“(…) imgeleri doğru, sade bir dille kullanan şiirlerde ararım kendimi.” diyerek sanat anlayışını açıklayan Kamil Küpeli ile MayaKültür için bir söyleşi gerçekleştirdik.
-Maraş, Göksun’un bir mezrasında dünyaya geldiğinizi bir söyleşinizde dile getiriyorsunuz. Okuyucularımıza kendinizi bilindik bu matbu özgeçmişiniz dışında nasıl tanıtırsınız? İlgi alanlarınız, yapamazsam eksik kalırım dediğiniz şeyler nelerdir?
Çobanlık yaparak büyüdüm, en güzel meslek. Bugün becerebilsem gider Orta Toros Dağlarında hayvan otlatırım. On bir kardeş, anne ve baba ile 13 kişilik kalabalık bir ailede büyümek benimkisi. Doğduğum yer ıssız bir dağ eteği, kış aylarında 3 metreye kadar kar yağıyor. Radyoların zoraki çektiği bir yerde çocukluk geçiriyorsunuz. Ayda yılda bir gidilen kasabada gelecek akidelik şekerin hayali. O günler hayal kurmayı öğretti bana. Bizimkiler Dersim’den göçme. Fırsat buldukça büyük amcamdan o yörelerin hikâyelerini dinleyerek büyüdüm. Üçüncü kuşakken -o anlatımlardan olsa gerek- ailenin geldiği yerlerin hayalini kurup gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Bizim evde birkaç kitap vardı. Bir tanesi de özel bir çantanın içinde duvardaki nakışlı kilimin üstünde asılı Kuran’dı. O çantadan korkardım. İlgimi çekerdi ama dokunamazdım. Babam üç defa hatmettiğini söylerdi ama bir kerecik olsun ağzından bir dua okuduğuna tanık olmadım.
Alevi kültüründen etkilenmiş, gençlik yıllarımda saz çalıp türkü söylerdim. Orada tanıştım şiirle. Bizim yerleşim yerimiz Çukurova’ya yakındı. Çukurova’da Karacaoğlan, Dadaloğlu vardı. Alevi şiirlerinden sonra ilk onları tanıdım. Ortaokul ve liseyi Adana’nın Kadirli ilçesinde okudum. Şehirle yüzleşmek, edebiyata dokunmak; şiir ve öykü yazmaya erken yaşlarda Kadirli’de başladım. Tabi ki yazdıklarıma şiir öykü denirse. Lise yıllarında devrimci hareketle tanışıp kendimi içlerinde bulduğumda Nazım Hikmet, Ahmet Arif ilk girdi şiir sevdama, onlar gibi yazmayı denedim. Yaşınıza göre büyük düşünüp, büyük hayaller kuruyorsunuz. Ülkeyi kurtarmaya adaysanız kim tutabilir o yaşta bir genci. Kitap okuma alışkanlığı ve ezilenlerin şairi yazarı olma hevesi ve tutunamayıp kaçış başlıyor.
İlgi alanım her daim kitaplar, edebiyatın bütünü ve müzik olmuştur. Bu devam ediyor hâlâ. Bunları yapamazsam gerçekten eksik kalırım.
-1989 yılında politik nedenlerle Londra’ya geldiğinizi ifade ediyorsunuz. Son yıllarda hem 12 Eylül hem de sonraki süreçlerde çeşitli zorunluluklardan yurt dışında yaşamayı tercih edenlerin sayısı oldukça arttı. Bu kesimlerin de içinde rol aldığı sol siyasi çevrelerden tutun da köy derneklerine kadar geniş bir yelpazede kültürel çalışmalar yürütülüyor.
Özellikle yine bu çevrelerde edebiyata oldukça fazla bir yönelim gözlemleniyor. Sizce bu yönelimin olumlu ya da olumsuz yönleri nelerdir?
Londra’ya ilk geldiğim yıllarda “Halkevi” diye bir dernek vardı. Londra’ya gelen göçmenlerin sığındığı, işlerinin yapıldığı çok üyeli bir kurumdu. O günlerde Aziz Nesin gelmişti. Çok kalabalık bir toplantıda; ”Göçmenlik kara bir lekedir insanın alnında. İnsanı onursuzlaştırır.” diye bir laf etmişti. Ve biz devrimciler çok kızmış, ayıplamıştık Aziz Nesin’i. O zaman ülkeyi terk edenlere çok kızgındı, sonradan anladım ne demek istediğini Aziz Nesin’in.
Buralara gelen insanlar sanatını ve kültürünü de alıp geldiler. Yaşadığı yere uyum sağlayamayınca eski alışkanlıklara ve getirdiklerine sarılmak zorunda kalıyor insan. Kaybolma korkusuyla meydana çıkıyor dernekler, vakıflar, kültürevleri, yöre dernekleri. O kurumların içini doldurmak zorunluğu var. Ondandır sanata, edebiyata yakınlık. Bütün dernekler aynı kültür ve sosyal çevreden beslenip biri diğerinin yaptığını takip eder. Hepsinin tüzük ve programı aynıdır. Sayıları az da olsa buralarda üretenler de vardır. Sıkıntılı bir süreç göçmenlik. Entegre olamıyorsanız kabileler, köylüler gibi ya da koloni gibi yaşıyorsunuz. Aynı şeyler tekrarlanıp duruyor. Soruya tekrar dönersek sanata, edebiyata ilginin sebepleri yukarıda söylediklerimdir. Festivaller, geceler, anma günleri bu sanatsal ve edebi çalışmalara bir kapı aralar gibi olsa da gaye yapılan etkinliklerin içini doldurma çabasıdır. Çok ciddi çalışma yapan çevreler de var. Ama yeterli ilgi sayılmaz hele de edebiyata karşı. Biraz da günü kurtarma çabası.
-Tarihsel süreçte Alevi geleneğinin kültürel kodlarından beslenmiş olanların sanata daha yakın durduğunu görebiliyoruz. İçinden çıktığınız kültürün yüzyıllara dayalı sözlü gelenekleri ve ritüelleri var.
Yılların etkisiyle de farklılaşan bu kültürün sizin edebiyat çalışmalarınıza kattıkları konusunda neler söylemek istersiniz?
Benim yaşadığım yerde ve ailemde bu gelenekler çok baskın yaşanmıyordu ama dönem dönem görüp izlediklerim vardı. Alevi evlerinde şiir ve müzik ortamına doğuyorsunuz. Hemen hemen her evde bağlama asılı, bu da size şiir var diyor. Sanata karşı bir sevgi var ve en güzeli sanat üzerinde yasak ya da günah baskısı yoktur. Yüzyıllardır belleklerde taşınan bir inanç. Daha çok şiirle anlatılıp gelmiş. Tabi ki benim üzerimde de çok emeği ve etkisi vardır. Şiir yolculuğuna Alevi deyiş ve türküleriyle başladım. Benim şiirlerimde etkili biçimde görünmese de dizelerde imgeleyip kullanmışımdır. O inancın insana, doğaya yaşama dair güzel olan yanlarını şiirlerde ara sıra kullanırım. Ya da çok özlü bir şiir sözünün üzerine kendi şiirimi şekillendiriyorum. Saz çalıp türkü söyleyen biri olarak da hece vezniyle şiirlerim vardır.
-İlk kitabınız “Ölü Çocuklar Ülkesi” 2016 yılında yayımlanmış. “Ölü çocuklar ülkesindenmiş masalcılar/çok şey bilirlermiş de sesleri kaybolur/bir türlü anlatamazlarmış/o ülkede oralarda olup bitenleri.” dizeleriyle kederli coğrafyamızın acılarına tanıklık eden destansı bir söylemin arayışı içindesiniz.
Geçmişten günümüze şiir geleneğimiz içinde kendinizi ve şiirinizi nerede konumlandırıyorsunuz? Şiirinizin dip suyunda izlerini sürebileceğimiz size etki eden şairler var mıdır?
“Ölü Çocuklar Ülkesi” aslında bir şiirden oluşan destandı. Kendi coğrafyamdan başlayıp zulme uğrayan bütün ülkelerin ezilenlerini, kadınlarını ve çocuklarını anlatan bir kitap olacaktı ama ya ben beceremedim ya da ilk kitap olma acemiliğimdi. Şiir parçalanınca araya alakasız dizeler konuldu ve tekrara düşse de yine de bir şey anlattı. Bizim coğrafyada, bir bütün Ortadoğu’da şiir, duygu ve psikolojik durumdan beslenir. Daha çok da hüzündür, aşktır mayası. Benim şiirimde de bu belirgin bir haldedir. Batı şiiri bizim gibi değil. Belki ileriki yıllarda buralardan da etkilenme görülecektir.
Türkçe şiiri iyi irdeleyip anlamaya çalışırken kendi dilimi ve şiirimi oluşturma çabasındayım. Bilinen bilinmeyen birçok şair etkilemiştir. Tabi ki en çok toplumcu gerçekçi şiirden örnek almışımdır. Şiirde kendi dilimin ve şiirimin peşine düştüm. Meramımda şiir yazmaktan çok nasıl şair olurum çabası vardır.
Şiir akıl ve bilinç ürünüdür. Akılla, bilinçle yazılmış. Biçim, içerik ve işlevi olan ve imgeleri doğru, sade bir dille kullanan şiirlerde ararım kendimi.
Sanırım şiir yolculuğuma; Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan ve adını sayamayacağım halk ve divan şairleriyle toplumcu gerçekçi şiir yol gösterici olmuştur.
-Son yıllarda popüler kültürün etkisiyle solda olduğunu söyleyen pek çok çevrenin emek eksenli söylemlerden vazgeçerek piyasacı kültürün çekim alanına girdiğini böylelikle var olan ana akıma hızla eklemlendiğini görüyoruz.
Biz de bu alanda eksikliği görerek Maya Kültür Sanat Kolektifi olarak karşı bir kültür hamlesi yaratabilmek için çaba sarf ediyoruz. Popüler kültür kuyrukçuluğu konusunda kendi yaşam deneyimlerinizden çıkardığınız sonuçlar nelerdir?
Piyasaya oynamak, şiiri satmak, metalaştırmak şiire haksızlık gibi gelir bana. Dün ezilenlerin saflarında yer alanlar, bugün yumuşak ve ağlak şiirlerle geçmişin mirasını kötü bir şekilde pazarlıyor. Bu şiirin sahipleri değerlerin üzerinde şiirle tepinerek her tarafa hoş görünme çabasındalar. Bu çok makbul bir şey değil. Emekçilerin mücadelesi yükseldiğinde ve ezilenler örgütlü bir güç halini kazandığında bunlar çok çabuk emekten ve ezilenden yana saf tutarlar -ki bunun adı tutarsızlıktır-. Yazar ve şair her zaman belli bir toplumsal katmanın yazarı ve şairidir.
Bugün piyasa kültürünün çekim alanına girenlerin etki ve değer görme alanları sadece oralar değil. Ne yazık ki solcu sosyalist yapılanmaların, derneklerin ve sendikaların da peşinde koştuğu, dergi ve gazetelerinde öve öve bitiremedikleri “kıymetli” şairler, yazarlardır. Bunu ben kendi deneyimlerimden de gördüm. Bazılarının Avrupa’da kendi yoldaşına, arkadaşına hiç değer vermeyip isim yapmışlara yüklü paralar ödeyerek, söyleyeceği üç cümle için nasıl ağırladıklarını biliyorum.
Burada Maya Kültür Sanat Kolektifine başarılar diliyorum. Çok kıymetli çalışmaları var. Çok iş düşüyor, biraz zor ve sancılı bir yolculuk süreci. Kolektifin altını doldurmalıyız. İddialı olan, yazdıklarında ürettiklerinde sorumluluk hissi duyan, sınıftan yana duruş alan her sanatçının örgütleneceği bir platforma ihtiyaç var. Bunu MayaKültür başarmalıdır. Yoksa ortalık piyasa kültürünün raflarında sırıtanlara kalacaktır.
Bu söyleşi için Maya Kültür Sanat Kolektifine çok teşekkür eder, başarılar dilerim.
ÖZGEÇMİŞ
Kâmil Küpeli, 1962 yılında Maraş Göksun’da doğdu. İlkokulu köyde, ortaokul ve liseyi Adana Kadirli’de bitirdi. Lise yıllarında dönemin siyasi çalışmaları içinde yer aldı.
1989’da ülkeyi terk ederek Londra’ya yerleşti. Londra’da siyasi sol görüşe yakın dostlarıyla DAYMER’İN (Dayanışma Merkezi) kuruluşunda ve Dernek Yönetiminde yer aldı.
Lise yıllarında başlayan şiir ve edebiyat tutkusunun ilk ürünü olan şiir kitapları; “Ölü Çocuklar Ülkesi” 2016’ da Ozan Yayınları’ndan ve “Aşkın İkindi Söylencesi” 2017 ‘de Ses ve İz Yayınları’ndan çıktı.
2014’te bir grup arkadaşıyla “Şiire Yolculuk” grubunu kurdu. Periyodik olarak şiir sunumları yapmaktadır.
Edebiyatın dışında başka bir ilgi alanı olan müzikle uğraşıp telli ve nefesli sazlar çalmaktadır.
Çok sayıda öyküsü çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı. Şiir, öykü ve roman çalışmalarına Londra’da devam ediyor.