Tahir Abacı (…) binlerce yıldır çağlayan insanlık ırmağına küçük bir selam çakarak toplumsal değişimi sağlayacak dinamiklerin zihin haritasını kitap boyunca araştırmacı tavrıyla irdeleyerek görünür kılmak istemiş.
Tahir Abacı’nın “Kültür Sanat ve Toplumsal Dönüşümler” üzerine farklı tarihlerde yayımladığı yirmi yazısından oluşan kitabı Sözcükler Yayınları’ndan Ağustos ayında yayımlandı. Kitapta “Toplumsal dönüşümlerin, üretim biçimlerinin, siyasal hareketlerin düşünce kültür ve sanat pratiğine yansımaları eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmaktadır.” (tanıtım yazısından)
Giriş yazısında belirtildiği üzere “Bu kitapta daha çok ‘inceleme’ niteliğinde ve birkaçı dışında görece uzun olan yazılarımı bir araya getirdim. Yazıların büyük bölümü, son 25 yılda kaleme alındı.” derken sunuş yazısının devamında; “Kitapta kimi eserlerden, kimi olgulardan, kimi tartışmalardan birkaç yazıda birden söz edilmektedir. Özellikle gerçekçi edebiyat çerçevesindeki tartışmaların, kitabın genel çerçevesiyle ilgisi nedeniyle sıklıkla odağa alındığı görülecektir.” saptamasıyla metinlerin yazılış süreci ve amacı yazar tarafından ortaya konulmuş.
Kitabın bütünselliğine baktığımızda Tahir Abacı’nın odaklandığı nokta, yeninin inşasında gerçekçi edebiyatın geçmişten günümüze farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda gösterdiği gelişim çizgisidir. Bu çizginin serüvenini tarihselliği içinde diğer alanlarla ilişkisini de gözeterek çözümleme çabası göze çarpmakta. Bir başka deyişle konuyu bütüncül bir yaklaşımla ele alarak toplumcu ana damarın izi günümüze kadar kesintisiz bir şekilde takip edilmiş.
Böylelikle geçmişe ait, hâlâ ateşi küllenmeyen tartışmaların ışığında, okura yeni bir bakış açısı kazandırmak amacıyla yazılmış, alanında boşluğu dolduracak metinler olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle 1980 sonrası, sınıftan yana sanatsal üretimin sermaye merkezli piyasacı anlayışla bütün alanlardan saf dışı edilmeye çalışıldığını, gösteri toplumlarındaki illüzyonun sanatta da karşı devrimin önemli bir silahı haline getirildiğini görüyoruz.
Ülkemizdeki kültür-sanat ve siyaset ilişkisini toplumsal dönüşümler üzerinden görünmeyen zihin haritasının ortaya koymaya yönelik bir çabanın ürünü olan kitap, geçmişin yaşanmış tanıklıklarıyla sosyalist solun tarihine ışık tutarken, bu tarihin gri noktalarına vurgu yaparak uluslararası bağlantıları, modernleşme sürecini, eser yazar ve politik bağlam üzerinden ele alarak ilerliyor.
Marksizmin alana ilişkin kolektif üretimlerinin rehberliğinde reel sosyalizmin uygulamalarını da eleştirel bir bakış açısı üzerinden değerlendirme cesareti de gösterilmiş. Özellikle geçmişte Lucas-Brecht üzerinden farklılık gösteren gerçekçilik ve bağlılık tartışmalarının uygulamadaki etkileşimi üzerinden ortaya çıkan ayrışmalar Sovyet devriminin sanat politikalarının yansımaları yakın ve uzak bağıntılarıyla okura sunulmuş.
Sovyetlerde, iktidar ele geçirildikten sonra zamanla ortaya çıkan sapmalar sonucu partiden ayrı düşmeyi göze alanlarla, devrimin gerçekleşmediği sol muhalefetin etkin olduğu ülkelerde yaşayan sanatçıların merkeze göre daha bağımsız ve yaratıcı sanatsal yaklaşımlar ortaya koyduğunun altı özenle çizilmiş.
Stalin döneminde özellikle Andrey Jdanov eliyle baskılanan kültür-sanat çalışmaları, uygulamadaki birtakım sıkıntıları da görünür kılmıştı. “Parti içinde burjuva ideolojisini yok etme adına en üretken kafaların engellenmesi, evrensel ölçekte o burjuva ideolojilerini daha çok etkin kılma sonucunu vermiştir.” (s. 77) Paragrafta belirtildiği gibi uygulanan politikalarla amaçlanan şeylerin çok uzağında gerçek hayatta tam tersi sonuçlar doğurmuştu.
Bu sanatı ve sanatçıyı baskılama sürecini Moskova’da sürgündeki bir komünist şair olarak yaşayan önemli isimlerden biri de Nazım Hikmet’tir.
Stalin’in uygulamalarına politik düzlemde eleştirel bir yaklaşım geliştirebilmiş olmasını Tahir Abacı onun popülaritesiyle ilişkilendirmiş. Nazım Hikmet ülkemizdeyken de SSCB’le ilişki içeresindeki TKP ile ayrışma yaşamış, sonradan ortaya çıktığı gibi Pavli adasındaki toplantı sonrasında farklı bir yapılanmayı bile göze almıştır.
Sovyetlerin dağılma sürecine girişiyle birlikte yaşananlar, hepimizce biliniyor zaten. Gorbaçov’un sistemin yaşadığı tıkanıklığı özellikle de ekonomik sorunları aşmak için başlattığı Glasnost (açıklık) politikasının sonuçlarını kendisinin bile tahmin edemediğini öngörebiliriz.
Çöküş en çok emperyalist merkezleri sevindirmiş, tek kutuplu diye tabir edilen dünyanın yeniden fethedilecek ovalarında at koşturmanın heyecanıyla kapitalist yıkım süreci zihinleri kör edecek serüvenlere evrilmişti. Yabancılaşmayı derinleştirecek uygulamalarla yılgınlık ve değişmezlik duygusunu toplumsal bilince sızdırmak için bir çeşit teslimiyeti kabul ettirmenin koşulları hazırlanmıştı. “Malum çöküş sonrasında Marksist teorisyenlerin işsiz kaldığını yazılmış onca eserin de çöp olduğunu keyifle dillendirenler olmuştu. Otuz yıl sonra geri dönüp baktığımızda o “çöp”ün üstünü, ufukları görünmez kılmış post modern devasa çöp yığınlarının bir türlü örtemediğine tanık olmaktayız.” (s. 68)
İleride pek çok olumsuzluğunu gözlemleyeceğimiz sarsıntılı dağılma sonucunda kominterne bağlı ya da bağımsız çizgi izlemeyi tercih eden işçi sınıfı hareketleri zayıfladığında Derrida, Marksizm’i hedefe koyan bir isim olarak karşımıza çıkıyor. Tek kutuplu dünyada ideolojilerin sonunu ilan eden Fukuyama ile aynı kulvarda arkadan dolanarak sosyalizmi savunuyormuş gibi yaparak gizli bir reddiye yaklaşımını ortaya koyuşu ilgili bölümde ayrıntılarıyla anlatılmış.
Kitabın ilerleyen sayfalarında “Üretim Biçimi ve Kültür Üzerine” başlığını taşıyan bölümünde ise Marksizm’e göre tarihteki yaşanmış beş üretim tarzını toplumsal dönüşümlerle bağlantısı açısından tartışmaya açarak birebir her topluma ve coğrafyaya indirgemeden bir yol çizme çabası izlendiğini görebiliyoruz.
Feodalizmden kapitalizme geçişteki sorunları Marksist iktisatçılar tarafından yapılan tartışmaların ülkemize de bir şekilde yansıdığını; “Bu tartışmaların beş modelden farklı olduğu ve Batıdaki ilkel topluluk-kölecilik-feodalizm dönemleri arasını kapsadığı varsayılan “Asya tipi” üretim biçimine ilişkin boyutu, haliyle ülkemizde ayrı bir ilgi odağı olmuştu ve kültür sanat düzleminde de iz bırakmıştı.”(s. 90) saptamasıyla kitapta yer almış.
Yazar, yine ülkemizin şiir coğrafyasında okuyucuyu zorlu patikalardan geçirerek, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve modern şiirimizin diğer kurucu unsurları olduğunu düşündüğü toplumcu şairleri de işin içine katarak şiirimizde eğilimler ve yönelimlere ilişkin okuyucuyu sürükleyici bir dille bilgilendirme çabasında geniş bir perspektiften konuya baktığını görebiliyoruz.
“Şiir ve Hegemonya” başlığında sanatçının iktidarlar tarafından nasıl düzen içi hale getirildiği tarihsellik gözetilerek ele alınmış. ”Şiir, tarihin ilk çağlarından itibaren, diğer sanatlarla birlikte her zaman hegemonyanın da çekim alanında bulunmuş ve onun etrafında önemli bir araç olarak kullanılmıştır.”(s. 186)
Anadolu ayağında egemen güçlerin Selçuklulardan başlayarak Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde bağımlılık ilişkisini yeniden ürettiği kesintisiz bir çizgi izlenir.
İktidarlar etrafında kümelenen şairlere dağıttığı bahşişlerle ya da tanıdığı ayrıcalıklarla şiir ve hegemonya ilişkisinde durumun yüzyıllardır değişmediği tespiti yapılmış.
“Bir eser yazıp kudretlilere sunarak caizeler(bahşiş) in’amlar(bağışlar),idane’ler(bayramlıklar) “ratibeler” (mevkiler) koparma çabaları Osmanlılar döneminde de sürdü.” (s.193)
Bir ara gündemimizi oldukça meşgul eden Özdemir İnce gibi ulusalcı şairlerin zaman zaman yanıltıcı argümanlarla sürece katıldığı “Türk Şiiri, Türkçe Şiir” adlandırmaları üzerinden yürütülen tartışmalara da değinilmiş. Abacı burada farklı etnik grupların varlığına vurgu yaparak “Türkçe Şiir” adlandırmasının kullanılmasının doğru bulduğunu belirtiyor. Fakat bu yaklaşımına karşın kullanımın duruma göre değişebileceğini de bir ayrıntı olarak not etmeyi bir zorunluluk olarak hissetmiş.
“Belirttiğim gibi Türk edebiyatı da Türkçe edebiyat da yerine göre, duruma göre kullanılabilen kavramlar. Örneğin ben Sözcükler dergisinde çıkan bir yazımda Behçet Necatigil’in şiir ve çevirilerinde Türkçeye yaptığı özel katkılardan da söz ettiğim için yazımın adını “Türkçe Şiirin Ustası: Behçet Necatigil koyma gereğini duymuştum. Yeri geldiğinde duruma göre “Türk nitelemesini kullandığımı iki kitabımın adları gösterir: “Türk Şiirinin Bir Türlü Yükselemeyen Yıldızı” ve “Türk Müziğinde Bestelenmiş Şiirler” (s. 232)
Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nı yazarken elindeki kısıtlı verilerle yola çıktığı, Şeyhe ilişkin anlatılanların tarihsel gerçekliklerle örtüşmediği pek çok kaynakta belirtilmiştir. Nazım Hikmet destanın yazılış hikayesini girişte vurucu cümlelerle anlatırken cezaevinde “Denize bakan pencerede ‘yekpare libası ak” bir derviş, Börklüce Mustafa’nın bir müridi durmaktadır ve şairi alıp bir yolculuğa götürür.” (s. 240)
Nazım Hikmet, şiirin yaratım sürecindeki esinlenmenin kaynaklarına ilişkin açıklamalar yaparken aslında şiiri Mehmet Fuat’ın tanıklığıyla şairin dışarıdayken yazdığını biliyoruz. “Mehmet Fuat’ın aktardığına göre destanı proje olarak yayıncısına anlatmış, ondan telif ücretini de olasılıkla peşin almıştır. Ancak yazılması ve teslimi gecikince yayıncısı (Yani Kitapçı) şairi sıkıştırmaya başlamış Nazım da eve kapanmış, Piraye Hanım’a da yanına kimseyi sokmamasını söylemiş, destanı öyle bitirebilmiştir.” (s. 240)
Yine bu destan üzerinden “milli edebiyat-milliyetçi edebiyat” düzlemindeki tartışmalara Hasan Ali Yücel’den verilen örneklerle Nazım’ın:” Marksist, bir makine adam bir robot değil, etiyle kanıyla, sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihsel sosyal konkre(somut) insandır.” (s. 241) diyerek “Mimar Sinanları yaratan bir ulusa mensup olmaktan gurur duymasının sosyalist düşünceyle çelişki olmadığını” anımsatılmış .
Son bölümde “Kemal Tahir’in Kurtuluş Savaşı romanları” ayrıntılı bir şekilde ele alınmış. Kemal Tahir’in üçleme şeklinde yazdığı “Esir Kentin İnsanları, Esir Kentin Mahpusları ve Yol Ayrımı“ üzerinden onun önceki çizgisinden farklılaşan roman anlayışının temellerini ortaya koymuş.
“Kemal Tahir, 1960 dan sonra yakın tarihe-20.yüzyıl başına odaklanan ve giderek düşünsel/teorik bir temele oturan bu kanala ağırlık vermeye başlayacak, hatta kırsal kesim gerçekliğini bu temel üzerinden yeniden kurmaya çalışacaktır.” (s. 293)
Burada amaç Kemal Tahir’in bu ikili kulvardaki tercihinin dışsal etkenlerle mi yoksa içinde bulunduğu sürecin doğal sonuçlarından mı gerçekleştiği çeşitli yönleriyle örneklerle okura bir sorgulamanın sonucu olarak sunulmuş.
Sonuç olarak her metin okura ulaştıktan sonra oradaki biçimlenişi ve dönüşüme yaptığı katkılarıyla eksiklerini tamamlar.
Tahir Abacı okuyucuyu fazla dolaştırmadan kendi sorgulamalarını da bitirmemiş bir aydın olarak dikte etmeden soran sorgulayan tutumuyla okurun ufkunu açacak bir çalışmayla yola çıkmış.
Binlerce yıldır çağlayan insanlık ırmağına küçük bir selam çakarak toplumsal değişimi sağlayacak dinamiklerin zihin haritasını kitap boyunca araştırmacı tavrıyla irdeleyerek görünür kılmak istemiş.
“Kültür Sanat ve Toplumsal Dönüşümler” in geniş bir zaman dilimine yayılan zengin içeriği göz önüne alındığında geçmiş ve geleceği de kavrayan bilimsel yaklaşımıyla okurda karşılığını bulması en büyük temennim.