Kültürel Alandaki Sorunlara Bir Bakış

Sanat yapma hakkı bütün insanlığın evrensel hakkıdır. Sosyalistler birilerinin parti veya örgüt adına sanat yaptığı toplumu savunmaz. Sosyalistler herkesin sanat yaptığı, insanların yaratıcılığını ortaya çıkardığı toplumu savunur. Komünist dünyanın yolu herkesin sanat yaptığı dünyadır. Bu anlamda sanat veya sanatçı araç değil amaçtır.

Bu yazıda basitçe açıklama yapılacaksa kültür bütün yapıp ettiklerimiz olarak bilinse de ben daha çok sanat, edebiyat, sinema ve müzik alanına dair yazdım. Yazıdaki kültür kavramının da daha çok bu alanları ifade etmek için kullanıldığını bilmenizi isterim.

Ülkemizde kültürel alana yönelik solun bilinçli bir mücadelesinden söz etmenin imkanı yok. Daha doğrusu kültürel alanı bir sorun olarak gören ve bu sorunu çözmek için çabalayan bir sol. Sol genel olarak sorgulamadığı kültür endüstrisinin üreticisi veya nesnesi olmuştur. Kapitalist ideoloji ile savaşabilmek, onun kültürel boyutunu açığa çıkarmak ve sorgulanmış bu alana yönelik teorik ve pratik mücadeleyle olabilir. Solun bu edilgen durumunun çok çeşitli nedenleri vardır. Bu edilgenliği aşabilmek için solun pek bir şey yapmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sol kapitalistlerle ve ideolojik boyutunun şekillendiği kültürel alanda var olmaktan ve bu sömürü çarklarının devam etmesinden rahatlıkla mutlu diyebiliriz. Bu mutluluğu ülke solunda sınıf mücadelesinin bitmişliği olarak görebiliriz.

Kapitalizmin çarkları içinde, kapitalizme uygun sömürü sistemiyle üretim yapan çoğu solcu insandan bahsedebiliriz. Bunların hangisine sorarsak soralım verdikleri cevap “Ne yapalım, biz yapmasak başkaları yapacak”tır. Sorun sadece biz yapmasak başkaları yapacak, sorunu değil tabiî ki. Sorun solun kültürel alanının içinin boşaltılması ve sisteme uygun hale getirilmesidir. Çoktandır bu alanlarda reklam, tanıtım, imaj ve ödül; solun kültürel dokusunun içini boşaltmış, kapitalist ideolojinin alanına dönüştürmüştür. Bunun yanında sinema ve dizi sektörüyle abluka altına alınmış işçi sınıfının bütün hayatını kapsayan bir saldırı vardır. Irkçılık, şiddet kültürü, din, milliyetçilik kısacası kitle kültürüyle işçi sınıfı denetlenmekte ve kapitalist ideolojinin istediği bir sınıf haline gelmiştir.

Fakat bütün bunların en önemli nedeni solun kültür kuramlarıyla pek ilgisi olmadığı gibi hâlâ eski tip sanatı sadece partinin propaganda aracı olarak görmesidir. İşin diğer bir tarafında ise kültürel alandaki çoğu sorunun çözümünün devrimden sonraya ertelenmesi bulunmaktadır. Kadın sorunu, cinsellik, ekoloji sorunu ve benzeri gibi. Böyle bir solun olduğu dünyada, bu solun işçi sınıfının burjuvaziler tarafından rahatlıkla sömürülmesine destek verdiğini söyleyebiliriz.

Bu sorunun, sadece ülke solunun değil bizim gibi sömürge ülkelerin genel bir sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Sovyet devrimiyle birlikte mücadele alanında bir yörünge kayması olmuş ve geri kalmış ülkelerde görülen mücadeleler, ulusal merkezli bir ideolojiyi temel almıştır. Böylelikle sınıf merkezli ideolojik boyuttan kaymıştır. Bu durum, gelişmiş kapitalist ülkelerde kültürel alanda oluşan ideolojik aygıtların gelişimine dair bir mücadele alanı oluşmamasına neden olmuştur. Kültür endüstrisi diyebileceğimiz bu ideolojik aygıtlar hızlı bir şekilde işçi sınıfının yoğun sömürüsünü sağlayan aygıtlara dönmüş ve onların gündelik hayatını belirleyen özellikler kazanmıştır. Bizim gibi sömürge ülkelerde işçi sınıfının denetlenmesi, sömürü çarkının nesnesi ve üreteni olmasını sağlamıştır. Marksist hareketlerin ise sömürü çarkının bu ideolojik şekillenişine dair pek bir şey söylemediğini veya söylediği olsa bile alternatif bir şeyler yaratmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kültür kuramlarına dair hâlâ soldan bir yönelim görmediğimiz gibi, bu sorunu daha çok emperyalist ve kapitalist ülkelerin sorunu olarak gören ve bizim gibi yoğun çelişkinin yaşandığı sömürge ülkelerde, devrim olunca bu sorunun çözüleceğine dair bir sanı taşıyan sol vardır.

Sovyet devrimiyle birlikte kendi iç gerçekliğine ve ulusallığa yönelen sol hareketler, küreselleşen ve emperyalizmle şekillenen bu ideolojik aygıtlara bütünlüklü bakmaktan uzaklaşmıştır. Meta üretiminin veya kapitalizmin genel gelişiminden bihaber olan bir sol ortaya çıkmıştır. Bugün ülkemizde yaşadığımız en büyük sorun budur. Kültürel alanda mücadele etmek dediğimizde, böyle bir sorunun varlığını bir türlü kavramlaştırmamış solun şaşkın bakışıyla karşılaşıyoruz.

Günümüzde edebiyatın bir devrimci mücadele olduğuna artık kimse inanmıyor. Dünyayı değiştirmekle edebiyat arasındaki ilişkiyi görmediğiniz sürece, edebiyat eseri gündelik hayatı yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Günümüzde yaşanan budur. Devrime yönelik inancın yitiminin edebiyat eserine yansımasıdır. Bu inanç azalsa da, kültürel alanın sorunlarının çözümü hâlâ devrim sonrasına ertelenmiş gibidir. Bu genel inanç yitimi aslında, solun burjuvazinin egemenliğine girdiğinin göstergesidir. Günümüzde bu yaşananın nedenleri aslında kültürel alana yönelik daha geniş bakmayı içinde taşıyor. Bundan daha on yıllar öncesi sanat eseri ile devrim arasında bir ilişki vardı. Devrimin yolunu belirleyen ve ona perspektik sunan sanat eseriydi. Sanat eseri devrimci mücadelenin parçasıydı. Günümüzde ise sanat eseri gündelik hayatı üreten ve sistemin yenilenmesini sağlayan kültür endüstrisinin bir nesnesi haline dönüşmüştür. Sanat toplumsal metalaşmanın önemli bir unsuru olurken, insanın bütün yaşam biçimlerini kapsayan ve onu kapitalist metanın bir unsuru haline getiren öğeleri üreten ve belirleyen bir etkinlikler biçimini almıştır.

Tek tek olgulara ve alanlara bakarak ilerlemek lazım. Sinema ve tiyatro alanına dair A. Haluk Ünal Kültür Endüstrisi ve İşçi Filmleri Festivali’nde şöyle diyor:

Küresel çapta bir Kültür Endüstrisi’nin ortaya çıkışı, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra kurulan barış masalarına ABD’nin sinema kotalarını bir şart olarak sürmesiyle başlar.

Böylece Amerikan film endüstrisi, Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerde yerel ülkelere küçük kotalar (en büyüğü Fransa %25 koparabilir) bırakarak, büyük bir sinema şebekesi oluşturur.

Endüstriyel kültür kısa süre içinde TV’ler üzerinden ikinci küresel şebekesini yaratır.

Ve zamanla bu omurganın çevresi etlendirilir, edebiyattan resme, eğlenme biçimlerimize, düğünlerden ölü törenlerine biçimlendirilir.

Asıl konumuz olan sinemaya dönersek, bu süreçte Hollywood ticari şebekesi kendi dilini, üslubunu, izleyicisini yaratarak yerküreyi kuşatırken, “sinemayı sanat yapanların” direniş mevzileri olan sanat festivalleri de son yirmi yıl içinde artık sermayenin butik pazarlarına dönüşecektir.

Meselesi olan filmler üreten herkes bir yandan festival filmciliği denebilecek bir pratiğin parçası haline gelirken, diğer yandan ödül rekabetinin öznelerine dönüştü.

Tabii ödül alacak film nedir, nasıldır, sorusuna da bu festivallerin elitist mabetlerinin ruhban sınıfınca verilen bir yanıt var.

Burada önemli olan “iyi film” kriterine ihanet edilip edilmemesi değil; asıl önemli olan, bu yapıların kendi içine bükülüp, yarattığı elitist izleyici ile birlikte, alternatif olmaktan çıkması, teknolojinin yarattığı üretim patlamasını kucaklayamaz hale gelmesi.

Sanırım beş yıl önce, “Film Forum” aracılığıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde A sınıfı bazı festivallerin yöneticileriyle bir panele katılmıştık. Sundance yöneticisi bir önceki yıl festivale yirmi bin (20.000) proje başvurunca inceleyemediklerini, büyük çoğunluğuna özür e-mailleri yazdıklarını anlattığında, bazı meslektaşlarıma “Konvansiyonel festivaller bitmiş, yeni bir yol açmak lazım” demiştim. İşin butik sermaye, festival, devlet ilişkileri kısmına da hiç değinmeyeceğim, o boşluğu siz doldurabilirsiniz.

İşte, mevcut sistemi, kapitalizmi bir “normal” olarak kabul etmiyor, ancak bunun ötesine geçen bir dünyanın, insanın gerçek özgürlük, mutluluk ve refahına bir köprü olacağına inanıyorsanız; mücadelemizin siyasi, askeri, yönlerinden daha temel olan kısmının endüstriyel kültüre karşı mücadele olduğunu da görmeniz gerekir.” (1)

Bugün bu alanı sorun eden bir soldan bahsetmenin imkanı olmadığı gibi kapitalistler kendi starlarını ve ödül komitelerini oluşturarak sinema sektörünü kontrol altında tutuyor.

Bunun yanında sinema ve dizi sektöründe yoğun bir emek sömürüsü olduğu gibi bu alanı merkezine alan ciddi bir örgütlenmeden bahsedemeyiz.

İşin aslına girersek: Diziler genellikle belirli bir denetimle ortaya çıkar. Bu RTÜK’ün işi olup dizileri denetleme ve ideolojik belirlenimde bulunmayı kapsar. Yani şunu yap, bunu yapma. RTÜK, AKP’nin dizi sektörünü denetlemede kullandığı araçlardan biriyken bir diğeri ele geçirdiği kanallar ve yapım, prodüksiyon firmalarıdır. Böylece bu sektörü istedikleri gibi yönlendiriyorlar. Bir diğer kurum ise dizilerdeki ve sinemalardaki ideolojik yapıyı belirleyen, dizilere reklam veren sermaye şirketleri. Bunlar artık kimin oynayacağına kimin oynamayacağına hatta senaryoya bile müdahale ediyorlar. Amaç kitleleri yönlendirecek ideolojik yapıyı oluşturmak böylece burjuva ideolojisinin yaygınlığını sağlamak. Reytingleri istediği gibi yönlendiren bu ideolojik kurumlar, reytingler aracılığıyla kitleyi kontrol ve manüpüle ederler. Reytinglerle iç içe girmiş reklam, tanıtım ve imaj topluma dayatılır.

Öncelikle bilmemiz gerekir ki, kitle kültürünün temel dayanakları faşist ideoloji ile şekillenmiştir. Almanya’da başlayan bu süreç şu an bütün dünyada yaygındır diyebiliriz. Kitle kültürü boş zaman üzerinden kitleleri manipüle etmeye, kendi propagandalarını halka dayatmaya, kitleyi siyasal söylemlerinin nesnesi haline getirmeye çalışmaktır. İdeolojik aygıtı elinde tutanlar, bu aygıtları manipülasyon ve parti politikalarının merkezi haline getirtirler. Bunun yanında temel amaç kapitalist emek sömürüsünün üstünü örtmek veya gizlemektir. Dizilere, sinema ve tiyatro sektörüne buradan bakmak lazım.

Aldous Huxley’in şöyle bir sözü var: “Günümüzde totaliter devletlerde köleliği sevdirmek; propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve öğretmenlere verilmiş bir görevdir.” Kitle iletişim araçlarının nasıl kullanıldığını göstermek açısından önemli bir söz.

Yine dizi veya sinemalardan devam edersek, dizilerde ve sinema filmlerinde oynayan başrol oyuncularına ön anlaşma yapılmadan önce nasıl bir dizi olduğu geniş bir şekilde anlatılır. Oyuncunun oynayacağı karakter hakkında bilgi verilir. Bundan sonra sözleşmeler imzalanır. Bu süreç, aslında dizinin ideolojik boyutunun oturtulma sürecidir. Büyük yapım firmaları çoğu oyuncunun yaşamına müdahale eder. Dizi ve sinema sürecinde yaşamının denetlenmesi için sözleşme imzalar. Bu sözleşmede amaç sanatçının siyasal kimliğini ele geçirmek veya yönlendirmektir. Oyuncuyu tutsak ve piyon haline getiren bu sözleşmeler, oyuncunun kendine ait bir kişilik oluşturmasını engelleme ve oyuncunun siyasal söylemine dair bir baskı kurarak oyuncuyu yönlendirme amaçlıdır. AKP yapım ve prodüksiyon firmaları üzerinde öyle bir baskı oluşturmuştur ki, yapım ve prodüksiyon firmaları zorunlu olarak otosansür uygular. Çünkü projesinin kanallar tarafından kabul edilmemesi ihtimaliyle beraber kabul edilse bile sponsor veya reyting sorunu vardır.

Diziler ve sinema, burjuvazinin en önemli ideolojik aygıtlarından biridir. Bu dizilerle yaşamın her alanına ilişkin göndermeler aracılığı ile yaşam biçimleri protipler dayatılır. Çok çeşitli ideolojik aygıtlarla verilemeyecek düşünceler, yaşam biçimleri dizilerle topluma angaje edilir. Geçmişte tiyatro ile verilen bu düşünceler, şimdi diziler ve sinemalarla topluma dayatılır. Herkesi bu renkli cama çekmek burjuvazinin önemsediği bir durum. Oluşturdukları reyting ve “star sistemi” ile bu alanı sürekli canlı tutarlar. Bu alan hızlı bir şekilde burjuvazinin ideolojik sahasına dönüşür.

Ercan Kesal / “Çukur”

Peki dizilerde burjuvaziye hizmet eden; prodüksiyon ve yapım firmalarının her türlü dayatmalarını kabul eden, çalışma koşullarına, reklam şirketlerinin ve sponsorların denetimlerine hiç müdahale etmeyen sanatçılara ne demeliyiz? Çarkın bir parçası olmuş, burjuva ideolojisinin üreticisi olan hem de kendisini Marksist veya solcu gösteren bu insanlara ne diyebiliriz peki? Örneğin Çukur dizisinde oynayan ve mahalleye babalık yapan Ercan Kesal’a ne diyelim? Hem faşist kültürün oluşumuna destek veren bir dizide oynamak hem kendini Marksist diye göstermek. Aslında yaptığı solun sistem içinde erimesini sağlamak olduğu gibi solu sistemin kurucu öğesine dönüştürmektir.

Bütün bunların dışında sinema ve dizi sektörünün bu durumuna karşın solda geniş bir tepki veya alternatif bir çalışma göremeyiz. İşçi sınıfını merkez alan bir bağımsız sinema veya dizi sektöründen bahsedemeyiz. Sınıf mücadelesi yürütenlerin bir türlü burjuvazi tarafından ele geçirilmiş bu alana yönelik bütünlüklü bir karşı hareketinden söz edemeyiz. İşin diğer tarafı ise bu alanda var olan sola yakın insanlar bu alanlardaki burjuvazinin oluşturduğu ideolojik boyuta dair pek bir şey söylemedikleri gibi bu ideolojik boyutun üreticilerine dönüşmüştür.

İsin kötü tarafı ise bir entelektüel kibre dayanan “Televizyon aptal kutusudur.” söylemi. Toplumla televizyon arasındaki bağlantıyı kesmeye çalışmaktan ve entelektüel etkinin çok az olduğu ülkemizde emekçi sınıfları burjuvazinin destekçisi olmasını sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Aynı zamanda bu kitleleri istedikleri gibi yönlendirmesi için ve kitle kültürünü oluşturmak için burjuvaziye verilen bir destek diyebiliriz. Böylece işçi sınıfı ile devrimciler arasındaki bağ kesilmiş olur.

Şimdi müzik alanına girmek lazım. Müzik alanında çok çeşitli sorunlar vardır. “Theodor W. Adorno’nun Perspektifinden Popüler Türk Müziğinde Standarlaşma Sorunsalı” başlıklı makalesinde Micheal (Mihalis) Kuyucu ne diyor:

“Tüketim toplumu yaratmak için çok fazla sorgulamayan, çok fazla düşünmeyen bireylere ihtiyaç vardır. Yaşam tarzını ‘tüketim’e endeksleyen bireyler dikkatsizce tüketim yapmakta ve serbest piyasa ekonomisinin devam etmesine katkıda bulunmaktadır. Tüketim olgusu sadece maddi anlamda değil, manevi anlamda da insanların dünyasına girmektedir. Bireyler manevi değerleri olan kavramların da tüketimini yapmaktadır. Serbest piyasa ekonomisi bu sistemde manevi değerlerin de tüketilmesini ister. Manevi değerlerini tüketenler, yaşadıkları psikolojik buhranların dışavurumunu, maddi tüketim yaparak bastırmaktadırlar. Bu da tüketime reel anlamda katma değer yaratmaktadır.

Daha çok iki cinsin kendi arasında yaşadığı aşk/sevgi ilişkilerini konu alan müzik, günümüzde içeriğiyle tüketim toplumunun şekillenmesinde ciddi bir rol oynamaktadır. Sevginin, aşkın, birlikteliklerin ve hatta cinselliğin dahi tüketilmesini isteyen sistem bunun gerçekleşmesinde müziği bir araç olarak kullanmaktadır. Bu sistemin yaygınlaşmasında müzik önemli bir rol oynamaktadır. Günümüzde şarkılarda verilen mesaj ve duygular ile şarkıların video kliplerinde sunulan görseller buna ciddi anlamda hizmet etmektedir.

Müzik, bu hizmeti sunarken elinden geldiği kadar basitleşmektedir. Birbirine benzeyen ritimlerde kurgulanan şarkılar, benzer konularda yazılan şarkı sözleri ve aynı biçimsel özelliklere sahip video klipler bu sisteme hizmet etmekte ve özellikle gençlerin ‘pasifleşerek tüketim toplumunun aktif birer elemanı’ olmasına katkıda bulunmaktadır. Adorno benzer ritimlerde kurgulanan popüler müzik ürünleriyle dinleyicinin, şarkının standartlaştırılmış ritmini takip ederek ve boyun eğdirilerek ritmin kölesi hâline geldiğini belirtmiştir. Ritmin kölesi olan dinleyici şarkıda verilen ana mesajı da bu ritimle beraber edinmekte ve mesajı vermek isteyenin kölesi olmaktadır. Ritim eşliğinde sunulan tekrarlar sözel anlamda da tekrarlanmakta, bu tekrarlanan sözel içerik dinleyinin bilinçaltına gitmektedir.”

Günümüz müziğinde bu çelişki yoğun bir şekilde yaşanıyor. Popüler müzik kitleleri hızlı bir şekilde etkilerken bir yandan tüketim kültürünü güdülüyor bir yandan da bencil, her şeye kayıtsız insan tipini genelleştiriyor. Toplumsal duyarsızlık hızlı bir şekilde yayılıyor, hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanları var ediyor. Müzik kanalları, radyoları veya magazin dergileri popüler müzik yapan insanları sürekli star hale getirtirken daha nitelikli müzik yapanları dışlayarak bu star sistemini topluma dayatıyor. Nasıl edebiyatta çok okunanlar ilk on ilk yüz varsa, müzik alanında ise top on vardır. Böylece müzik alanı denetlenir, nitelikli müzik yapanların bile bu popüler müziğin içinde erimesi için bir baskı oluşturulur. Çoğu müzisyen ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak için zorunlu olarak popüler müzik alanına kayıyor. Hem de bu müzik tarzından nefret ettiği halde.

Bu düşüncemi daha net şekilde bu alıntıyla güçlendireyim. “Kitle kültürü ve onun nihai olarak modern kültürün kendisine dönüşümü konusunda benzer kötümser bir bakış Swingewood tarafından sunulur. Nitekim Swingewood’a göre kitle kültürü basitçe hakim kültürel form olarak yüksek kültürün yerini almaz; bunun yerine Swingewood önceden yüksek kültür olarak görülen kültürün çok sayıda bileşeninin kitle kültürü tarafından sahiplenildiğini ve herkes tarafından tüketilen “popüler” gündelik kültürün vehçeleri haline geldiklerini öne sürer. Ona göre bunun sonucu büyük sanat eserleri, romanlar, şiirler, müzikler ve benzerlerinin kitlesel ölçekte ilgisiz bir biçimde yeniden üretilip meta formuna indirgendikçe, “gerçek” sanatın aura’sının yitmesidir: “Böylece kaçınılmaz şekilde standartlar düşer: Kapitalist kültür ve ürünleri metalar haline gelir; işlevleri ise eğlendirmeye, dikkat dağıtmaya ve bilincin tamamen pasif bir hale getirilmesine dönüşür.” Bu kapitalist ekonomi içinde aynılaşma çarkı devam eder. Yüksek kültürü ifade eden eserler hızlı bir şekilde popüler kültürün bir objesi olur. Genel gündelik hayata dair olan göndermelerle aynılaşır bütün toplum yoz manipülatif kültürel dokunun içinde erir. Böylece yüksek kültürün değiştirip dönüştürme olasılıkları bu kirli hale içinde yok olur. İşin diğer tarafı ise tüketim toplumu hedonizmi körükler, toplumun büyük kısmı hızlı bir şekilde hedonist kültürü içselleştirir. Böyle bir toplumda büyük değişimleri beklemek, kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Bu sorunları bütünlüklü bir şekilde görmeyip ve mücadele etmeyi önüne koymayan bütün hareketler yenilmeye mecburdur.” (2)

Ülkemizde nitelikli bir müzik alanı olsa da müzik alanının sorunlarını aşacak bir örgütlenmeden bahsedemeyiz. Yıllar önce nitelikli müzik dergileri varken müziğe dair tartışmalar örgütlenirken günümüzde müziğin teorik alanına dair pek çalışma olmadığı gibi var olan kapitalist ilişki tarzları müzik alanında egemen olmuştur. Bunun yanında her siyasal yapının bir müzik grubu veya müzik yapan insanları varken bugün bu tarz bir siyasal bir çalışma kalmamıştır. Bunların dışında bir tek Grup Yorum’u farklı bir nokta da tutabiliriz. Müzik gruplarının ve müzisyenlerin büyük bir kısmı kapitalist ilişki tarzlarını onaylamış ve bunun uygulayıcısı olmuştur.

Eskiden siyasal örgütler yaptıkları şenliklere ve etkinliklere müzik gruplarını taşırken günümüzde çoğu müzisyen bu siyasal örgütlerin yaptıkları etkinliklerden kaçar olmuşlardır. Müzik endüstrisinin içinde bulunmak, onların sunduğu olanaklarla var olmak bu müzisyenler için daha önemlidir. Bir yanda sol kültürden geldiğini ifade etmek diğer yandan kapitalist müzik endüstrisinin uygulayıcısı olmak. Bu durum sadece o müzisyenlerin sahiciliğine darbe vurmuyor aynı zamanda solun sahiciliğini kapsayan dokuya da darbe vuruyor. Kapitalist toplum içinde sosyalist toplumsal dokuyu ayakta tutmak veya sosyalist kültürü yaşanır kılmak önemlidir. Buna dair düşünmek ve yaşama bazı pratikler katmak zorunluluk haline gelmiştir.

Basit bir örnek verirsek, çoğu müzisyen artık Zorlu Center’de, Bomonti Ada’da, Trump Otel’de ve benzeri yerlerde yüksek fiyata çıkmaya başladı. Organizasyon firmalarıyla şehir şehir gezen ve yüksek fiyata sahneye çıkan çoğu sol müzisyen var. Bir başka sorun ise devrimci gelenekten gelen müzisyenlerin kurdukları şirketlerle dizilere ve sinemalara müzik yapmalarıdır. Çoğu dizi müziğini yapan devrimci gelenekten gelen insanlar, piyasada önemli bir yekûn tutuyor. Kısacası kültür endüstrisinin üreticisi ve uygulayıcı olmuşlardır. Herhangi bir faşist dizinin veya filmin müziğini yapmak bu arkadaşlar için sadece bir iş ve ekmek parası. Fakat oluşturulan bu faşist kitle kültürünün bir uygulayıcısı olduklarını unutmamaları lazım. Bağımsız sinema veya müzik bunlar için bir umutsuz vakadır. Belirtmek gerekir ki elde ettikleri bu artı değerle zenginlik içinde yaşayan bu arkadaşlar, elindeki artı değerin bir kısmını toplumsal bir müzik kültürü ortaya çıkartmak için harcamaz. Pandemi sürecinde onlarca müzisyen intihar ederken müzik alanındaki bu insanlarla dayanışmaya girmemeleri düşündürücü. Maddi olarak güçlü olan bu müzisyenlerin, ekonomik durumu kötü sanatçıların faydalanacağı bir fon kurma amacıyla bir adım atmamalarına ne demeli?

Herhangi bir diziyi veya sinemayı veya diziyi izliyorsunuz. Bir bakıyorsunuz Pir Sultan’a ait Yürü Bre Hızır Paşa türküsü veya devrimci bir marş kullanılıyor. O sahnenin ne devrimci marşla ne Pir Sultan’la ilgisi var. Bir toplumsal duygu yoğunluğunu kullanarak sinema ve dizi üzerine dikkat çekmek isterken aynı zamanda o duygusal yoğunluk alanını kapsayan insanları da etkilemiş oluyor. Böylece sahici dünyanın yerine gerçeklikle ilgisi olmayan bir sahte gelenek üretilmiş oluyor. Kültürel algılar bu diziler ve sinemalarla farkılaştırılıyor ve toplumsal anlam bütünlükleri yok ediliyor. Dizi ve sinema müziklerinde yaygınlaşan hazır müzikleri gasp etme süreci toplumsal hafızanın oluşumuna ve toplumun dünyayı gerçekçi bir şekilde anlamasına ket vuruyor.

Kültür sanat alanı bir endüstrinin sanayi ayağı olmuştur. Böyle olunca sanatsal üretim bir tüketim ideolojisiyle iç içe geçmiştir. Bu yüzden sanatsal üretim bir imaj, tanıtım, reklam ve ödülle topluma sunulur. Bütün bu sunum sanat eserinin içindeki onu var eden olgular dışlanarak verilir. Temel belirlenim daha çok kitleleri şok edecek (dikkat çekici) bir söylemle metalaştırdığı eseri satmaktır. Eserin toplumsal bağı süreçte mekan veya zamanda yarattığı estetik haz, eserin metalaştırma süreciyle ortadan kalkar. Esere yüklenen manipülatif söylem eserin halesini yok eder. Eser artık bir meta olmuştur. Metalaşan eserin içindeki özgürleştirici, aydınlaştırıcı yan sahiciliğini yitirir.

Günümüz aydınları(!) kültür endüstrisinin güdümüne girmiştir. Yeniden proleter kurtuluşu önüne koyan bir sol veya aydın bulmak çok zor. Yazarların çoğu kültür endüstrisinin emrinde, emir bekleyen erler gibi. Böyle bir alanda toplumsal kurtuluş fikrinin oluşumunu sağlamak zor. Ne yazık ki sol da kültür endüstrisinin nesnesi haline dönmüştür. Bu kültür endüstrisini sorgulamayan veya karşısında konumlanmayan bir solla geleceğin kurulması gerçekten zor. Sınıf güdüsüyle hareket etmek bu kültür endüstrisini yani sermayeyi karşına almak veya eleştirel yaklaşmakla olur. Günümüz solu ünlü ve tanınır olmanın yolunu kültür endüstrisiyle iç içe olmak olarak algılıyor. Her yerde görünür olmak kültür endüstrisinin kültür nesnesi olmaktan başka bir şey değildir. Bu tavır aynı zamanda kültür endüstrisinin dayatmalarını ve aydını bir piyona indirgemesini istemektir.

Bugün önümüzde sorun olarak duran kültür endüstrisinin yaratım süreci, Cumhuriyet sürecindeki burjuvazi yaratma sürecinin devamıdır. Cumhuriyeti bir aydınlanma, bir halkçılık olarak gösteren herkes onun temel özünü gizlediğini de bilmeli. Özünde cumhuriyetle yaratılan durum insan emeğinin sömürüsüne dayalı bir kapitalist toplum yaratma sürecidir. Bugün halkçılık, aydınlanma, ilericilik tartışmalarının merkezi gibi gösterilen Cumhuriyet aslında önümüzde duran bu papyonlar, fraklar, balolar yani halktan kopuk bir burjuva sınıfının halka dayatılmasıdır. Cumhuriyetin bu dokusu eleştirilmeden ve bu süreçten çıkmadan bir proleter aydınlanma sürecine geçilemez. AKP ve CHP kökenleri çok eskilere dayanan halkın sömürüsünü gözeten tahterevallinin iki ayağıdır.

Cumhuriyet içinde halk edebiyatı savunuları bu anlamda hiçbir zaman sahici olmamıştır. Hâlâ halk fraklı papyonlu birinin şiir okumasına tuhaf bakar. Hele öyle birinin türkü söylemesine hiçbir anlam veremez. Bu yüzden cumhuriyet hâlâ toplum katında sahici bir oluşum değildir. Belirttiğimiz gibi daha çok bir burjuva yaratma sürecidir. Günümüz solu bu sürecin dışına çıkmalı ve işçi-emekçi sınıf eksenli bir kültür programını önüne koymalıdır.

Entelektüel aynı zamanda bağlanmayan adamdır. Bu anlamda ona yalnız kurt diyebiliriz. O yalnızlığına alışmak ve yalnızlığıyla kültürel üretim içinde bulunmalıdır. Bu çile anlayışı içindeki yalnızlık aynı zamanda onun bağımsızlığının işaretidir. Oysa tüketim kültürünün yarattığı hedonist duygu günümüz entelektüelini içine almıştır. Bir entelektüeli çokluğun içinde veya çokların ideolojisini savunur halde görmenin imkânı olmaması gerekirken, kitle iletişim araçlarını kullanmak için gösterdiği gayret onu da kapitalist ekonominin üreticisi haline getiriyor. Entelektüel daha çok gerçekliği açığa çıkarmak için çabalar ve sistemin bütün değerlerinin eleştirisi üzerinden hareket eder. Sistemin içine doğru veya kitlelerin beğenisi üzerinden hareket etmez. Kısacası günümüz entelektüelin tek amacı kitleyle güçlü bağ kurmak ve sistemi var eden ideolojiyle (Türk İslam sentezi) hareket etmek olmuştur. Hele kitle iletişim araçlarının verdiği ideolojik boyutun dışına çıkamayan ve kendini entelektüel sanan insanlarla doludur çevremiz. Irkçılık, milliyetçilik, (ulusçuluk), dincilik entelektüelin durağı olamaz. Bu alanlar ancak onun sivri oklarıyla parçalanan alanlar olmalıdır.

Edebiyatçıların büyük bir çoğunluğu estetik üzerine pek düşünmediği için estetiği ideoloji haline getirmemiştir. Bugün çıkan dergilerin büyük kısmında estetiğin ideolojisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu anlamda kültürün politikasını görmemize imkan yok. Herkesin kendi başına buyruk mücadele ettiği kültürel alanlar var günümüzde. Aslında burjuva kültürün hegemonyasından başka bir işe yaramıyor bu. Genellikle kaos ve karmaşanın egemen olduğu bu durum hızlı bir şekilde burjuva kültürünün egemenliği altına girmesini sağlıyor. Diyebiliriz ki çoğu alan yoz ve postmodern edebiyat tarafından ele geçirilmiştir. Bu tarz alanlarda devrimci bir edebiyat beklemek ya da sanatçıların, aydınların bir kültür hareketi oluşturmasını beklemek kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil.

Bu alanları eleştirmek ve tüketim kültürünün ve sermaye ilişkilerinin girmeyeceği kolektif alanlar yaratmak zorundayız.

Yanlış sosyalist gerçekçi söylem aynı zamanda sanatın ve sanatçının araçlaştırılmasını sağlıyordu. Sanatçının özgünlüğü, özgürlüğü parti politikalarıyla özgürlük ve özgünlük adına eleştirilerek sanatçının ne yazık ki geniş bir perspektif sunmasını engelliyordu. Sanatın araç olarak görülmesi ve sanatçının bir propagandacıya indirgenmesini neden oluyordu. İşin diğer tarafı ise yaratıcılığın bütün insanlıkta içkin olduğu gerçeğini de görmemizi engelliyordu. Bir sosyalist hareket bütün insanlıkta yaratıcılığın içkin olduğu gerçeğiyle hareket etmelidir. Sanat yapma hakkı bütün insanlığın evrensel hakkıdır. Sosyalistler birilerinin parti veya örgüt adına sanat yaptığı toplumu savunmaz. Sosyalistler herkesin sanat yaptığı, insanların yaratıcılığını ortaya çıkardığı toplumu savunur. Komünist dünyanın yolu herkesin sanat yaptığı dünyadır. Bu anlamda sanat veya sanatçı araç değil amaçtır. Sanatın araç olarak görülmesi sadece ve sadece sanatın toplumsal amaç olduğunu belirleyen şekilde olmalıdır.


N O T L A R

(1) https://sendika.org/2020/05/endustriyel-kultur-isci-filmleri-festivali-ve-alternatif-yol-587296/

(2) Kültür ve Gündelik Hayat, Andy Bennett, phoenix yay., sf. 41

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar