaya çıktı. Haliyle kapitalist ülkeler alacaklarını riske atmamak bir başka deyişle tahsil etmek için neoliberal politikalar üretmeye başladılar. Artık liberal politikalar yetersiz kalmaktadır. Seksenli yılların başında bu yeni politikaların baş uygulayıcıları İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan oldu. Kendi ülkelerinde uygulamakla kalmayıp çevresindeki ülkeleri de bu politikaları uygulamaya mecbur bıraktılar. Böylelikle Milton Friedman’ın karşı çıktığı devletin kontrol ettiği ekonomi, tarım, sağlık vb. kamusal alanların piyasaya açılması, özelleştirmelerin yapılması ve piyasanın tamamen liberalleşmesi fikri uygulanmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşam bulan liberalizm yetmişli ve seksenli yıllarda Smith “laissez-faire, laissez-passer” ilkesi doğrultusunda yeni hali olan neoliberalizm acımasızca uygulanmaya başladı.
Türkiye’de bunun karşılığı “Özallı yıllar” olarak yaşamımızda yer buldu. O yıllarda başlayan özelleştirme furyası günümüzde her anda doruk noktasına ulaşmış bulunmaktadır. Hastaneler, okullar, yollar, limanlar, hava limanları daha aklınıza ne gelirse ya satıldı ya da çok ucuz bedellerle uzun yıllar kiraya verildi. Hatırlarsak Özal’ın Boğaziçi Köprüsünü satacağım sözüne diğer parti başkanı “sattırmam efendim” diye karşı çıkmış, elini sert bir şekilde masaya vurarak bu konudaki kararlılığını göstermişti. Ne gariptir ki özelleştirileceği söylenen Boğaziçi Köprüsü satılmadı fakat son yıllarda yapılanların ve geçiş garantisi verilen köprülerin, havalimanlarının, sarayların, otoyollarının işleticilerinin hepsi birer Deli Dumrul’a döndüler.
Yetmişli yıllarda başlayan ekonomik kriz ile birlikte bitmez tükenmez yolsuzlukların zemin bulması için liberalizm bulunmaz olanaklar yaratıyordu. Serbest piyasa kisvesi altında her türlü kirlik mubah sayılmaya başlandı. Bu yılların sonunda başta müzik olmak üzere ciddi bir kültürel arabesk ortamı yaratıldı. İki binli yılların başına geldiğimizde IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye yolladığı müfettiş Kemal Derviş neoliberal uygulamaların ülke topraklarına iyice yerleşmesine neden oldu.
“Neoliberalizm, bir ekonomik-politik sistem olmasından öte, dünyayla, doğayla, nesnelerle ve canlılarla sınırsız büyüme ve kalkınma varsayımı üzerinden ilişki kurmayı ifade ediyor.” (1)
Yaşamın her alanına nüfuz etmek, düşüncelerini kontrol etmek ve kendi istediği tipte toplum yaratmak haliyle vazgeçilmezi oluyor. Her ne kadar neoliberal sistem ekonomik bir sistem olarak tanıtılsa da gerçekte insana dair ne varsa uygulamalarıyla orada var olmaktadır. Bunun sonucu olarak toplum belirlenen politikalar doğrultusunda şekillendirilir. Bir topluma yön vermenin en etkin yolu geniş kitlelere ulaşmaktır. Biz biliyoruz ki geçmişte olduğu gibi günümüzde kitleleri etkilemenin en kolay yollarından biri toplumsal beğeni kazanmış bireylerden yararlanmaktır. Bir başka deyişle onları kontrol altına alarak topluluklar üzerindeki etkisini kendi lehlerine kullanmaktır. Bu durumun en tipik örneklerinden biri özellikle ses sanatçılarının siyasi parti mitinglerinde sahne almasıdır. Olumlu bakış açısıyla sanatçıların ya da yorumcuların bu tür etkinliklere katılması gayet doğal olarak görmek gerekiyor. Ücreti karşılığında konser verdi, sanatını icra etti dememiz mümkündür. Yeter ki sanatçı mitingine katıldığı siyasi partinin bir uzvu haline gelmesin. Türkiye özelinde gidişat böyle olmuyor. Sanatçılar veya yorumcular parti adına siyaset yapmaya, milletvekili olmaya, parti liderinin çevresinde pervane olmaya başladılar. Bunun en net hali son yıllarda saray çevresinde kümelenen bir grup yazar, çizer, şarkıcı, türkücü örneğinde görebiliriz. Saraya bağlananlar “sanat” üretmek yerine “biat” üretmeyi daha kolay kazanç yolu olarak görüyor olmalılar. Liberalizmde, kazanda nasıl kazanırsan kazan düşüncesi egemen olduğuna göre el etek öpmek, el pençe durmak bu tür insanlar için zor olmasa gerektir.
Kanaatime göre liberalizm, tıpkı kapitalizm gibi önü sonu belli olmayan haydut bir soygun düzeninin adıdır. Smith’in “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözü, her yol mubahtır anlamına gelmektedir. Her yolun mubah olması yalnızca ekonomik alanda yıkıma, sömürüye neden olmakla yetinileceği anlamına da gelmiyor. Sanatsal ve kültürel alanda da denetimi gerekli kılıyor. Özgür, toplumcu sanat anlayışı ile Zizek’in deyimiyle “post-politik” bir hal alan neoliberal politikaların çatışması kaçınılmaz olacaktır. Dolaysıyla burada devlet kendisi için tehdit olarak algıladığı sanata, sanatçıya karşı “zor aygıtlarını” devreye sokmaktadır. Sanat için zor aygıtı yaşananlardan öğrene geldiğimiz geçmişte cezaevleri, sürgünler, zorunlu ikametler, günümüzde ise işsiz bırakma, medyada görünmez kılma, etkinliklerini yasaklama, konserleri iptal etme şeklinde yaşam bulmaktadır. Siyaset, sanatı kontrol altında tutuğu ve kendi propaganda aleti olarak kullandığı sürece özgür sanat yapmak mümkün olmayacaktır. Hangi siyasal rejimde olursa olsun eğer sanat ve sanatçı yöneten gücün kontrolü altındaysa orada ne sanattan ne de sanatçıdan söz etmek mümkün değildir.
Sanat Sermaye İçindir (!)
Neoliberalizmde devletin sanata ve sanatçıya ayırdığı kaynak, sağladığı olanaklar azalmaktadır. Yaşanan ekonomik krizler tüm yaşam alanlarını olduğu gibi sanat alanını da bir cenderenin içine sokmaktadır. Sanatsal etkinliklerin maliyetleri o kadar yüksek meblağlara ulaşmıştır ki bunu sonucu olarak ya sanatsal çalışmalar yürütülmemekte ya da sermayeye bağımlılık zorunlu bir hal almaktadır. Devletin sanattan uzaklaşmasına karşın şirketler “sanat sponsorluğu” adı altında pek çok sanatsal etkinliği desteklemektedir. Sermaye sahiplerine ait AVM’lerde salonlar tahsis edilmekte, etkinlik giderleri finanse edilmektedir. Bu destek “zararsız sanat” bir başka deyişle “faydalı sanat” yapanlara sağlanmaktadır. Şirketlerin sponsor olduğu etkinliklerde sanatçının kapitalist sisteme veya neoliberalizme bir eleştiri sunması mümkün olmamaktadır. Velinimete söz söylemeden “sanat” yapılmaktadır.
Denetimli destek, Kültür ve Turizm Bakanlığının katkı sunduğu sanatsal projeler için de geçerlidir. Örneklersek: 2023 yılı Antalya Altın Portakal Film Festivalinden çekilen ve ardından da festivalinin iptaline kadar giden (Daha sonra gerek 20 kişilik jüri heyetinin çekildiklerini açıklaması gerekse Zeki Demirkubuz’un da son filmi Hayat’ı festivalden çektiğini açıklaması gibi tepkiler üzerine bu karar geri alındı, festival yapıldı.) KHK ile ihraç edilen iki öğretmenin yaşadıklarını anlatan “Kanun Hükmünde” adlı film tartışmalara neden olur olmaz Bakanlık festivalden desteğini çektiğini açıkladı. Bununla da yetinilmeyerek daha sonra filmin herhangi bir salonda gösterimi dahi engellendi, engellenmeye devam edilmektedir. Gerekçesi de son yıllarda her derde deva olan “örgüt propagandası” idi. Nitekim Uluslararası 19. İşçi Filmleri Festivali kapsamında gösterimine bir saat kala aynı gerekçelerle sansür uygulanarak yasaklandı. Mayıs 2024 itibarıyla da filmin sinemalarda hatta özel salonlarda gösterimi yasaktır. İktidardaki egemen güç kendi dönemlerinin en demokratik uygulamaların yaşam bulduğu bir zaman dilimi olduğu iddiasındadır. Onlar için demokrasi, özgürlük, sanatsal üretim serbestliği kendilerinin çizdiği sınırlar içinde olduğu sürece sorun oluşturmamaktadır.
Sanatçı özgür sanat üretimi için mücadele etmek zorundadır. Eğer günümüzün moda deyimiyle “konjonktürel” diyerek zamana ayak uyduruyorsa, o artık sanatçı olma vasfını yitirmiştir. Yılın belli dönemlerinde saray sofrasına oturmak için el etek öperek varlığını sürdürüyorsa liberal anlayışın istediği “sanatçı” tipi oluşmuş demektir.
Bir başka konu ise “Devlet Sanatçısı” kavramıdır. Devletin sanatçısı olur mu, bir başka deyişle sanatçı devlete ait olur mu sorusu aklımızı meşgul etmektedir. Devletin sanatçısı olunca temsilcisi olduğun sistemi eleştirmen pek mümkün görünmüyor. Türkiye’de 1971’de on bir müzisyene devlet sanatçısı unvanı verilmesinden sonra 1981’de on, 1987’de yedi, 1988’de iki, 1989’da otuz sanatçı olmak üzere 60 sanatçıya devlet sanatçısı unvanı verildi. Bununla da yetinilmeyip 1991 yılında yapılan yönetmelik değişikliği sonucu 36 kişi, 1998 yılında ise 85 kişi devlet sanatçısı ilan edildi. Pek çok kişi bu unvanı almayı kabul etmedi. Devlet Sanatçısı unvanı verilen Yaşar Kemal’in ret gerekçesini okuduğumuzda konunun önemini daha iyi anlamış oluruz. “Kültür politikası olmayan, ya da kültür politikası kültürü yozlaştırmak olan, yenilikçi ulusal edebiyatımızı okul kitaplarımızın dışına süren, böylelikle de Türk insanını en az okuyan uluslar düzeyine indiren, zindanları yazarlara, şairlere ikinci bir ev eyleyen, demokrasiyi engelleyen yönetimlerin adı ne olursa olsun, bana verdikleri hiçbir payeyi, ülkemiz gerçek bir demokrasiye kavuşana kadar kabul etmeyeceğim.” Bu açıklama siyaset ve sanat ilişkisini gayet kısa ve net şekilde anlatmaktadır. Devletin, siyasetin kontrolüne giren şey sanat değildir. Bir başka deyişle sanatı kısıtlayan, sanatçıyı hapseden bir siyaset özgür sanatın önündeki en büyük engeldir.
Devlet sanatçılığı unvanı yetmişli yılların başında sadece çok sesli müzik sanatçılarına verilirken 12 Eylül faşist askeri darbeden sonra ülkeye hızla yerleşen neo liberal uygulamalarla birlikte sanatın diğer alanlarına da verilmeye başlandı. Devlet sanatçısı olan bir kişinin artık devletin her türlü demokratik hak kısıtlamalarına, insan hakları ihlallerine, emeğin sömürüsüne, ülkede farklı etnik, siyasal ve dinsel kimliklere yönelik baskılara ses çıkarması beklenemez. Gelecek güzel günleri(!) erkenden gören bazı tiyatro, sinema ve ses sanatçılarının 12 Eylül döneminde sanat camiasından insanları şikâyet ettiği, yurt dışında katıldıkları etkinliklerde yaptıkları konuşmalar üzerine aleyhlerine ifade verdikleri bir vakadır. Bu kişilerden bazılarının daha sonra devlet sanatçısı unvanlarını aldıklarını da bilmekteyiz.
Neoliberal politika uygulayıcıları kültürel alanda kurmayı hedefledikleri hegemonyayı oluşturmak amacıyla kendilerine bağlı sanat birlikleri oluşturma yoluna gitmektedirler. Bazen daha kestirme yollara başvurup MESAM’a yaptıkları gibi kayyım atıyorlar. Devletle bağlı tüm sanatsal faaliyet alanlarına iktidarlarla göbek bağını kuvvetlendirenler genel müdür olarak atanarak siyasetin, sanat ve sanatçı üzerindeki güç kullanımının kurumdaki uygulayıcıları oluyorlar. Hatta bunlardan bazıları sözde muhalifken (geçmişte Cumhuriyet Mitinglerinde, Gezi Protestolarında boy gösteren) makam bulduklarında gücün borazanı olmakta beis görmüyorlar. Yakın zamanda Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne atanan Tamer Karadağlı, Antalya Devlet Tiyatroları Binasını, Antalya Büyükşehir Belediyesi sorumluluğunda sanarak yerden yere vurmuştu. Böylece efendisinin sesi olacağını ve “aferin” alacağını düşünmüş olmalıydı. Çünkü bu açıklama 31 Mart yerel seçimlerinin hemen öncesinde yapılmıştı. Daha sonra binanın Kültür ve Turizm Bakanlığına yani kendisine makam tahsis edenlere ait olduğunu öğrendiğinde ise muhtemelen bina ile ilgili söylediklerinden dolayı bin bir pişmanlık yaşamıştır. Sanat ve sanatçı belli bir siyasetin, şirketin, iktidar erkinin uzantısı haline geldiğinde özgünlüğünü yitirmektedir.
Türkiye’de politik bir yapıyla ilişkisi olmakla birlikte geniş halk kitleleri üzerinde ciddi bir etki kuran, farklı çevrelerden dinleyicilere hitap eden Grup Yorum istisna olarak değerlendirilebilir. Seksenli yılların sonundan başlayan müzik yolculuğu iki binli yıllarda yüz binlere varan sayıda insanın katıldığı konserlere ulaşmıştı. Yorum, bir süre sonra inanılmaz düzeyde politize oldu. Sanat üretmekten ziyade politika üretmeye yöneldi veya yönlendirildi böylece politik sözcülük üstlenerek asil alandan çıktı. Zaten o ve benzeri müzik gruplarından ziyadesiyle rahatsız olan siyasi iktidar bu fırsatı kullanarak olanca gücüyle baskı uygulayarak grupların işlevsizleşmesine yol açtı. Türkiye’de sanatsal etkinlik yapamaz hale getirdi.
Neoliberal çağ diye adlandırılan son elli yıllık politik sistem, Sovyet Bloku’nun 89 çözülmesi sonunda tek kutuplu dünya söylemini hâkim kılmaya çalışıyor. Bu yolda da bir hayli mesafe aldığını kabul etmemiz gerekiyor. Bunu sonucunda son 25/30 yıllık süreçte yapılan seçimlerde ülkelerdeki faşist partilerin iktidara gelmeleridir. “Laissez faire” uygulamaları ancak faşist ideolojilere ve faşizan uygulamalara sahip kişilerin bulunduğu iktidarlarda hayat bulacaktır. Kırk altı üyeli Avrupa Konseyi devletlerinin kaç tanesinin yönetiminde sağcı, aşırı sağcı, bizdeki gibi dinci faşist kişiler iktidarda diye sorduğumuzda yanıt olarak üçte ikisi diyebiliriz.
Sonuç olarak siyaset topluma hükmetmek, yönetmek, denetlemek, istenilen şekilde davranmasını sağlamak amacıyla yapılmaktadır. Geniş kitlelerin söz sahibi olmadığı komünal yönetimin bulunmadığı (bireylerin öne çıktığı) her siyasi düzende iktidar gücünü elinde bulunduranlar geniş halk kitlelerinin kendileri gibi düşünüp davranmalarını isteyecektir. Böyle bir anlayışın iktidar olduğu yerde de sanatın siyasetin prangasından kurtulması mümkün değildir. Egemenlerin istediği doğrultuda sanatsal üretim yapmayanlar dün bedel ödediler, bugün ödüyorlar gelecekte de ödemeye devam edecekler.
Her şeye rağmen umudu yitirmemek, onu dimdik ayakta tutmak da sanatçıların görevidir.
Turan FIRAT