Kültür endüstrisi arzuları kışkırtır ve metalaştırır onları markalara dönüştürür. Her şeyin pazara sunulduğu dünyada arzuların ortaya çıkartma ve kışkırtma görevini sanatçılar yapar. Postmodern dünya dediğimizde, sanatın arzuları kışkırtan ve insana yeni bir benlik katıyormuş güdüsüyle ortaya çıkan sanat ve bu işi kültür endüstrisinin çarklarına uygun yapan sanatçıları anlamak lazım.
Neoliberal kavramı kırk elli yıldır ülkemizin gündemindedir. Bu kavram daha çok kapitalizmin yeni biçimini gösterirken bize, bu kavram üzerinden daha çok ekonomi politik göndermeler ve değerlendirmeler yapılıyor. Bütün bu tartışmalar kapitalizm ve yeni biçimi neoliberalizm üzerinden giderken, kapitalizmin genel dokusunun biçimsel değişimi ve geçmiş dokusunun yeniden değerlendirilmesi göz ardı ediliyor gibi. En önemlisi neoliberalizmi belirleyen emperyalizmin küresel pazara dönüşmesi ve metaların pazara sürülürken, estetik bir nesneye dönüştürülmesi ve meta estetiğinin daha güçlü halde ortaya çıkması süreci.
Peki neoliberal dünyaya nasıl bakmalıyız? Bu süreci belirlemek için öyle çok kavramlar kullanılması, süreci belirlemekten çok bir muammalar, belirsizlikler yaratıyor. Her kavram kendi içinde gerçeklik payı taşısa da bütünlüğe baktığımızda yeterli olmuyor gibi. Bu parçalı ve eklektik kavramlar dizgesi siyasal mücadele eden hareketleri etkilediği için parçalı ve eklektik bir mücadelede hayat buluyor. Bu ise siyasal mücadele yapan hareketlerin bu kavramı kullanmaktan daha çok, günümüz emperyalizminin değişen biçimini öne çıkaran bir siyasal hat izlemesi sorununu önümüze koyuyor. Bunun yanında emperyalizm olgusuna daha bütünlüklü ve diyalektik bakmayı. Teorinin yeniden oluşturulması alanında yeterli kadro ve siyasal dikkat olmadığı veya yaratılan sanal algıyla engellendiği için şimdilik bu biraz zor gibi.
“Bu yeni toplumu Amittai Etzioni ‘modernlik-sonrası çağ’ (post-modern era), George Lichtheim ‘burjuva-sonrası toplum’ (post-bourgeois society), Herman Kahn ‘ekonomi-sonrası toplum’ (post-economic society), Murray Bookchin ‘kıtlık-sonrası toplum’ (post-scarcity society), Kenneth Boulding ‘uygarlık-sonrası toplum’ (postcivilized society), Daniel Beli ‘post-endüstriyel toplum’ (post-industrial society), Peter F. Drucker ‘bilgi toplumu’ (knowledge society), Paul Holmes ‘kişisel hizmet toplumu’ (the personal service society), Ralf Dahrendorf ‘hizmet-sınıflı toplum’ (the service class society) veya ‘kapitalizm sonrası toplum’ (post-capitalist society), Zbigniew Brzezinski ‘teknokratik çağ’ (the technetronic era), ve Y.Masuda ise “enformasyon toplumu” (information society) olarak adlandırmaktadır (1990) . Castells (1999) ise network toplumu (network society) kavramını kullanmıştır.
2000’li yıllarda ise yükselen yeni dönemi tanımlamak içim “sanal toplum”(virtual economy), “digital ekonomi” (digital economy), “enformasyon ekonomisi” (information economy) ve “yeni ekonomi” (new economy) gibi kavramlar kullanılmaya başlanmıştır.” (1)
Bu kavramlar daha da artabilir: gösteri toplumu, tüketim toplumu, gözetleme toplumu, geç kapitalizm, ödül ve yarışma toplumu vb.
Yukarıdaki alıntıda göründüğü gibi “post” ifadesi bol bol kullanılıyor. Bu bir olumlu algı yarattığı gibi sanki emperyalizmin aşıldığı yeni bir ekonomi önümüzde varmış gibi gösteriyor. Post kelime anlamıyla sonrası demek olduğuna göre, bir aşılmayı içinde taşır. Bizde ise sanat alanında bu kavram postmodernizm olarak kullanılır. Modernizmin aşıldığı, bir daha gelmeyeceği algısı yaratılırken, modernizm ve kapitalizm arasındaki ilişki yeterli sorgulanma süreci de dışarıda bırakılıyor. Gerçekten biz de postmodern dünya üzerinden tartışmalarımızı yapalım mı? Bence bu kavram üzerine yeniden düşünmek gerektiği gibi kapitalizmin emperyalist aşamasıyla şekillenen bu kavrama dair içlem ve kaplam katmak zorunlu gibi. Fakat aynı durumu neoliberalizm için de söyleyebiliriz. Liberalizm kavramı kendi içinde olumluluk taşırken bir de yeni öneki kullanılıyor. Gerçekten kapitalizm ve özgürlük bir araya gelebilir mi? Hele yeni öneki verilerek. Demek ki bu kavramlarda ortaya atanların dikkatinden kaçsa da, kapitalizme dair bir olumlu algı yaratmak için. İçinde ne kadar eleştirel bir doku da olsa, bu kavramların kullanılışı ile kapitalizmi olumlama arasında bir ilişki varmış gibi.
Fakat bütün bunlar kapitalizmin emperyalizm aşamasının yeni bir kavram bütünlüğü içinde ve olumsuzlanmaya dayanan ve aşılmayı işaret eden bir şekillenme gerekliliğini gösteriyor bize. Bütün bunlara rağmen bende yer yer şimdilik kullanılan bu kavramlarla yürümeye çalışacağım.
Öncelikle bilmemiz gereken olgu neoliberal yapı, 1950’lerden sonra şekillenen ve günümüze kadar uzanan küreselleşen dünyanın bir uzantısıdır. Neoliberal ideolojinin pervasızlığı ona karşı oluşturulmuş direniş odaklarıyla ilgilidir. Sınıfsal direnişin olduğu her alanda neoliberal ideolojinin gerilediğini, sönümlendiğini, içe kapandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde Sovyetlerinin yıkılışıyla, neoliberalizme karşı merkezi direniş odaklarının yaratılması da gerilemiştir. Küreselleşen dünya ve sermayenin neoliberal politikaları dünyamızda egemendir. Bu neoliberal politikalara dair ulusal bazda mücadeleler olsa da sermayenin küreselleşmesini engelleyen küresel bir sınıf mücadelesinden bahsetmek zor gibi. Çan eğrisi bu noktada emperyalizmin daha güçlenmesini sağlarken, sınıf mücadelesini gerileten bir çizgide gidiyor.
1950’lerden sonra yavaş yavaş yarı sömürge ve sömürge ülkelerin işbirlikçi firmalarıyla birlikte sermayenin küreselleşmesi ve buna uygun küresel pazarın kurulma süreci başlamıştır. Fakat bunu sadece işbirlikçi sermayeye bağlamak doğru olmaz. Küresel pazarın oluşum süreciyle ve bu küresel pazarda yer almak için bütün sermaye grupları bütün gücünü ortaya koymaya çalışmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerin siyasal yapıları ve devlet bu pazarın içinde olmak için çok çeşitli program ve projeler uygulamıştır. Bu küresel pazarın sınırlarını çizen, kotaları koyan ve dengeleri belirleyen daha çok tröstleşmiş, kartelleşmiş küresel sermayedir. Devletler ise bu küresel sermayenin ortaya koyduğu program ve projeleri destekleyen siyasal dokulara dönüşmüştür. Vatan kavramı bu küresel pazar içinde olmakla özdeş hale gelmiştir. Bu anlamda bağımsızlık söylemi de bu pazarda olmakla şekillenmiştir. Bizde ve dünya da gitgide büyüyen milliyetçilik ve ırkçılık ideolojisine buradan bakmak lazım. Küresel pazar ve bu pazarda olmak milliyetçi bir vatan anlayışıyla pazarlanmaya başlanmıştır.
1910’larla başlayan ve 1950’lere kadar dünyayı kapsayan üretim biçimi fordizmdi. Bu vasıfsız elemanların hızlı bir şekilde fabrika içine girdikleri ve seri üretimin parçası oldukları bir süreçti. Böylece kalifiye elemanların azaldığı ve fabrika içinde etkin oldukları sürecin dışına çıkıldı. Kalifiye elemanlar önce ustabaşı süreciyle var olsalar da süreç içinde kalifiye elemanlar fabrika dışına doğru çıkarak, üretiminin teknik elemanlarına dönüştüler. Böylece kalifiye eleman yetiştirme alanı hızlı bir şekilde üniversitelerin alanına dönüştü. Mavi yaka beyaz yaka sürecinin başlaması olan bu süreç işçi sınıfının ideolojik ayrışımını da başlatan bir süreç oldu. İşçinin fabrika veya atölye içindeki işlevi sönümlenmeye ve seri üretiminin bir parçası olmaya başladı.
“Bilindiği gibi endüstri toplumlarında yarı vasıflı işçiler çalışan sınıf içinde en kalabalık grubu oluşturmuşlardır. Hizmet sektörünün gelişmesiyle de eğitim, idare ve büro işlerinin artışıyla da beyaz yakalı işçilerin yapacakları işlerin sayısında çok büyük artışlar ortaya çıkmıştır. 1956 yılına gelindiğinde ilk defa beyaz yakalılar, endüstri uygarlığı içinde mavi yakalıların sayısını geçmiştir;1970 yılında ise bu oran beşte dördünden fazladır. Ancak çok daha anlamlı bir başka değişme ise bilim adamları, teknisyenler, mühendisler, öğretmenler, tıp personeli gibi “teknik ve profesyonel sınıfın” sayısındaki artıştır. 1940 yılında 3.9 milyon olan teknik ve profesyonel sınıfın sayısı 1964 yılında 8.6 milyona yükselmiştir. Daha sonraki yıllarda ise post-endüstriyel toplumun kalbi olan bu sınıf hızla yükselişini sürdürmüştür.” (2)
Buradaki diğer sorun ise kapitalist ideolojinin hayatın her alanına yayılması ve kapitalist ideolojinin büyük bir şekilde destekçisi olan işçi sınıfı dokusundan çıkan yoğun bir küçük burjuva sınıfının oluşmasıdır. Kapitalizmin savunusunu artık, kapitalizme her şeyi ile teslim olmuş bu sınıfın görevi olmuştur. Sınıfsal aidiyetlerinden kopan bu yeni küçük burjuva sınıf kapitalizmin her gün kendini yenilemesini sağlarken, ideolojik hegemonyanın kurulmasını da sağlayan ve kültürün endüstriye dönüşmesini sağlayan sınıftır.
Sovyetler ve Marksizm’in Gelişimine Kısa Bir Bakış
90’larda Sovyetlerin çökmesiyle, küresel sermayenin şekillendirdiği küresel pazar hız kazanmış, dünyanın her yerinde egemenliğini neoliberal politikalarla kabul ettirmiştir. Bu durumla birlikte işçi sınıfı hareketlerini etkileyen Sovyetlerin etkisinin azalması ile iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçilmiştir. Emperyal hedefleri koruma kollama mantığı sadece emperyalist ülkelerin hedefinde olmamış yörünge değiştiren eski sosyalist cumhuriyetlerde de başlamıştır. İki eski sosyalist cumhuriyet Rusya ve Çin hızlı bir şekilde dünya küresel pazarın etkin güçleri olmuş, dünyada dengelerin hızlı bir şekilde emperyalizmden yana olmasını sağlamıştır. Böylece yıllarca Marksist hareketlerin ideolojik destek aldıkları sosyalist cumhuriyetler emperyalist devletlere dönüşmüştür. Doğal olarak neoliberal politikalarında destekçileri olmuşlardır. Bu tek kutuplu dünyanın yarattığı şaşkınlık ve ideolojik yetersizlik dünya emekçi hareketlerinin hızlı bir şekilde çökmesini ve emperyalist ideolojiye karşı sınıf merkezli bütünlüklü mücadelelerin önünü kesmiştir. Neoliberal politikaların aymazlığı bu şaşkınlık ve yetersizlik halinin getirdiği bir sonuçtur.
Marksizm’in oluşum süreçlerindeki üç ayak yenilenerek bir süreç ortaya çıkarılması da Marks’tan sonra şekillenen Marksist hareketlerin dikkatsizliği ve siyasal mücadelelerin şekillendirdiği zamansızlıktan dolayı oluşamamıştır. Marks’ın ideolojik şekillenişi ve eleştirel anlayışını belirleyen bu üç ayak Alman felsefe geleneği, Fransız militanlığı ve İngiliz ekonomi politik anlayışı Marksizm’in varlık haline dönüşmesini sağlayan ideolojik ayaklardır. Avrupa merkezinde oluşan bu üç ayak aynı zamanda dünyada şekillenen kapitalizmin eleştirisi üzerinden şekillenmişti. Marksizm’in önemli ideolojik cephaneliği de bu süreçte ortaya çıkmıştır. Sonradan Lenin’in ortaya attığı tezler ve bu tezlerden en etkili olan emperyalizm, dünya işçi sınıfı hareketlerine kapitalizmin yeni noktalarını göstermesi anlamında önemlidir. İşaret edilen olgu banka sermayesiyle, ticaret sermayesinin birleşmesi ve emperyalist dünyanın büyümesiyle şekillenen sömürgecilik anlayışıydı.
Sınıf mücadelesi ve bağımsızlık kazanmak isteyen halkların mücadelesi 19. yüzyılın en önemli mücadele ayakları olmuştur. Marksist kuramın şekillenişi de bu olgularla ortaya çıkan sorunlar çevresinde olmuştur. Bu sorunların yakıcılığı, tek ülkede sosyalist devrimin getirdiği sonuçlar ve Lenin’in sürekli devrim kuramından, kesintisiz devrim anlayışına geçmesi çok çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Kesintisiz devrim kuramı emperyalizm ve sömürgeler sorununu birincil sorun yaparken, gelişmiş emperyalist ülkelerde gelişen işçi sınıfı hareketleriyle oluşturulacak bağ kesintiye uğramıştır. Böylece çift kutuplu dünya şekillenirken, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıfsal mücadele süreçleri yeterince ilgilenilmemiş, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki mücadeleler başat hale gelmiştir. Oysa kapitalizmin iç dinamiğini belirleyen ve eleştirilerek aşılması için yetkin bir teorik mücadelenin gerektirdiği alanlar daha çok gelişmiş kapitalizmin bu iç dinamiğiydi. Böylece kapitalizmin gelişim dinamiklerinin irdelenmesi ve aşılması sorunu, sıcak mücadele alanlarının getirmiş olduğu sorunlardan dolayı dışarıda bırakılmıştır. İkinci paylaşım savaşı insanlığa yıkılmış bir dünya bırakırken, bu süreçte en ağır darbeyi de Sovyetler almıştır.
Yukarıda bahsetmek istediğim sorunlar çevresinde ve gözden kaçan en önemli olgunun kültürel alan mücadelesinin, kapitalizmin gelişmişliği ve bu gelişimle birlikte şekillenişinin gözden kaçırılmasıdır. Sömürge ve işçi sınıfı sorunları başat sorun olurken, sınıfın ve sömürgelerin yabancılaşmasını sağlayan metaların fetiş karakteri ve şeyleşme olgusuna dair pek bir şey söylenmemiştir. Marks Kapital’de bu fetiş karakterinden ve şeyleşme olgusundan bahsederken, kesintisiz devrim ve buna uygun şekillenen ideolojik yapılar bu durum üzerine pek kafa yormamıştır. En önemlisi Marksizm’in yeniden üretilmesi ve geliştirilmesinin temel ayakları bu zeminde iken bu süreç hep dikkatlerin dışında kalmıştır. Böylece sömürge ve işçi sınıfı sorununa bütünlüklü bakmanın yolları tıkanmıştır. Almanya ve İtalya’da faşist hareketlerin oluşmasıyla, metaların fetiş karakteri ve şeyleşme olgusu arasındaki ilişki açıkça ortadayken.
Almanya’da şekillenen faşizm ve bu ideolojik şekillenişin karşısına Marks’ın Kapital’inden aldıkları meta fetişizmi, şeyleşme ve Freud’la başlayan psikiyatri anlayışıyla ile açımlamaya çalışan Frankfurt Okulu, kapitalizmin yeni durumunu kültürün endüstriye dönüşmesini gösteren kültür endüstrisi kavramıyla açımlamaya çalışmışlardır. Bu kavramın çevresinde Marksizm’in gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden üretimi ve yeni bir bütünlük yaratma imkânı varken, ne yazık ki bu süreç ortaya çıkarılmamıştır. Frankfurt Okulu’nun sınıf mücadelesinden kaçak hareket etmesi, sömürge ve işçi sınıfına dair olumsuz bakışları ve Sovyetlerin kendilerinden uzak aydınlara eleştirel yaklaşması bu sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu gün Marksist hareketlerde bu boşluk kendini ağır bir şekilde hissettiriyor.
Bu gün küresel sermaye ile oluşan küresel pazarla birlikte sömürge ve yarı sömürge ülkelerde en büyük sorun kültürün endüstriye dönüşmesidir. Neoliberal politikaların bir yağma ve talan politikasına dönüşmesinin en önemli nedeni de bu küresel pazarın şekillendirdiği ortamdır.
Ülkemizde Küresel Pazar ve Seksenden Sonra Şekillenen Neoliberal Politikaların Getirdikleri
1980 faşist cuntası ile ülkemizde çok çeşitli değişikliklere gidilmiştir. 24 Ocak kararları ve bu kararların uygulanması, 1980 faşist cuntasının oluşumuyla şekillenmiştir. Böylece serbest piyasa anlayışı yerleşmiş, küresel pazarın alanları tamamıyla açılmıştır. Böylece pazarı belirleyen temel olgu küresel sermayenin hızlı bir şekilde dolanımı, örgütlenme ve organizasyonun sağlayan bir alana dönüşmüştür ülkemiz. Küresel sermayeye yönelik bütün kotalar kaldırılırken, onları metalarını rahatlıkla pazarlayacağı pazar alanı kurulmuştur.
Yüzbinlerce insanın hapislere atıldığı, işkencelerden geçildiği, asıldığı bu süreç, aslında küresel sermayenin ülkede rahatlıkla var olması kendi pazar ekonomisinin oluşturması için bu faşist cunta yönetimi iktidara getirilmiştir. Bu sürecin bir adım ilerisi ise küresel ekonominin belirlediği özelleştirme, taşeronlaşma, ülke ekonomisinin alt yapısını oluşturacak sanayi alanının yok edilmesi ve küresel ekonomiye bağlanma süreciyle şekillenmiştir. İşte neoliberal politikalar dediğimizde anlamamız gereken olgu, ülkemizin altyapı ve üstyapı kaynaklarının küresel sermayeye ve onların işbirlikçilerine peşkeş çekilme sürecidir. Bu sürecin yolunu açan ANAP gibi görünse de esas itibariyle bu sürecin uygulayıcısı ve kaymağını giyen AKP ve AKP’ye bağlı işbirlikçi sermaye olmuştur.
Sömürge ve yeni sömürge ülkelerdeki savaşlar emperyalist güçlerin daha güçlenmesini sağlar. Büyüme aşamasında ülkelerin ortaya çıkardığı ekonomi çökerken yerine yeni ekonomik oluşumların var olması zaman alır. Küresel pazarın dayatmaları ağır sanayinin özelleştirmelerle ulusal kapitalistler veya emperyalistlere peşkeş süreci başlarken, yerine küresel pazara uygun hizmet sektörlerinin şekillendiği esnek üretim süreci başlar. En önemlisi bu tarz ülkelerde güçlü bir ağır sanayinin oluşmasını engeller. Bu durumda emperyalistlerin elindeki sanayi işlerlik kazanırken yoğun sermaye akışını elinde bulunduran emperyalistler büyüme çabasında olan ülkelerin ekonomik denetimini eline alır. Bu yüzden emperyalist savaş ekonomisini sürekli halde tutar. Savaşların yeni sömürge ülkelerde sürekli hale getirilmesi emperyalistlerin genel politikasıdır. Bunun yanında savaşlarla silah satışı devam eder. Böylece en randımanlı sektör haline döner silah sanayi. Ülkemizin silah sanayisini kurmak için çabalamasına buradan bakmak lazım. Bunun bir yanı ülkemizde şekillenen küresel pazar anlayışının emperyal emellerin ortaya çıkmasıyla şekillenen sonuçtur. Diğer yanı ise milliyetçi ideolojinin küresel pazarda olmak adına toplumu genel savaş ideolojiyle şekillendirmesidir. Milliyetçilikten kopmuş gibi görünen ulusal sol, küresel pazarın şekillenişini görmekten uzak kalmış böylece bu milliyetçi ideolojinin bir aparatı olmuştur.
İşçi ücretlerinin son otuz yılda baş aşağı düşüşü, (çok çeşitli nedenler olsa da sınıf mücadelesinin gerilemesini de buna katabiliriz) küresel pazarın şekillenmesi ile ilgilidir. Neoliberal ekonomi esnek üretimi birincil yapınca, ürünün üretiminde rekabet ortamı alabildiğine kızıştı. Bizim gibi sömürge ve yarı sömürge ülkeler esnek üretimin merkez alanına dönüştü. Böylece sosyal hakların kısıtlandığı, devletlerin sosyal hak güvencelerinin işçi sınıfının elinden aldığı yoğun sömürü alanları oluştu. Neoliberalller için önemli olan sosyal haklardan daha çok ucuz emek gücüdür. Sömürge yarı sömürge ülkelerin izlediği yol küresel pazarın içinde olabilmek için, zorunlu olarak ucuz emek politikasını izlemek yoludur. Metanın üretiminin olabildiğince aşağı çekebilmek ve küresel pazar içinde olabilmek için gerekli bir yoldur bu. Küresel pazar içinde olmamak ister istemez tepe aşağı gidecek bir ekonomik ilişki biçimidir. Bu rekabet sömürge ve yarı sömürge ülkelerinin kendi içlerinde yaptıkları rekabetin zorunlu bir sonucudur. Böylece sömürge ve yarı sömürge ülkeler daha yoksullaşırken, emperyalist devletler daha zenginleşir. Fakat bu neoliberal politikanın bir diğer yanı ise krizlerin ilk ayaklarının bizim gibi sömürge ve yarı sömürge ülkelerine atılmasıdır. Böylece büyük ekonomik sorunları ve krizlerin sürekliliğini bizim gibi ülkeler yaşarken, küresel pazarı elinde tutan emperyalist sermayenin krizlere karşı daha rahat hareket etmesini sağlar.
Küresel pazar ile ortaya çıkan beyin göçü, bu pazarın rekabet ortamının şekillenişi ile belirginleşir. Emperyalist ülkelerde yukarıdan aşağı doğru bu iş alanları değişimi olurken, sömürge ülkelerde aşağıdan yukarıya doğru bir şekilleniş olur. Küresel pazarın esnek üretimi merkez alması, emperyalist ülkelerde sanayi işçi sınıfının yok olmasını da sağlamıştır. İşçi sınıfının biçiminin değişimi ve ortaya çıkan yeni bilişim ve teknik alana uygun yeterli alt yapı ve kadronun yeterli olmaması, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin bilişim ve teknik donanımlı elemanlarının emperyalist ülkelere yönelmesini sağlamıştır. Bunun yanında esnek çalışmaya uygunluk ve aranan pratik dokunun daha çok sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gelenler olduğu için. Birde bunun yanında küresel sermayenin merkezi emperyalist ülkelerden daha çok sömürge ve yarı sömürge ülkeler olduğu için bu durum beyin göçünü hızlandırmıştır.
Günümüzde siper pazar alanına geçilsek bile dünya pazarının kuruluşuyla telgraf, telefon ve tren yollarının kuruluşu iç içe geçmiştir. Bu alanların kuruluşunda temel amaç insanların daha rahat haberleşmesi veya bir bölgeden başka bölgeye hızlı bir şekilde ulaşması değildir. Aydınlanmaya bağlı ulusallaşma sürecinin retoriği bu olgunun sanki böyleymiş algısını yaratırken yanılsamalı bir algı oluşturur. Aslında bu ülke pazarının oluşturulması ve bu pazarların dünya küresel pazarına hazır hale getirilmesi sürecidir. Bu teknik gelişim içinde belirgin özellik ve ulus burjuvalarının, dünya küresel sermayesiyle birleşme güdüsü vardır.
Neoliberal politikalar sadece esnek üretiminin yayılması ve özelleştirmeler olarak kendini göstermemiştir. Ülkenin altyapı ve üstyapı kaynaklarının, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması olarak da kendini göstermiştir. Bugün her ilimizde 600 ile 1000 arası maden olması ve buna rağmen yüzlerce ÇED projesinin beklemesi, bu yağma ve talanın büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Diyebiliriz ki HES projelerinin uygulanmadığı su kaynağı yok gibidir. Suların sermaye gruplarına satılması ile köylülerin su kaynaklarını yitirmesi baş başa gidiyor. Köylerin mahalle kanunu çıkartılarak ellerindeki bütün olanaklar alındığı gibi mera ve su alanlarının gaspı yaşanmıştır ve köyün alanları içinde olan çoğu alan kısa sürede maden sahalarına dönüşmüştür. Bunun yanında şehir içlerinde olan her yeşil alan bu yağma ve talandan etkilenmiş ve betonlaşmanın merkezi olmuştur. Dünya çapında devam eden bu neoliberal politikalar dünyanın etrafında deşilmemiş alan bırakmamış, dünyanın ekolojik dengesini bozduğu gibi kuraklık ve kıtlığın hızlı şekilde başlamasını sağlamıştır.
Postmodern Anlayış ve Neoliberal Politikalar
Günümüzde kapitalizme karşı istenilen siyasal mücadelenin olmaması, siyasal yapıların sadece yetersizliğiyle açıklanacak bir durum değildir ve bunu Sovyetlerin yıkılışı iki halk cumhuriyetinin Rusya ve Çin’in neoliberal politikalara yönelmesi de yeterli açıklamayı içinde taşımaz. Neoliberal politikalar ve bu politikalarla oluşan bir dünya var. Bu durumun bilince çıkarılması, tek tek siyasal örgütlerde bir evreyi kapsarken, var olan toplumsal yapılarda daha uzun bir sürece yayılıyor. Neoliberal politikalar, kapitalizmin iki olgusu üzerinden sürekli işlerlik kazanıyor. Bir yandan şeyleşme, diğer yandan meta fetişizmi. Bu iki olgu toplumları bir cendere içine alırken toplumlar ve kapitalist ideolojinin egemenliğiyle hareket edenler meta üreticileri bu iki olguyu sürekli işler hale getirtiyor.
Bir metanın kendini var etmesi bir marka olmasıyla iç içedir. Rekabet ve hıza uygun ve insana çağrı yapacak mutluluk ve arzuyu kışkırtacak bir marka. Metanın değişimin değerinin ortaya çıkması ve kullanım değerinin manipüle edilmesi için markalaşma şarttır. Metalar bu markalaşma süreciyle parayla buluşur ve kendini yeniler. Piyasadaki meta dönüşümünü yüksek kar ve bu algıyı oluşturmasıyla sağlar.
“‘Meta estetiği’ kavramı bunu özellikle iki yönden daraltmaktadır: bir yanda ‘güzellik’ yani duyulara seslenen bir görüntü ve diğer yanda metaların, bakanları onlara sahip olmayı isteyecekleri ve satın alma refleksini harekete geçirecek bir tarzda tasarlanmaları. Metaın insanlara güzel görünmesi, onların duyusal anlayışlarını devreye sokar ve duyusal çıkarlar daha sonra onu belirler. Dünyanın yararlı nesnelerinin metalara dönüşmesi içgüdüsel yanıtları harekete geçirir ve yalnızca duyusal nesneler dünyasının değil, aynı zamanda insan duyarlılığının kendisinin yeniden ve yeniden şekillendirilmesinin fonksiyonel araçları ortaya çıkar.
(…) Meta estetiği kapitalist toplumdaki en etkili güçlerden biridir. Geleneksel ideolojik güçleri -dinci eğitim ve sanat- dikkate alır ve onları bir noktaya kadar süzgeçten geçirir. Yeni medya ile bağlantısını kuran, belki de her gün milyonlarca insanın kollektif hayal gücünü belirleyen en etkin güçtür. Bu konu kesinlikle bir yeni moda değildir. Bu konudan, konuyla ilgili her şeyi bitirdiğime inanarak vazgeçmeye kesin bir karar verdiğimde bile, onun tahakkümü altındaydım.” (3)
Günümüz dünyasında duyulara seslenişin aracı olan estetik görüntünün merkez aldığı gösteri dünyasıyla, reklam, tanıtım, imaj, fragman ve benzeri olgularla duyulara yönelir. Algının metalaştırılarak estetiğin kullanılmasıyla karşı karşıyayız. Kısa sürede sanatçı veya metalaştırılmış sanat eserini pazara sürenler bu metalaşmış estetiği merkez alırlar. Böylece sanat eserinin yetkin ifadesi dışa atılır. İmaj ve vizyon adı altında bir algı yaratma ve manipülasyon süreci başlar. Sanat ve sanatçı toplumsal işlevini yitirir pazarın bir meta üreticisi olarak şekillenir. Her manipülasyon bir algı yaratmayla iç içedir. Fakat markalaşma, artık her şeyin metalaşması ile şekillenir. Artık yazar sadece bir romancı, şair, öykücü veya eleştirmen değil artık kendini marka olarak sunan bir metadır. Sanat eserinin metalaşması ile sanatçının metalaşması baş başa gider. Bir marka sürecine uygun metalaşma, kendi içine kapanan ve şeyleşmenin bir nesnesi olan sanatçıyı ortaya çıkartır. Bu sanatçı kendi kişiliğinin markalaşmanın oluşturduğu bir egoyla kapatır. Böylece sanatçı ile toplum arasındaki ilişki bir marka ile toplum arasındaki ilişkiye döner. Bu markayla özdeşleşme hali, kişilik ve kimlik ilişkisinin bir adım ötesinde markalaşma yani şeyleşme halidir.
“Parçalı eylem sahalarından ve yalıtılmış bireylerden oluşmuş bir toplumla karşı karşıyayız ve hedef, bu toplumu deşifre ederek, altında yatan ‘biz’i ortaya çıkarmak. Bu sahaların hep birlikte, bu bireylerin ortak ürünü olarak yorumlanması gerekir. Bu unsurun, Honneth’in şeyleşme inşasında tamamen ortadan kalkmasının bir nedeni de bu ‘biz’in Lukacs’ın çalışmasının idealist önyargısının belirtisi olan temel özne-nesne birliğiyle yakından ilintili olmasıdır. ‘Biz’, tarih boyunca kendini yaratan kolektif toplumsal öznenin idealist bir yansıması olan ‘Ben” içinde kaybolur. Bu, Lukacs’ın zamanının proletaryasıyla özdeşleştirdiği kolektif ‘ben’, ya da özne-nesne birliğidir: proletarya emeği üzerinden öznelliğin üretici gücünü bedenlendirmiş, eşzamanlı olarak şeyleşmiş toplumsal koşulların nesneleştirici etkilerine doğrudan maruz kalmıştır. Lukacs güçlü siyasal öznellik modeline işte böyle varmış, fakat karşılığında yüksek bir bedel ödemiştir.
Tanıma paradigmasının çıkış noktası olan kolektif bir “ben”in içine çökmüş “biz”in bu sorunsalını tanıma paradigmasının çıkış noktası olarak alırsak, şeyleşme ve tanıma arasındaki bağıntıya dair farklı bir görüş de ortaya çıkar. Bu görüş hem Honneth’in hem de tanıma paradigmasını reddeden güncel şeyleşme inşalarının sunduğundan farklı bir görüştür. Lukacs’ın ‘biz’i şeyleşmiş toplumsal koşulların eleştirisinin normatif yönelim noktasını tesis etmekle birlikte, idealizmle bağlantısı onu kusurlu kılar. Bu durumda meselenin aldığı şekil şudur: şeyleşme koşullan altında gizli kalmış ‘biz’i idealist bir ‘ben’e dönüşmeyecek şekilde kurmanın yolu nedir? Eleştirel kuramın iletişimsel dönüş sonucunda geçirdiği evrim sürecinde şekillenen örtük yanıt, tanıma paradigmasının formülasyonudur. Bu dönüşü sarih bir şekilde ortaya koyduğumuz anda, bu iki paradigma arasındaki bağıntıya dair anlayışımız önemli derecede değişir. Eğer tanımayı idealist ‘ben’den ayrılmış bir ‘biz’i ayrıntılandırmak için gerekli olan bir yapı olarak anlarsak, tanıma paradigmasını, Honneth’in anladığı şekilde, şeyleşme paradigmasının bir ikamesi olarak yorumlayamaz hale geliriz: tanıma daha çok, şeyleşme paradigmasına içkin bir sorunsala verilen tepki halini alır.” (4)
Şeyleşme, sadece metalarla ilgili değildir. Topluluklar ve bu topluluklar içinde bir aidiyet oluşturmak ile de ilgilidir. Metalarla olan alanı daha çok meta fetişizmi kavramıyla açıklamak gerekir. Marksizmin kurucusu Marks kapitalizm incelemelerinde bu iki kavramı kullanmıştır. Metalar alanına yönelik meta fetişizmi kavramını daha çok kullanmıştır. Topluluklar ve aidiyet oluşturma alanına yönelik ise daha çok şeyleşme kavramını kullanmıştır. Marks gençlik sürecinde Hegel’ci kavram olan yabancılaşma kavramını kullanmış sonra ise bu kavramı pek kullanmamıştır.
Şeyleşme daha çok ‘gibili’ bulanık veya net olmayan görüngüyü karşılar. Yani Platon dediği gibi sanılar alanını karşılar. Topluluk veya gruplar kendi varlıklarının dışına çıkarak gibi’li yaşam alanları kurarlar. Bunun en üstünde ulusal ve dinsel aidiyetler vardır. Fakat bütün bu alanlarla birlikte üst formasyon ulusal ve dinsel aidiyetler olsa da altta futbol fanatikliği, mahallelik, şehircilik, oyuncu veya müzisyen fanatikliği, parti fanatikliği, şirket aidiyeti ve benzeri yüzlerce olgu sayılabilir.
Bütün bu sanılar alanıyla oluşan dünya insanın sadece insan olarak kendi varlığından erinç duymasını engellediği gibi nesnel gerçekliği algılarımızı engelleyen bir bariyer örer. Böylece topluluklar içinde insanlar sanılar alanının dışına çıkamaz. O ‘gibi’ olur. Fakat sorun bu kadar basit değildir, bu gibi’li sanılar alemi, bir ideolojik doku oluşturur. Her olgunun üstünü örten, sislendiren bir doku. İşçi, emekçi, köylü böylece kendi sınıfsal aidiyetinden kopar o gibi’li cemaat kültünün bir parçası olur. Böylece gibi’li yaşam formları içindeki topluluklara ulaşabilmenin yolu, devrimci yapılara engellenmiş olur. Ya devrimci yapılar o gibi’li yaşam formlarının zorunlu devamlılığını sağlayacak ya da onun dışında sadece kendi dünyası içinde varlığını devam ettirecek. Devrimci yapıların otonomluğunu yaratan bu şeyleşme durumu ve bu durumu aşacak ideolojik yetersizlik onlarında bu şeyleşme olgusunun üreticisi olma durumu yaratır. Popülizm, revizyonizm, kitle kuyrukçuluğu ve benzerleri bu süreçle ortaya çıkar.
Aslında bu sorunun çeperi insanlığın tarih boyunca ürettiği kimlik, kişilik sorununun kapitalizmle daha geniş bir şekilde yayılmasıdır. Bu sanılar alemi insanlığın baş aşağı görünümünü sağlayan, kişinin tekil varlık olarak ve toplumsal bir varlık olarak kendinden erinç duymasını engelleyen bir yabancılaşmadır.
“Belki şöyle bir fikir birliğinden söz edilebilir: tipik postmodernist ürün, şakacıdır, kendi kendiyle dalga geçer, hatta şizoiddir; aynı zamanda, yüksek modernizmin gösterişsiz kendine yeterliliğine, ticareti ve meta biçimini arsızca kucaklayarak tepki gösterir. Kültürel geleneğe karşı tavrı saygısız bir pastiş görünümündedir; kasıtlı olarak amaçlanan derinlik yokluğu, her tür metafizik ağırbaşlılığın altını oyar. Bu, bazen acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılır.
(…) Postmodernizm, bu tür ‘üst-anlatılar’ın ölümünün habercisidir. Bu ‘üst-anlatılar’ın gizli terörist işlevi, ‘evrensel’ bir insan tarihi yanılsamasını temellendirmek ve meşrulaştırmaktı postmodernizme göre. Şimdi artık, manipülasyona dönük aklı ve bütünsellik (totality) fetişi ile bu modernlik karabasanından uyanma sürecindeyizdir. İçine uyandığımız yeni ortam, bütünleme ve kendini meşrulaştırma yolundaki nostaljik dürtüden kurtulmuş postmodern dünyanın, hayat tarzlarının ve dil oyunlarının o heterojen yelpazesinin, ferah çoğulculuğudur. Bilim ve felsefe, o şaşaalı metafizik iddialarını fırlatıp atmalı ve kendilerini daha alçak gönüllü bir tarzda, başka anlatılardan farkı olmayan bir dizi anlatı olarak görmeyi öğrenmelidirler.” (5)
Kültür endüstrisi arzuları kışkırtır ve metalaştırır onları markalara dönüştürür. Her şeyin pazara sunulduğu dünyada arzuların ortaya çıkartma ve kışkırtma görevini sanatçılar yapar. Postmodern dünya dediğimizde, sanatın arzuları kışkırtan ve insana yeni bir benlik katıyormuş güdüsüyle ortaya çıkan sanat ve bu işi kültür endüstrisinin çarklarına uygun yapan sanatçıları anlamak lazım. Sınıf savaşımını merkeze alacakları gerekirken merkeze kaos anlayışını kor. İşte postmodern sanat ve anlayış bu kaostan beslenir ve kaosu merkeze korken, sınıf savaşımının üstünü örten bir ideoloji haline dönüşür. Bununla birlikte markalaşma ve şeyleşme güdüsünün üreticisi olur.
Dilin retorik karakterinin öne çıkmasını sadece politikayla ilgili olduğunu söylememize imkân yok. Günümüz sofistinin antik yunanla ilgisi kalmadığı gibi. Bu meta fetişizminin yarattığı şeyleşme durumu, nesnellikten kopmayı sağlıyor. Sorun sadece kavramların nesnellerden kopuk salınması değil, o yoğun metaların bitmeyen üretimi ve sürekli tüketimi güdülemesi. Dil böylece metaları, anlamlandırır, metaları cilalar ve olumlar, satışa uygun hale getirir. Böylece dil metalara uygun dilin retorik karakteriyle atomize edilir. Dil sürekli içinde işaret kipleri ve işaret edilen metalara yüklenir. Görselin albenisinden kopamayan dil, emir kipleri ve işaret zamirleriyle, gerçekliği açıklamaktan uzak, işlevsiz hale gelir. Böylece dil, kendi içinde geveleyen, egonun veya pazara mal süren reklam ve marka tanrısının emrine girer.
Kapitalist toplumun yeni biçimiyle birlikte, bunu tüketim toplumu veya neoliberal dönem olarak ta görebiliriz. Haz, oburluk ve arzuyu, mutluluğu merkez alır. İhtiyaçların törpülendiği bir perhiz toplumu yerine, ihtiyaçların organize edilmediği toplumda her şey zorunlu ihtiyaç nesnesi olarak piyasaya sürüldüğü bir bolluk toplumu organize edilir. Bu metanın fetiş karakterine dayalı şeyleşme, toplumun gerçeklik algısını yitirmesini sağlar. Artık ilişkileri belirleyen insanların insanlarla kurduğu ilişkiler değil, insanların tüketim nesnelerine dönen metalarla kurduğu ilişkilerdir.
Sanal Algı veya Simülasyon
Kapitalizmin biçimsel değişimiyle birlikte ortaya çıkan uzmanlaşma sadece bulundukları alanların genel bilgisini parçalamaz, hayatın her alanının parçalar. Böylece toplumsal olgular ters düz edilir ve ayakları havada idealara dönerler. Düşüncenin nesnel dünyadan kopması ve her olgunun şeyleşmesini veya metalar fetiş karakteri sağlar. Algının parçalanmasını sağlayan bu biçimsel değişim nesnellikten kopuk düşünce, hayatın her alanında idealist mantığın var olmasını sağlar. Uzmanlaşmayla birlikte fetiş hali veya şeyleşme genelleşir ve metaların kullanım değerleri yerine değişim değerleri öne çıkar. Reklam, tanıtım, imaj, vizyon ve siyasetle ortaya çıkan toplumsal manipülasyonlar, bir marka gibi varlığını hissettirmeye dayanan algı operasyonları sürekli bir simülasyon yaratır. Kapitalizm kendini bu toplumsal simülasyonun yarattığı algı içinde var eder. Bütünlüklü algının kırıldığı her şeyin şeyleştiği bir mistikleşme içinde, insanlar genel bilgiden kopar emir komuta zinciriyle yönlendirilen Pavlov’un köpeklerine benzer. Algının nedenselliklerden koparak sadece olgusal görüngülere dayanmasını sağlar. Böylece olgusal bilinç hayatın alanında egemen olur.
Bu simülasyon bu kadar basit değildir. Kapitalizme göbekten bağlı olduğu şirketlerin varlığı hıza ve teknik gelişime bağlıdır. Doğal olarak ürettikleri metanın markalaşmasının sürekliliğini de sağlamak zorundadırlar. Bu iki olgudan birisi yoksa o şirket kapitalizmle ortaya çıkan rekabet alanında var olamaz ve çöker. Bunun yanında küresel pazar, katı olanın buharlaştığı bir pazardır. Metaya yönelik sürekli algı ve dikkat yaratmak zorunluluk haline gelir. Kapitalist şirketler bu yüzden bilimi hızlı bir şekilde ve toplumsal sorgunun dışında tutarak kendi rant alanlarının kullanım aracına dönüştürür. Böylece bilim sadece teknik bir işe iner, toplumsal sorgusu ve etik ilkeleri ortadan kalkar. Hız ise reklam, tanıtım, vizyon, imaj adı altında tüketimi sürekli körükler. Bu hız ve hızın yarattığı hale ve kapitalist hukukun olanakları içinde kendini var eder. Mülkiyet hukuku ve genel hukuk kapitalizmin bu saldırgan dokusunu meşrulaştırmak için çabalar. Bu meşrulaştırma süreci aynı zamanda sanal algıları ve simülasyonların oluştuğu süreçtir.
Kapitalist toplum rekabet ve rekabetin şekillendirdiği hız bir yanıdır. Bunun yanında kapitalist toplum bir kredi toplumudur. Kredinin karşılanmaması zorunlu olarak kriz yaratır. Üretiminin plansız olması ve kredilerin hayatın her alanına yayılması krizlerin aralılarla ortaya çıkmasını sağlar. Metaların değişim değerini yükseltmek ve dolaşımını hızlandırmak için metalarda olmayan değerler metalara yüklenir. Reklam, tanıtım, imaj, vizyon metanın cilalanması işlevini görürken, metalarda olmayan değerlerin metalara yüklenmesi sürekli spekülasyon, algı operasyonları geniş bir bilgi kirliliği alanı yaratır. Bilişim toplumu derken, aslında kirlenmiş bilgiden bahsetmek daha doğru olur. Bütün bunlar kültür endüstrisinin merkezinde olanların bu nesnel gerçeklikten kopuk algılarla şekillenen dünyanın yönlendirilmesi ve yeni algılar oluşturulması, kapitalizmin iç çelişkilerinin parçalanmamasına yönelik, denge politikasının uygulandığı bir yol izler.
Burjuva siyaseti gündelik yaşamın meşrulaştırılmasına gelenek ve göreneklerin milliyetçilik ve dindarlık adı altında var olmasını sağlar. Doğal olarak insan emeğinin sömürüsünü gizleyecek her türlü manipülasyon ve mistikleştirme genel politikası olur. Bütün bunların hepsi bir moderne etme anlayışından kopmadan yapılır. Burjuva siyasetinin gündelik hayata göndermeleri aynı zamanda kapitalizmin değişen üretim biçiminin hızına uygun hale gelir. Hız bilginin kendisini sorgu alanından çıkartır. Burjuva siyasetiyle birlikte düşünceler, kapitalist dünyanın genel dokusunu örten bir simülasyona dönüşür. Hız ve tekniğin burjuva siyaseti ile birleşmesi bilimin tekniğe dönmesini, eleştiri, felsefe, tarih, sanat ve benzeri toplum bilimlerine ilişkin alanların parçalanmasını ve moderne etme adı altında olgusal bilincin sürekliliğini sağlar. Bilinç böylece nesnel dünyada kopuk simülasyonların yarattığı algılar dünyasında yaşar. Günümüz eleştirisi de bu algılar dünyasını var eden ve sürekli simülasyonlara uygun algıların oluşumuna hizmet eder. Devrimci eleştiri bu bütünü görüp bu bütünün sorgulanması ve olumsuzlanması üzerinden hareket eder.
Metaların fetiş karakteri olduğu gibi sanat eserinin de fetiş karakteri vardır. Nasıl ki onlarca olgu birleşerek bir simülasyon yaratıyorsa, sanat eseri de bu simülasyonun bir parçasıdır. Kültür endüstrisi bu simülasyonun sürekliliği ve desteklenmesi üzerinde kendini var eder. Nesnelerin toplumsal işlevlerinin amorf edilmesi ve kapitalizm yarattığı simülasyona uygun üretimi sağlar. Burjuva eleştirisi bu olgunun içinde kalır ve sanat eserinin metalaşmasını sağlar. Eser artık, ayakları havada simülasyonun yarattığı olgusal bilince uygun marka anlayışıyla piyasaya sunulur. İnsanlaşmanın veya özneleşmenin dışa atıldığı bu piyasa kültürü yarattığı helezonla sürekli yeni sanatçıları! Piyasaya katar. Olgusal bilincin kökleşmesini sağlar. Devrimci eleştirinin yaşadığı en büyük sorun budur. Postmodernizm, yoz sanat veya İkinci Yeni ile birlikte şekillenen burjuva edebiyatını eleştirdiğimizde, bu olgusal bilinci şekillendiren piyasanın dışında hareket ettiğimiz için kapitalizmin sözcüleri olan eleştirmenler ve olgusal bilinçle hareket eden kitle devrimcilerin toplumsal bağ kurmasını engelleyecek yerde konumlanır. Böylece sanat eserinin nitelikli eleştirisi ve devrimci özü toplumsal bir bağ kazanmaz. Olgusal bilincin bu tahakkümü ancak ve ancak sınıf savaşımın bulunduğu alanda kırılır. Çoğu sol örgüt veya yapı bu simülasyonun yaratmış olduğu olgusal bilinçten etkilendiği için bu devrimci eleştiri geleneğinin özelliklerini anlamaktan uzak kapitalizmin şekillendirdiği olgusal bilincin üreticisi olmuştur.
Felsefe yapmak pratikte somutlamaktır. Yani bir düşüncenin toplumsal işlev kazanması ve toplumun değişim ve dönüşümüne etki etmesidir. Marks’ın 11. Tezi’ne buradan bakmak lazım. Fakat pratikte somutlanması gereken olgu düşün insanının kendinde de somutlanmalıdır. Demek ki felsefe yapmak bir sorumluluk anlayışını içinde taşısa da bunun daha ötesinde kişinin yaşamsal varoluşunu işaret eder. Felsefeyle kendini değiştirip dönüştürmemiş ve sorumluluk bilinci edinmemiş bir kişinin, kendini ve toplumu değiştirme imkânı yok gibidir. Bu durum genel itibariyle bir sahicilik yitimi sağlar. Bugün Marksist hareketlerin yaşadıkları en büyük sorun bu sahicilik yitimidir. Teori ile pratik arasındaki ilişkinin açılmasını sağlayan bu sahicilik yitimi, işçi sınıfı ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkininde açılmasını sağlamıştır.
Peki bu sahicilik yitimi nasıl başlamıştır? Seksen faşist darbesi veya Sovyetlerin yıkılışı doğal olarak etki etse de sorunun merkezinde, Marksistler hareketlerin bir kültür programları, kendilerini bir kültür hareketi olarak görmemeleri (Maddi yaşamdan kopmaları) genel kapitalist ideolojinin düşünsel boyutuna girmeleridir. En önemlisi metaların fetiş karakteri ve şeyleşme olgusu üzerine pek düşünmemiştir. Bu yüzden kapitalizmle biçimlenen yeni üretim biçimi neoliberalizm ve bu rüzgârın yarattığı sanal algıdan (simülasyondan) etkilenmeleridir. Sınıfın yeniden örgütlenmesi dışsal bir sorun olarak görünse de daha çok içsel bir sorundur. Kendini veya siyasal hareketini eleştirel olarak görmekten uzak ve kendinin ve siyasal yapılarının eleştirini yapmadan, toplumsal eleştiriyi merkeze alırsan sahiciliğini yitirirsin. Eleştiri önce kendinle başlar sonra toplumsallaşır. Eleştiriyi kendi dışına attığı an sahiciliğini yitirirsiniz, inandırıcılığınız ve toplumu etkileme süreci kesintiye uğrar.
NOTLAR
(1) Veysel Bozkurt, Endüstriyel Post Endüstriyel Toplum, Ekin Yayınları, s. 20-21.
(2) Veysel Bozkurt, Endüstriyel Post Endüstriyel Toplum, Ekin Yayınları s. 25.
(3) Wolfgang Firtz Haug, Meta Estetiğinin Eleştirisi, Spartaküs Yayınları
(4) Cogito, Sayı 91, Neoliberal Öznellik, Terence Holden, Şeyleşme ve Tanıma Arasında Öznelerarasılık
(5) Terry Eaglaton, Kuramdan sonra, Literatür Yayınları