Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi

Marksist edebiyat eleştirisi, layıkıyla ancak Marksist yöntemi özümseyip, yaşamına uygulayan kimseler tarafından yapılabilir. Kıvılcımlı, “Edebiyat-ı Cedide” eleştirisiyle Marksist edebiyat eleştirisinin çok yetkin bir örneğini veriyor bize.

Marksist Edebiyat Eleştirisi ve Kıvılcımlı

1935-36 Marksizm Bibliyoteği yayınevinden çıkan ilk telif eser olan Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi kitabını tanıtmaya çalışırken, 17-18 Mayıs 2008 tarihinde Sanat Cephesi ve Sorun Yayınları tarafından düzenlenen, Kültür-Sanat Konferansına sunmuş olduğumuz Marksist Edebiyat Eleştirisi ve Kıvılcımlı başlıklı tebliğimizden yararlanacağız.

Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi, Kıvılcımlı’nın cezaevinde iken yazdığı bir kitaptır. Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) bir adıyla da Servet-i Fünun olan bir edebiyat akımı ve topluluğunu işaretler. 1896-1901 yılları arasında Servet-i Fünun dergisini çıkarmış bu akımın temsilcileri arasında Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya Uşaklıgil, Süleyman Nazif, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın gibi sanatçıları sayabiliriz.

Kıvılcımlı muhtemelen 1929 tevkifatı sonrası cezaevinde yatarken bu dergi çevresindeki insanların yaptığı bir seçki geçer eline. Adı Edebiyat-ı Cedide adlı, “bir edebiyat heyeti tarafından seçilen” bir şiir kitabıdır. Bu seçki (kitap) üzerine yaptığı inceleme
ye ve inceleme koşullarına dair şunları yazarak işe girişir Kıvılcımlı:

Bu kitapsız, insansız ve ıssız bucakta, artık düşünebilirsiniz ki elinize “Edebiyat-ı cedide” değil, “Edebiyat-ı Kablel Atıyka (La Literature Pre-Antique) (tarihöncesi edebiyat)’ya dair bir eser geçse ama bu eser şaşılacak kertede ters bir dille, sizin pek iyi tanıdığınız hayatı; nerede ise, kapkara buğulu bir ölüm maskesine de bürümeye çalışsa, eğer az çok, iyi kötü sosyal bir akıntının izini taşıyorsa, hele siz de olan her olayda sebepsiz “fantezi”ler arayan pek öyle toy ukalalardan, haldırdaklardan değilseniz; eser yüzde yüz, -söz yerinde ise- “hoşunuza” gidecektir.

Belki bu, duvarlar kadar canlı, çeşitli, türlü bir şey olmayacak. Fakat ne çare ki, bir kere düşmüşsünüzdür… Ve sonra çeşnisi ne olursa olsun, tabiî cansız ve monoton, hatta can sıkıcı şeyler bile, “şey” olarak, en sonunda gene “bir şey” değil midirler?…

İşte, bu ruhsal durum ile zorunlu ve zoraki “aylaklık” içinde iken, karşıma çıka çıka Edebiyat-ı Cedide adlı bir şiir dergisi çıkageldi ve ben de onu, bunca “gereksinmeler” ortasında “iş” edindiysem ayıplanır mıyım, bilmem…

Kitabın girişinde önce “Bu kitap bir merhumenin mezarıdır.” “Zairinden fatiha niyaz ederim.” (Hamid: Mukaddemai makber) yazısını, daha sonra da ”ANNEM MÜNİRE’YE ARMAĞANLIYORUM” ithafını görürüz.

Marksist bir mahkumun hangi gerekçelerle bu kitabı yazdığına dair ilk düşüncesini yukarda yazarının dilinden yazmıştık. Önemli bir Marksist edebiyat eleştirisi olan bu eserin daha birinci bölümünün başlığı; “Tarihi Materyalizm Açısından Bir Çağ Psikolojisi Üzerine Sentetik Bir Deneme”dir.

Biz de bu kısa girişten sonra Konferans’taki konuşmamızla, tanıtımı sürdürelim:

KONUŞMA METNİ

“Edebiyat, insanlar tarafından, insanlar için yapılan bir güzel sanattır.

İnsanlar deyince ne anlamamız gerek?

Sınıfsız toplumlar bugünlük konumuz değil. Sınıflı toplumlar der demez, durumları ve çıkarları farklı insan kümelerini hatırlamış ve hatırlatmış oluruz.
İnsanla ilgili her konu gibi edebiyat da sınıflardan ayrı, sınıfların dışında düşünülemez.

Marksizm her olaya, olayın tarafları olan sınıflar açısından bakan bir ideoloji olduğu için edebiyata ve edebiyat eleştirisine bakışı da sınıfsal olacaktır, olmalıdır.

Egemen sınıflar, kendi idealist bakış açılarıyla edebiyatı, sömürünün ya da sömürüyü gizlemenin aracı olarak görürler.

İşçi sınıfı ve onun ideolojisi olan Marksizm ise tersine sömürünün teşhir edilmesinin, tecrit edilmesinin, engellenmesinin, yok edilmesinin araçlarından biri olarak görür edebiyatı da.

Marksizm’in her konuya olduğu gibi edebiyata da yaklaşımı sınıfsal yani işçi sınıfı açısından bakmak, metodu da tarihsel maddeciliktir.

Edebiyat eleştirisi ve eleştiriciliğinde de Marksist eleştirmecilik, edebiyata tarihsel maddeci bir metotla, sınıfsal bir bakış oluşturarak bakar ve bu yönüyle egemen sınıfların soyut eleştiriciliğinden ayrılır.

Bu konuda bu kısa girişle yetinmek istiyorum. Burada Lucas ya da bizdeki Murat Belge, Ahmet Oktay gibilerin değerlendirmelerine girmeyeceğim. Çok derinlikli bilgim olduğunu da söyleyemem. Maksadım Kıvılcımlı’nın edebiyat eleştiricisi yanını tanıtmaya çalışırken bir giriş yapmaktı.

Kıvılcımlı 1929’da girdiği Elazığ Cezaevi’nden 1933 Ekiminde çıkar. Henüz 31 yaşındadır ama arkasında 10 yıllık partililik yaşamı, elinde binlerce sayfa orijinal ve çeviri yazı biriktirmiştir.

Bugün Marksist edebiyat eleştirisine örnek olarak vereceğim “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” de bu eserlerden birisidir.

1935 yılında kendi kurduğu ve “Partiye mal ettim” dediği Marksizm Bibliyoteği Yayınları’nın telif eserler dizisinde yayınlar “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” çalışmasını.

Kitabın yayınlandığı yıllarda aldığı tepkileri bilmiyorum. Daha sonraki yıllarda edebiyat eleştiricisi Ahmet Oktay’ın “Edebiyat eleştirisi edebiyatçıların işidir, siyasiler kendi konularına baksınlar” türünden konuya girmeyen eleştiri denemesini bir yana bırakırsak, asıl önemli bir değerlendirme Türkiye’nin önemli düşünürlerinden Cemil Meriç tarafından 8 Mart 1981 Pazar günkü Jurnal dergisinde yayınlandı. Bu önemli yazıyı özetçe sizlerle paylaşmak istiyorum. Şöyle diyor Meriç:

Kıvılcımlı’nın Edebiyat-ı Cedide’yi feth-i meyyit (otopsi) masasına yatırdığı, küçük fakat dopdolu karalamayı kırk yıl önce okumuştum. Nazım’ın şiirleriyle ilk karşılaştığım zaman duyduğum tedirgin ve düşmanca bir ruh haletiyle ayrıldım o sayfalardan. Kıçıkırık bir edebiyat amatörü idim. Lise yıllarının kazandırdığı tek alışkanlık: oldukça ahenkli cümleler kurabilmek, bir yabancı dilde yazılan kitapları az çok sökebilmekten ibaretti. Kıvılcımlı’yı anlayamazdım. Şarkıdan çok çığlığa benzeyen bu ses, demir parmaklıklar arkasından geliyordu. Edebiyat-ı Cedidecileri toptan seviyordum. Kıvılcımlı, porselen mağazasına giren fil gibi, vitrinden hayran hayran seyrettiğim o muhteşem heykelleri deviriyor, çiğniyor, parçalıyordu. Böyle bir katliamdan zevk alamazdım. Yazar, belagat kanunlarını hiçe sayıyor, elindeki balyozu bir dönemin sevgi ve takdirleriyle taçlanmış o kibar heykelciklere savurup duruyordu. Her tahrip içimizde uyuyan canavarı şevke getirir. Otopsi, mahiyetini açıkça bilmediğim günahkâr bir sevinç de telkin ediyordu bana… ‘Otopsi’de yerini bulamamış haşin ve haşarı bir tecessüsün (merakın) arayış ve buluşları vardı. Atak, terbiyesiz, deli dolu bir yazardı Kıvılcımlı. Zincirlerini şakırdatan bir arslan edasıyla kükrüyordu… Kıvılcımlı, Kemalizm’in zaferinden sonra, bir çağ edebiyatını, bütün pislikleri, bütün anakronizmleri ve başarıya benzeyen başarısızlıklarıyla tasfiyeye koşan bir neslin en uyanık, en şuurlu temsilcilerinden biriydi. Marksizm sert bir içki gibi başına vurmuştu. Nazım’ın Resimli Ay’daki ‘Putları Deviriyoruz’ tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalkmış olmak yeter de artardı. Ama Edebiyat-ı Cedide’nin gerçek bir otopsisini yapmak bu edebiyatın hastalıklarını, tercümanı olduğu medeniyetin hastalıkları olarak teşhis etmek, bir kelime ile Batı ile Doğu’nun muhasebesini yapmaya kalkmak kıyaslanamayacak kadar çetin bir işti. Kıvılcımlı, peygamberane diyebileceğimiz çizgilerle, yapılması gereken araştırmanın oldukça başarılı bir taslağını sundu.

Daha sonraki Marksçılardan hiçbiri onun vardığı irtifaa (yükseklik) çıkamadılar. Düşünen bir adamdı Kıvılcımlı. Hızlı düşünen bir adamdı. Otopsi yeni bilgilerle zenginleştirilebilir. O zaman için pek tabii olan aşırılıklar düzeltilebilir. Çığlıkta ahenk aranmaz. Bu bir polemiktir. Kıvılcımlı ülkemizin yetiştirdiği en büyük polemikçilerden biri olmak vasfını uzun zaman sürdürecektir.” (Jurnal, 2. Cilt, Sf. 284-286, İletişim Yayınları)

Evet böyle diyor Cemil Meriç. “…Bu edebiyatın hastalıklarını tercümanı olduğu medeniyetin hastalıkları olarak teşhis etmek…” Eleştirinin yapısını ve hedefini doğru kavramış Cemil Meriç. Buradan hareketle Edebiyat-ı Cedide Eleştirisi kitabını birkaç paragrafla tanıtarak konuşmamı sürdürmek istiyorum.

Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi cezaevinde kısıtlı şartlarda yazılmış bir kitap. O şartlarda yazdığı eleştiriyi önsözde şöyle tanıtıyor Kıvılcımlı: “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi iki kitaptır. Birincisi sentetik, ikincisi analitik otopsidir. Sentetik kitap Edebiyat-ı Cedide’nin ana özgülerini derli topluca gözden geçirir. Analitik kitap Edebiyat-ı Cedide’nin felsefe, hayat, tabiat, insan, kadın, sosyal ve ilh. kavrayışlarını bölük bölük didikler…”

Emeğin amacı ikidir.

a) bir çağın maddesi ile ruhu arasındaki birlikteliği açığa çıkarmak.

b) açığa çıkan özü ve tezi duruca, herkesin dilince (vülgerleştirmeden) vülgarize etmektir. Onun için soğuk ilim argosu yerine akarsözün gelimine uyduk. ‘Lakırdıya şapka çıkartacak’ yerde canlı kolay anlaşılır olmaya baktık…

Eğer üslupta azbuçuk bir ‘dalkılıçlık’ ve ‘sallapatilik’ varsa emekçisi onun dört duvar (hatta gerçekte tavan ve tabanla altı duvar’ psikolojisine bağışlanacağını bilir.

Kıvılcımlı, andığı gibi o zaman ancak “sentetik” dediği bölümü yayınlayabilmiş. İkinci “analitik” bölümü ise yayınlayacağını ilan etmesine rağmen kitap olarak yayınlayamamış ancak iki yıl sonra HER AY dergisinin 1937 Haziran Temmuz tarihli dördüncü, Ocak 1938 tarihli beşinci, Şubat 1938 tarihli altıncı ve Mart 1938 tarihli yedinci sayılarında H.K imzasıyla seri halde yayınlamıştır. Yayınevimiz önümüzdeki aylarda bütün bu metinleri tek bir kitap halinde toplayıp yayınlayacaktır. (Kitap bütün haliyle tam metin olarak Ekim 2008’de yayınlanmıştır.)

Eleştirinin girişinde, Kıvılcımlı neden ve nasıl bu işe giriştiğini kısaca şöyle açıklar:

Hapishane tuhaf yerdir.

Fakat insan-bütün hayvanlar onun bu olağanüstü yatkınlık (adaptasyon) yeteneğine bol bol şaşar, tedirgin olur ve gocunabilirler- dört duvar arasında, insanlar ve insanların türlü türlü ilişkilerini ayna içinde iniş gibi gösteren söz, kitap, gazete vs.’den uzak yani ‘görüşüp konuşmaktan yasaklanmış’ bir halde yaşarken de insandır. Kaba Türkçesi sosyal bir hayvandır. O kadar sosyal bir hayvandır ki o durumda bile kendisini –Edebiyat-ı Cedidecilere göre- kendi hali pürmelalini düşünecek yerde, kendisi gibi olanların duygu ve düşüncelerini merak eder, kendi benzerleri ile ilgilenir.

Bu dört duvar arasında, insanı insanlarla ilişkiye geçirecek en yakın araç nedir? Tabi tavan ve tabanla birlikte altı çıplak duvar…

Bu kitapsız, insansız ve uçsuz bucakta artık düşünebilirsiniz ki elinize ‘Edebiyat-ı Cedide değil, ‘Edebiyat-ı Kablel Atıyka’: ‘La Litterature Pre-Antique’ye (tarih öncesi edebiyat) dair bir eser geçse, ama bu eser şaşılacak kertede ters bir dille sizin pek iyi tanıdığınız hayatı; neredeyse kapkara buğulu bir ölüm maskesine de bürümeye çalışsa, eğer az çok, iyi kötü sosyal bir akıntının izini taşıyorsa, hele siz de olan her olayda sebepsiz fanteziler arayan pek öyle toy ukalalardan, haldırdaklardan değilseniz; eser yüzde yüz –söz yerinde ise- hoşunuza gidecektir.

Belki bu, duvarlar kadar canlı çeşitli türlü bir şey olmayacak. Fakat ne çare ki, bir kere düşmüşsünüzdür. Ve sonra, çeşnisi ne olursa olsun, tabii cansız ve monoton, hatta can sıkıcı şeyler bile ‘şey’ olarak, en sonunda gene ‘bir şey’ değil midirler?

İşte bu ruhsal durum ile, zorunlu ve zoraki ‘aylaklık’ içinde iken karşıma çıka çıka Edebiyat-ı Cedide isimli bir şiir dergisi çıkageldi ve ben de onu bunca ‘gereksinmeler’ ortasında ‘iş’ edindiysem ayıplanır mıyım bilmem.”

Sonra şiirin ve şairin tanımıyla işe koyulur. Ve şu saptamayı yapar:

Şiir de, tüm insan ürünleri gibi, hem sosyal, hem kişisel (individüel) bir üründür. Başka bir deyişle; şiirin baştan başa maddesini, malzemesini, harcını ve zorunluluklarını belirginleştiren ve veren, sosyal ve sınıf duyguları, düşünceleri ve dilekleridir; ama bu madde ve malzemelerden, bu ‘harç’lardan bir şiir yapısı kuran duvarcı, şairdir.

Şair çoban yıldızından gelmiş yabancı bir Merihli değildir. Bu toplumun içindeki insan kümelerinden birisinin yaşama koşulları ile manen ve maddeten hemhal olur.

Daha sonra özel Edebiyat-ı Cedide analizine girişir. Ve bu edebiyatı öncelikle şöyle tanımlar: “Evet, hiç kuşkusuz bu edebiyat geniş yığınların edebiyatı değil, kalabalıklar içinde değil, neredeyse bir avuç seçkin azınlığın, adeta bir yarı aydınlar ‘hizbi kaliyl’ (oligarşisinin) arasında çalınıp söylenmiş gibi.

Fakat ne kadar azınlık olursa olsun bu ‘oligarşi’ yine gelişigüzel şu veya bu kişilerin değil, belli kümelerden, belli sosyal kategorilerden, belli sınıflardan gelmiş kişileri, daha doğrusu bu kişilerin geldikleri insan kümelerini temsil etmiş… Bir çağın psikolojisine ağızlık ve dillik etmiş, tercüman olmuştur.

Sınıflı toplumun özelliği, sınıfların bazılarının yukarıda, bazılarınınsa aşağıda bulunuşundadır. Hatta, yukarı sınıflara üstün-çalıştıran sınıflar, aşağıdakilere alt-çalışan sınıflar denilmez mi? Şiir ve şairler de, bağlı bulundukları sınıfların damgasını taşırlar. Her sınıflı toplumda üstün sınıflar gibi bir üstün ideoloji, bir üstün güzel sanat ve şiir de var olagelmiştir. Divan Edebiyatı yanında halk koşmaları, peşrev musikisi altında saz şairliği ve ilh. gibi… Tabi bunların ikisi ortası örnekleri de bulunur.

Ve şairler, toplum içinde tuttukları sınıflara göre üstün veya alt -veya ikisi ortası- şiiri şakıyan veya sadece bağıran kişilerdir.

Ve teşhisini şöyle tamamlar:

Onlar, Cedideciler, kendi çağlarında, mensup oldukları sınıf ve zümrelerin içinden gelme, en orijinal, en ‘aslına uygun’ örneklerden başka bir şey değildirler.

Eğer bir hastalıkları, kusurları varsa, bunu sırf kişiliklerinde değil edebi kişiliklerini gerektiren, sosyal köklerinde, ortamlarında, çevrelerinde aramak ve bulmak gerekir ve elden gelir.

Bu tespitlerden sonra artık hastalıkları ve sapmaları açmaya başlar ve daha baştan şu üç karakteristik sapmayı bulur:

Kısa keselim, Edebiyat-ı Cedideciliğin her satırında ve her sözünde, her alandaki kavrayışlarında üstün duran üç özlük görülür:

1) Panseksüalizm: Üniversel-cinsiyet. Her nesneyi kadın, şehvet ve aşk görmek.

2) Melankolizm: Karasevdalılık. Her yerde ‘bezgin ve bıkkın’, sıkıntı ve üzüntü, her nesneyi, kara, karanlık, korkunç, sonuçsuz, faydasız… sız sız ve hiç bulmak.

3) Eksantrisizm: Dingilini, denkliğini yitirircesine, çıktığı yeri, kabuğunu beğenmemek, aykırı ufuklara, realitesiz hülyalara kapılıp gitmek.

Bu üç ana özlük üzerinde, artık kişilerle oynamayacağız. Fakat doğaldır ki roller ancak ‘personel’ kişileriyle oynandığı için kişice rolleri ister istemez bizim yerimizde kalacak herhangi bir kimse gibi, harç olarak materyal gibi kullanmaktan da geri kalmayacağız.

Kitabın ileriki sayfalarında bu üç hastalık derinlemesine deşilir. Panseksüalizm başlığı altında, Edebiyat-ı Cedide’nin önemli kişilikleri olan Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Halit Ziya kişilikleri ve çevreleriyle incelenir. İncelemenin sonucu da şöyle bağlanır:

Edebiyat-ı Cedide üçüzünde ne görüyoruz? Tevfik Fikret’te kahyalık, Cenap Şahabettin’de divan efendiliği ile ilişki, Halit Ziya ise, adı ile, sanı ile ‘zengin, nispeten münevver’ bir halı tüccarının oğluydu. Gerçi sınıf eğilimlerinin temsilcilerinde bu kadar dar ilişkilerin rolünü aramak oldukça karışık, bulunması güç, sonucu her zaman tamamıyla mutlu çıkmayan bir çaba olabilir. Ancak açıklayıcı unsurlar elle tutulduğu zaman, konu beklenildiği kadar aydınlıktır. Edebiyat-ı Cedide’ciler için iş bundan başka türlü değildir.

Servet-i Fünun üçüzü, sırf aile kan bağları açısından değil, daha geniş ortamları açısından da cidden Edebiyat-ı Cedide üçüzüdür. Dikkat edelim, Recaizade’nin başkanlığı altında birleşen üç yıldızdan her biri Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişigüzel falan veya filan bucağında değil, tam anlamıyla üç yıldız beldesinden parlamışlardır: Fikret İstanbul’un yıldızı, Cenap Selanik’in yıldızı, Halit Ziya İzmir’in yıldızı…

Osmanlılıkta Selanik: ‘Küçük İstanbul’, İzmir: ‘Küçük Selanik’ sayılırdı. Selanik Rumeli Hinterlandının, İzmir Batı Anadolu’nun Hinterlandının ‘candamarı’ idi. İstanbul ise yalnız Osmanlı İmparatorluğu için değil, ta İç Asya ülkeleri yönünde de, belli başlı bir ekonomik yönetim merkezi, bir ticaret dört yol uğrağı idi. İmparatorluğun bu üç modern beldesinde, isterse komprador mahiyette de olsa, tatlı su Frenkleri yanında bir de ‘tatlı su kapitalizmi’ türünden, bir ‘yerli su burjuvaları’ zümresi belirmişti. Tuzlu Atlas Okyanusu balıklarına oranla tatlı su balığı ne ise Avrupa kapitalizmine oranla bu yarı-sömürge bezirgan sarraflığı da güç ve nitelikçe o idi. Her ne ise ‘karınca kaderince’: Osmanlılık içinde böyle bir zümre bazı demagojilerin safsatasına rağmen vardı.

Edebiyat-ı Cedicelik başta bu zümrenin şairliğini yaptığına göre ekonomik anlamda gelişimce en ileri olan üç Osmanlı kentinde üç parlak Cedide yıldızının doğuşu hiç de bir kör tesadüf sayılamaz.

Yine teşhis edilen hastalıklardan olan melankolizmi de iki alt başlıkta inceler.

1) Mistisizm (tasavvufçuluk): Gerçek (reel) hayatı realitesizliklerle açıklamaya kalkışmak. Mistisizm deyince bugün üç şey akla geliyor. a) Allahçı mistisizm: her şeyin başı, evrenin varı yoğu tanrıdır diyen bilinen din tasavvufçuluğu b) İdealist Mistisizm: Soyut ve mutlak bir takım öz (entite) ve mevhumlar kabul ederek bunlara tapınma. Adalet, hürriyet ve ruh aşıklığı gibi. Buna laik softalık da demek mümkündür. c) Esrarengizci Mistisizm: Ruh peşinde koşmak veya ruhu peşinde koşturmalar, telepatiler, Bergsonizmler ve ilh. tasavvufçuluğu…

Edebiyat-ı Cedide mistisizminde bu üç tasavvuftan hangisi var? Üçü de… Edebiyat-ı Cedide dünya tarihinin öyle bir çağında ve Osmanlı tarihinin öyle bir dönemecinde dünyaya gelmişti ki kendisinde mistisizm çeşitlerinin her üçünden de biraz vardı.

Mistisizmin evrensel cinsiyetle ilişkisi pek o kadar ırak değildir. Hatta denilebilir ki, mistisizm evrensel cinsiyetin başa vurması ve felsefeleşmesidir. Her ikisinde de kaynak aynı.

Edebiyat-ı Cedide, neyi tatsa, zekasını ne zaman kullansa, idrakinin çatlayacağını anlıyordu. Mistisizm, onu bu manen helak olma felaketinden kurtarıyordu. Çünkü mistisizm tecrübenin ve tecrübe yaratığı olan zekanın dışında bir kavrayıştı.

İkinci karakteristik de şöyle tanımlanır Kıvılcımlıca:

2) Pesimizm (bedbinlik): İmtiyazsız ve imtiyazlı Osmanlı burjuvazisi –bu araya küçük burjuvazi de katılır- sanki zorbalığın köpürüşünden, çırpınışlarından o kadar ürkmüş, sonunda kendi kuvvetinden o derece ümidi kesmişti ki kendi pasifliğini, kendi edilginliğini gördükçe evvela kendi kendine sonra da –her kendi kendine güveni olmayanlarda görüldüğü gibi- hiç kimseye ve hiçbir şeylere inanmamaya kadar gitmiş, herhangi bir gelecekten (istikbalden) hemen mutlak surette emin olmamaya mecbur kalmıştı.

Kıvılcımlı bu pesimizm tespitini Tevfik Fikret’ten bir alıntıyla pekiştirir:

Birçok şiir der Fikret, birçok sanat, fakat hepsinde aynı rehavet, aynı zayıflık, aynı hastalık belirtileri, aynı dertler.

Hepsinde o takatsizlik. O cansızlık. Hep göğsünü sıkarak alının ateşli düşünceleri, kalbinin bozulmuş ritmiyle vaktinden evvel ihtiyarlamış vücudunu zorla sürükleyerek, yayın alanına öyle yaralı ve ıstıraplı, sanki bir hastaneden gelir gibi çıkıyor. Aralarında sizi teselli edecek, size kuvvet verecek, sizi canlandıracak, elinizden tutup kaldıracak kimse yok. Hepsi birbirinden beter, hepsi sakat, hepsi dermansız.

Ve üçüncü karakteristik hastalık olan Eksantrisizm konusunda da şunları yazar Kıvılcımlı:

3) Eksantrisizm: Geldik Edebiyat-ı Cedide’ciliğin “şu” orijinalliğine, en aslına uygun, örneksiz tarafına…

Çevresini beğenmemek, yabancı hayranlığı, tercüme aşk, iğreti ve çalma duygular, yabancı ve yapma zevkler ve ilh. Edebiyat-ı Cedide’ciliğin ikinci ve ayırt edici (mümeyyiz) özelliğidir.

Niçin? Acaba dertlilik, Edebiyatı Cedide’cilerin sırf kişisel züppeliklerinden mi? Asla! Belki bizdeki ticaret burjuvazisinin daha çok yabancı Finans-Kapital’e acente durumunda oluşundan.

Eksantrisizm özelliği de, bundan öncekilere benzeyen ve onlarla yakın akraba olan iki derin sosyal kökten fışkırır.

I) Septisizm: Eğer melankolik bedbinlik geleceğe inanmamak demekse, septisizm (şüphecilik) hiçbir şeye inanmamak demektir.

II) Dekadans: Düşme, çöküş, etrafında kendisinden olana sarılıp tutunacak bir şeyciklerin bulunmayışı…

Bu iki karakter, Edebiyat-ı Cedide eksantrisizminde birbirinin hem sebebi, hem sonucu olurlar. Osmanlı İmparatorluğunda, üstün kümelerin ekonomik, sosyal temellerindeki dekadans üslup ve manzarası, ister istemez yüksek düşünce ve edebiyat katlarında da bir dekadans üslup ve manzarası yaratacaktı.

Edebiyat-ı Cedide’yi inmelendiren önemli sapmalarından birisi de Batılı olmak isterken, olamayıp eksantriklik durumunda kalmasıdır. Yine Kıvılcımlı’ya bakalım:

Edebiyat-ı Cedide’nin Batı ile bir ilişkisi var mı? Bir değil birçok var. Peki niçin ona batılılaşmak diyemiyoruz da eksantrikleşmek, ekseninden kopmak damgasını basıyoruz? Şunun için ki, o zamanki Türkiye’nin önünde bir tek Batı (yüksek rejim) vardı.

Bu Batı ‘tüm’ olarak benimsenilecek bir örnekti. Gerçi artık Batı’nın içinde bir Batı, bir de Batıcık belirmişti. Bu yarılıp belirmelerin ortasında patlak veren çatışmalar yamandı. Ama bir başlangıç için, o örnek biricik kaldıkça, o örnek olduğu gibi, bütünlüğü ile alınabilirdi. İş ‘ya hep, ya hiç’ işi idi. Örnekten yalnız bir parçacığını, mesela sırf ‘salon’u almak, öteki ekonomik, politik, sosyolojik sorunları hiç olmamış saymak, olmamışa döndürmek, gülünç bir soysuzlaşmadan başka kapıya çıkmazdı…

Avrupa burjuvazisinin tarihte gösterdiği ihtilal yiğitliğini, hatta tasarlamak için bile, eriyen ve çöken Osmanlılığın, Cedide çağında ne ekonomik ne de politik hiçbir olanak yoktu.

Onun için, edebiyat bu yokluğun kurbanı oldu. Batı uygarlığından da ala ala, ancak kapısından bakmasına (lütfen izin verilen) Spiritizmacı salonu aldı; ve edebiyat diye de o dejenere (soysuz) salonunun spiritizma masaları altına dökülen sefahat kırıntılarını öptü, başına koydu.

Edebiyat-ı Cedide’ce ‘Batılılaşmanın -gerçek bir uygarlığa doğru atılış hızı değil- bir eksantrikleşme oluşu, şu iki dinamizmle ilişkisine göre idi:

A) Edebiyat-ı Cedide çağının Türkiye’si için ‘batılılaşmak’ ileri bir deprenişti. Edebiyat bütün batılılık iddialarına rağmen ve hatta –büsbütün enteresan tarafı bu- bizzat o batılılık iddialarından bile konak konak çağ çağ geri bir depreniş. Yahut daha doğrusu bir ‘yerinden tedirgin oluş’ oldu. Çünkü Edebiyat-ı Cedide gerçekten ‘zahmete giriyor’, rahatsız oluyordu.

B) Batıya yöneliş ileri bir depreniş olunca, bu deprenişi temsil eden, ister ekonomik, ister sosyolojik, isterse ‘eşsiz’ herhangi bir ‘olay’ aktif (yapıcı) olacaktır. Edebiyat-ı Cedide boylu boyunca pasif bir symtom (hastalık işareti) olarak kaldı.

Çünkü onun yaptığı ‘batıcılık’ pısırık bir alçakgönüllülük, mezeleme bir kozmopolitlikti.

Sonuç olarak:

Edebiyat-ı Cedidecilikte Batı, dünyanın coğrafyaca bir semti, toplumun özenilecek bir konağı olmaktan çıkıyor, fetişleşiyor, putlaşıyor, Tanrılaşıyordu.

Bu durumdaki bir Edebiyat-ı Cedideciliğin, kendinden başka akımlarla, özellikle eski edebiyat akımlarıyla polemikleri de içi boş bir horoz dövüşünden ileri gidemiyordu. Bu boş polemikçiliği ve kofluğu da şöyle tespit ediyor Kıvılcımlı:

Şurası doğru ki, Edebiyat-ı Cedidecilerle karşıtları arasında bir çatışma, hatta hayli çarpışma olmuştu. Fakat bu çatışmalarda devrimle gericiliğin dövüşünü aramak ‘öküzün altında buzağı aramak’tan daha boşuna olur, zira böyle bir şey yoktur. Bu çarpışmaların karakteristiği iki tanedir.

a) Bu çarpışmaların yığınlarla ilişkili bir yanı yoktur. Halkçı karakteri sıfırdır. İki oligarşinin oligarşisi (ayrıcalıklı azınlığın azınlığı) arasında bir gıd-gıdıklaşma… Kalabalıkların ruhu bile duymaz. Kozmopolit burjuva züppeliği ile derebeyi serdengeçtiliği arasında; salon çıtkırıldımlığı ile medrese ham sofuluğu arasında ipipillah, sivri külah bir klik savaşı.

b) Konu mu dediniz? Her çeşit düşünce kımıldanışının kanını kurutacak bir formalizm. Style (üslup) ‘kapısında’ dört dolanır, stilden daha aşağıya inmeyi hiç mi hiç göze almamış; stilden derin bir sosyal nesne de ‘var mı imiş, yahut yok olmuş’ umurunda olmayan bir psikoloji derbederliği, konu lümpenliği.

Bu bölümde Kıvılcımlı ayrıca hem Cedidecilerin hem de karşıtlarının tiplerini ve tiplemelerini yine sosyal ve sınıfsal açıdan inceleyerek eleştirisini sürdürüyor. Takip eden 10. bölümde ise, bu defa Edebiyat-ı Cedide akımının başka kusurlarını neşterliyor iyice. Onları “Düşünce kabızlığı” ile suçlarken, halk yığınlarından kopuk oluşlarını, oligarşik bir aristokrasi içine sıkışıp kaldıklarını, halkı coşturup etkilemek için halka yönelme yerine, halka sırt çevirerek gericileştiklerini, dolayısıyla da yeni ve ilerletici düşünceler üretemeyeceklerini anlatıyor. Bu düşünce kabızlığının sonuçlarından biri olarak, hem halkın kullandığı dilden uzak çetrefilli bir dil kullanıldığını hem de ruh soysuzlaşmasına uğrayarak, eleştirinin başlarında tespit ettiği sapmalara uğradıklarını bir kez daha başarıyla önümüze koyar. Bütün bu saptama ve eleştirileri yaptıktan sonra, ilk kitabın bitimi için yazdığı “Sonsöz” de yazdıklarını şöyle özetliyor:

İşte Edebiyat-ı Cedide…

1) Çağda (sosyolojikman): Dekadans (çöküş+yıkılış)

2) Düşüncede (ideolojikman): Deşeans (yıkkınlık)+dejeneresans (soysuzlaşmak)

3) Ruhta (psikolojikman): Deprasyon (çökkünlük)+ekstravagans (anormallik) özellikleriyle Edebiyat-ı Cedide her çağın bir ‘tükel’, bir bitevi (küll-tout) olduğuna, edebiyatça olan bitenlerin, ekonomik, politik ve sosyal, derin değişiklik veye durgunluklardan yön ve ilham alan objektif sınıf ilişkilerindeki şartlara boyun eğmiş, yani o şartlarla determine olmuş, ikinci derecede – ama saygıca, özence, önemce kesinlikle değil, sıraca ikinci derecede gelen- ‘belirti ve görünüş’ (symtome at manifostations) olduğuna ne ‘acıklı’ bir örnektir…

Bu “Sonsöz”le “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” kitabı biter ve yayınlanır. Ancak başta da belirttiğim gibi, eleştirinin ve kitabın bir de “analitik” bölümü vardır. Kıvılcımlı o bölümü ayrı bir kitap olarak yayınlamayı taahhüt etmiş, ancak kitap olarak yayınlayamamış. Aylık HER AY dergisinde tefrika ettiğini konuşmamın başında belirtmiştim. Derginin 4 sayısında arka arkaya yayınlanan bölümler, sağolsun Emin Karaca tarafından dergilerden derlenerek “EDEBİYAT-I CEDİDE’NİN FELSEFESİ” adıyla kitaplaştırılıp okura ulaştırıldı. Bu kitaptaki tespitler de ilk kitaptaki kadar ciddi ve önemli. Ancak ben zamana sadık kalabilmek için sadece kısa özetlerle geçmek istiyorum.

İkinci kitabın girişinde de Kıvılcımlı, aradan 2-3 yıl kadar bir zaman geçmiş olduğunu da hesaba katarak, yeniden amacını açıklar. Bir kısmını alayım:

Edebiyat-ı Cedide eğilimleri, bugün esas itibarıyla maddi ve toplumsal temellerini kaybetmiş, fosilleşmiş bir takım ilişkilerdir. O ilişkileri salt aydınlığa çıkarmak ve bilinçli bir şekilde reddetmek bile, ortadan kaldırmak için atılmış büyük bir adımdır.

Onun için, şimdi Edebiyat-ı Cedide hakkında yapılacak ciddi ve bilimsel her eleştiri, vakti geçmiş bir emek veya salt tarihi bir merak eseri sayılamaz. Tersine, Türkiye’deki milli halk edebiyatına hizmet etmek gibi hayati bir davadır ve günün sorunudur.

Aşağıdaki satırlar bu düşünce ile kaleme alınmıştır. Amacımız Edebiyat-ı Cedide’nin ne olduğunu, yani çevresi hakkında edindiği anlayışları karakterize ederek, o hatalara tekrar düşmek istemeyenlere dolayısıyla yararlı olmaktır.

Bu girişten sonra, ilk kitaptaki konuların kısaca hatırlatılmasından ardından, analitik dediği incelemeye başlar. Edebiyat-ı Cedide seçkisindeki şiirlerden bol örnekler kullanarak, Cedide’nin asıl felsefesini yorumlar. Birinci bölümdeki teşhis ve tespitlerini bol bol örneklerle pekiştirir. Daha sonraki bölümlerde ise Edebiyat-ı Cedide akımının, gerçeklerden kaçtığı gibi, doğadan da kaçtığını örnekler. Sonraki bölüm ise, Cedidecilerin insana bakışı ile ilgili tespit ve eleştirilerdir. Bu bölümde Cedide şairlerinin özellikle de kadınları yok saydığını belirler ve şiddetle eleştirir. Kadını özel bir bölümde inceleyeceğini söylemesine karşın, dergilerde yayınlanan bölümlerde de rastlamıyoruz. Yazıların en son yayınlandığı HER AY dergisi Mart 1938 tarihli. Kıvılcımlı’nın en uzun hapisliğine yol açan Donanma davası da o tarihlerde açılmış olmalı. Yılı 1938 muhtemeldir ki tutukluluk dolayısıyla tefrika devam edemedi. Belki yazının devamı dergiye verilmiştir ama yine de dava dolayısıyla basılmamış olmalı. Ancak biliyoruz ki Kıvılcımlı kadın konusunda çok hassastır. Daha sonra yazıp yayınladığı “Türkiye’nin Üç Katlı Sosyal Ehramı: Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı uzun yazısı bu konudaki en özgün araştırmalardan biridir.

Sonuç olarak:

Marksist edebiyat eleştirisi, layıkıyla ancak Marksist yöntemi özümseyip, yaşamına uygulayan kimseler tarafından yapılabilir. Kıvılcımlı, “Edebiyat-ı Cedide” eleştirisiyle Marksist edebiyat eleştirisinin çok yetkin bir örneğini veriyor bize. Tüm yaşamını işçi sınıfının kurtuluşuna adamış o büyük devrimciyi bu vesileyle de sevgi, saygı ve şükranla anıyorum.

Ahmet KALE

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar