İsmet Küntay Anısına…

1974 yılı, 25 Temmuz'da hayata gözlerini yuman büyük yazarı genç kuşaklar bilsin, eskilerle birlikte analım diye… Okumanız dileğiyle…

Yaşamı-Sanatı-Tiyatro Yapıtları

İsmet Küntay, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Tiyatrosunun toplumcu gerçekçi tavrını net belirleyen yazarları arasında yer almaktadır. 1924 yılında Artvin’de doğan yazar 50 yaşındayken ölüme yenik düşer (25 Temmuz 1974).

Ankara Sanat Tiyatrosu’nun “Grup Yazarı” olarak adlandırdığı ve ekip çalışmasının önemini destekleyen Küntay’ın bilinen en önemli oyunları: “Tozlu Çizmeler“, “Evler.. Evler..” ve “403. Kilometre“dir.

Prof. Dr. Hülya Nutku İsmet Küntay’ın tiyatromuzdaki yerini ve oyunlarını yorumladığı “Bütün Oyunları” isimli eserin girişinde onun şiirinden kendi yaşamı ile ilgili bilgileri aktarır.

1924 yılında Artvin’de doğdum.

Ankara Gazi ve Kurtuluş ilkokullarında,

Cebeci ortaokulunda,

Bursa ve Boğaziçi Liselerinde okudum…

Gazetecilik ve banka memurluğu yaptım.

Okulda Ağrı Dağının yüksekliği’ni,

Gazetecilikte devrik cümle yıpmayi,

Bankada rakamın insafsızlığını bellettiler.

Gerisini Ahmetten Mehmetten öğrendim.

Bu “Ahmed’den Mehmed’den öğrendim” sözünü daha sonra Tiyatro 74’e yazdığı kendi kaleminden yaşam öyküsü isimli yazıda da görmek mümkündür.

Özel bir tiyatro öğrenimim yok. Okullarda en yüksek dağın kaç metre olduğunu, bankada iki artı ikinin dört ettiğini öğrettiler. Gerisini Ahmed’den Mehmed’den öğrendim.”.

Ahmed’den Mehmed’den öğrenilen; yazarın çevresine, topluma ve ülkesine gösterdiği yakın ilgi, gözlem ve tahlil yeteneğinin sonucudur. Tüm bunlar oyunlarına engelsiz yansımıştır. Var olan toplumsal durumun düzensizliklerine eğilen ve bunları eleştiren yazar, tüm olumsuz koşullara rağmen gelecek güzel günlere olan inancını ve umudunu kaybetmemiştir. Ekonomik koşulların insan hayatındaki önemine değinen yazar; hangi koşulda olursa olsun yönetim erkindeki kadroların, yolsuzluklarına ve dönen-dönebilecek üçkâğıtlara taşlama yoluyla yaklaşmıştır.

Yaşanan tüm sorunlarla ilgilenmeyi yaşam biçimi haline getirebilecek biridir İsmet Küntay. İnsanın bilincinde, insanın değerinin bilincinde tüm bunları kalbinden duyabilecek biri… Ölümü üzerine yazdığı yazıda bunu şöyle aktarır Prof. Dr. Özdemir Nutku: “Yaşamını kemiren duygusallığı, onu her şeyi kendine dert eden bir insan durumuna getirmişti. Hiç tanımadığı balıkçıların sorunları; futbol maçlarına giden insanların coşkuları, kızgınlıkları; genç sanatçılar arasındaki çekişmeler, sövüşmeler; dolmuştaki konuşmalar; işçi sorunları ve kazaları, tanıdığı tanımadığı herkesin özel sorunları onu ilgilendiriyordu. Öyle kuru, uzaktan bir ilgi değildi bu. Her yanıyla, içtenlikle ilgilendiriyordu onu olaylar… Ve bu olayları dert ediniyordu İsmet Küntay… İçten içe duyuyor, düşünüyor ve yüreği sızlıyordu… İşte onu da götüren o sızlayan yüreği oldu… Dayanamadı onun yüreği bu kadar sızıya…” 

Sanatçının sanat eserinden kazanılacak gelirle (maddi) ilişkisi konusunda, politik görüşlerinin hayata geçişi hissedilir İsmet Küntay’da. Sanatın toplumculuğunun göstergesidir bu. Para kazanmak için üretmez yazar. Kendini ifade etmek, değerlere parmak basmak, sorunları göstermek ve ümitli yarınlara gidişte yazarın etik tavrının önemi üzerinde durur.

Tanju Cılızoğlu’nun ölümünden sonraki yazısından çok net anlaşılır bu:

 “Yazmalarında en ufak bir ‘telif’e yönelmiyordu bir günden bir güne. Evler.. Evler.. ve 403. Kilometre’yi Tiyatro 74 yayınları arasından basmak istediğimiz zaman ‘Baba telif ne olacak?’ dediğimde; ‘Bi’ dolma kalem alırsın bana.’ deyiverdi. ‘Olur mu? Emek. Geçim’. ‘Boşver’ dedi. ‘Beni viski içmek için sömürmeye gelirlerse yokum. Hepimiz bir yanımızdan omuz vermişiz bir şeylere. Paranın kanunları vardır. Omuz vermek için ürün veririz, bize para verirler. Sonra giderek para verdikleri için ürün vermeğe başlarız. Sonra paranın hakkını vermek gerekir. Hatta sonra, Bizden olmayan bir hükümete vergi mi vereceğiz haklılığına dökülür, vakıflar kurmağa kadar vardırırız işi. İlk kitabımın bana taşıyacağı sevinç bir dolmakalem olsun izin ver…” dedi.

Sonra iki yıl içinde Ankara Sanat’ın en uzun süre oynadığı Evler.. Evler.. ve 403. Kilometre için AST’dan telif almıştı. Bankaya koymuştu parayı… ‘Saklıyorum.’ dedi. ‘Saklıyorum çocuklar bu yıl bakarsın dara düşebilir. Gene onlara vermek için. Dara düşerlerse diye…’

İsmet Küntay yaşadığı dönemde bireyci yaklaşımların yanlışlığı üzerinde durmuştur. Halkın içinden çıkan, onunla olan oluşumlarla ilgilenmeyi tercih etmiştir. Tüm sıkıntılı süreçlerde bile tiyatrodaki çalışmalarında Anadolu’daki değerleri derlemeyi ve bir öze yönelmeyi istiyordu. Dönemin Çorum Halk Eğitim Merkezi Başkanı Hayrettin Akkoyuncu’ya ölmeden birkaç gün önce yazdığı son mektup bunun kanıtıdır:

Milliyet Sanat Dergisinin son sayısındaki Çorum’da açılan  -Halk Motifleri Sergisi- haberini kıvançla okudum. Bu nedenle size başvuruyorum.

Yaşı ne olursa olsun bu ilk girişimde benim memleketimin değerlerine inmek ve onun yaratıcıları ile çalışmak isteğindeyim. Çevrenizde bu tür çalışmaya (dekor-müzik-) katılmak isteyen sanatçılarla yazışmak, çalışmalarından örnekler göndermek isteyenler varsa aracılığınızı rica eder, başarılarınızın yinelenmesini diler, saygılar sunarım.

İsmet Küntay’ın 403. Kilometre oyunu 1973 yılında ölümünden bir yıl önce, dönemin önemli tiyatro dergisi “Tiyatro-73”ün yargıcılar kurulu tarafından yılın oyunu seçildi. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu sahneye koymuştu.

Tiyatro 73 Yargıcılar Kurulu 1972- 1973 tiyatro döneminin en başarılı oyun ve oyuncularını belirledi. Buna göre Ankara Sanat Tiyatrosu’nun oynadığı İsmet Küntay’ın 403. Kilometre’si yılın oyunu seçildi…

Yılın oyunu seçilen İsmet Küntay’ın  403. KİLOMETRE oyununu “Tiyatro 73” okuru tanımaktadır. Bu oyunla ilgili eleştirme ve anketlerle oyun hakkında geniş bir irdelemeye girmiştik. 403. Kilometre Türk halkının çilesine, doğru bir nirengiden bakan ve ezilenlere çözümünü de birlikte getiren bir oyun. Geçtiğimiz yıl peş peşe Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oyununu seyrettiğimiz İsmet Küntay yılın oyunu seçilen 403. Kilometre ile Türk Tiyatrosuna bir umut taşıdı.”.

1973 yılında “Yılın Oyunu” ödülünü alan İsmet Küntay’la hemen bir röportaj yapar TİYATRO 73 dergisi. 12 Mart Askeri darbesinden, yani tabiri caizse “düşünceye kelepçe vurulmasından” hemen sonra yürekli bir yazarın tiyatronun içinde bulunduğu durumu belirlemesini ister.

Kuşkusuz bir yazar için zor bir dönem geçirmekteyiz. Bir yanda sözüm ona düşünce ticareti yapan birtakım basının, düşünce emekçileri’nin sırtında taşıdığı bu zorluğu anlamazdan gelişi var, öte yandan siyasi partiler, içinde bulunduğumuz seçim öncesi bir dönemde akıl almaz bir af ihalesine pey sürüyorlar.

Batı dünyasının çok yakından izlediği, gerçek demokrasilerin sık sık uyarmalarda bulunmak zorunluluğu duyduğu bir durum, siyasi partilerin halkla yaptığı bir çeşit özgürlük pazarlığı olarak da tanımlanabilir. İşte benim özlediğim umut boyutu bu pazarlıkta Türk halkının aldanmamasıdır.

Bu aldanmayı önleyecek olanlar ya da önlemekle yükümlü olanlar, yönetici sınıfların oldum olası sevemedikleri sanatçılardır. İnsanın en kutsal ve dokunulmaz hakkı olan bu özgürlük pazarlığı’nda görev yapabilmenin kaçınılmaz koşulu sanatçının çevresi (halk) ile sürekli bir duygu alış-verişinde bulunmasıdır. Özellikle tiyatroda matine suare oyun oynayan, ertesi gün prova yapan yönetmenin ve oyuncuların bu duygu alış-veriş görevini yazar sağlar, en azından yardımcı olur.

Yönetmen bu duyguları tiyatrolaştırırken, dramaturg iplerin karışmamasını sağlar. Bu nedenledir ki tiyatronun temel öğesi olan oyuncunun yukarıdaki ekiple aynı bilinç düzeyinde buluşmaları gerekir. Bence grup tiyatroları için bu baş koşuldur. Ne var ki, bir bilinç düzeyinde birleşmiş olanlar, tarihi duruşmanın önünde ya sanık ya da tanık olarak, yaşadıkları çağın ve an’ın hesabını vereceklerini unutmamalıdırlar.

Bu söyleyişiyle Küntay hem sanatçının tarih ve toplum ilişkisindeki yeri ve önemini vurgulamış hem de “grup tiyatroları” düşüncesiyle tiyatronun tüm öğelerinin birlikteliği üzerinde durmuştur.

1973 yılında yapılan bu konuşmada Dramaturginin önemine değinmesi ise İsmet Küntay’ın tiyatronun tüm birimleri hakkındaki bilgi birikimini göstermektedir. Ve hala çok da üzerinde durulmayan “dramaturgi” olgusunun önemini bir taş olarak yıllar öncesinden bize yollaması ise tarihten ders çıkarmayı bir kez daha haklı kılmaktadır.

İsmet Küntay’la yapılan bu söyleşide Türk Tiyatrosunun durumu belirlerken ve kriz içinde bulunduğuna dair yapılan tespitlere karşı şunları söyler:

Türk tiyatrosunun bugünkü durumunu şimdi belirleyebiliriz. Türk tiyatrosu bir kriz içindedir diyor kimileri, neyimiz değil ki, ekonomimiz nerede? Sosyal sorunlarımız nerede? Cinsel hayatımız nerede? İnek içmiş, dağa kaçmış, dağ yanmış, kül olmuş. Ben tiyatronun bugünkü bunalımını ekonomik nedenlere bağlıyorum. Diyemiyorum ki halkıma, gel dost bugün eve alacağın pirinç parasını gişeye yatır. Akşam evine yorgun argın dönerken, meyve, et, süt fiyatlarına yan gözle bakıp başını sallayanların eline tiyatro broşürü verirken anama küfredilmesinden korkuyorum. Bunun ardında salon kirası, maaşlar, ısıtma, elektrik, prodüksiyon giderleri, vergiler, borçlar, kısacası birbirini kovalayan rakamlar. Her yanından ekonomik olanaksızlıklarla kısıtlanan tiyatronun yaşaması çok zordur. Bu bakımdan ayakta kalabilenlere, büyük saygı duyuyorum. Onlar ki sekiz aydır çayla simit (ekmekle peynir) yediler, ama inançlarını yemediler.

Ülkenin ekonomik yapısıyla, tiyatro sanatının yaşaması arasında diyalektik bir bağ kuran Küntay; bir taraftan insanların çektiği ekonomik sorunlara dikkat çekerken, diğer yandan da, tüm bunlara rağmen ayakta kalmayı başaranlara duyduğu saygıyı dile getiriyor. Yalnız bu saygının mihenk taşının ise sanat ve düşünce bakımından ödün vermeden bunu yapanlar olduğunu belirtiyor.

Toplumcu tiyatronun insanların mutlu yarınları adına önemli görevleri olduğuna inanır Küntay. Estetik kaygıların gelişmesinden; etik değerlerin önemine, sorunların üzerine gidilmesinden güzel günlerin gösterilmesine değin önemlidir tiyatro. Ama bir itirazı da vardır İsmet Küntay’ın; O güne değin yapılan çalışmaların yokluğu; umutsuzluğu, kara günleri anlatmasıyla ilgili: “sanatta sürekli karayı, yokluğu ve umutsuzluğu çizdik. Peki, ak günlerin yaşam umudunu biçimini kim çizecek, renklerini kim verecek? Ezeni ezileni olmayan bir dünyanın mimarları kim olacak?”  

Türk Tiyatrosunun sorunları üzerine yapılan konuşmada, her konuda yazarın söyleyebileceği bir sözü olduğuna ve hangi koşullar altında olursa olsun içinden bireyci tutkuları atabilen, halkı seven-sayan sanatçının bunu başarabileceğine inanan yazar, tiyatroyu halka götürmenin yöntemini sorduklarında: “Ödenekli tiyatrolara sorulması gereken bir soruyu bana mı soruyorsunuz? Anayasamıza göre onlar yükümlü değil mi bu işle? (…) Biz iki oyunla (…) Evler Evler ve 403. Kilometre ile sekiz aydır diyar-ı gurbetteyiz. Modadaki genç kızdan da Erzurum’daki dadaştan da aynı sıcak ilgiyi gördük. İki oyunla ve onbeş yürekli insanla salonsuz,   parasız ve desteksiz halka oynadık (…) Ben karınca kaderince, halka dönük oldukça, yüreğim durana ya da durdurulana dek bu sızıyı duydukça ulusumla göz kırparak bile olsa anlaşabileceğim kanısındayım. Bence sanatçının görevi de bu değil midir?” sözleriyle net tavrını dile getirir.

İsmet Küntay yazarlığındaki dil kullanımı şimdilerde (2006 yılı) biraz az gelişmiş ve eski addedilse de aslında doğal, anlaşılır ve içtenlikli bir yapısı vardır. Dilimize giren eski Arapça, Farsça sözcüklerin ve yeni yeni zorlamayla giren Fransızca, İngilizce kelimelerin karşısında Küntay halkın kullandığı dili kullanır.

Yalnız dil konusunda halk diline sinmiş olan Arapça, Farsça, Türkçe tilçiklerin karmaşası beni açmazlara götürüyor. Bu konuda ben halkın konuştuğu dili yeğliyorum. Çünkü ben kendimi bir kültür aristokrasisinin değil, halkın emrinde olmaya adamak istiyorum.

İsmet Küntay oyun yazarlığı serüvenine orta yaşlarında başlamıştır. 40’larının başında yazdığı oyunlarla birden Cumhuriyet dönemi Türk tiyatrosunun altın çağının önemli yazarlarından olmuştur. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra varolan verili özgürlük sürecinde Tozlu Çizmeler isimli eseriyle giriyor tiyatro yazarlık dünyasına (1963–64).

Pompa adlı skecini Devekuşu Kabare Tiyatrosuna veriyor daha sonra. Haldun Taner’in bir çok yazardan oluşturduğu Bu Şehr-i İstanbul ki.. isimli oyununda yer alıyor bu skeç.

TOZLU ÇİZMELER

1. Dünya savaşından sonra, emperyalist devletlerin Osmanlıyı parçalama süreci sırasında gelişen bağımsızlık mücadelesi içinde, dönemin siyasi ve etik değerlerinin ve bu değer(sizlik)ler sürecinde yaşanan işbirlikçi tavrın anlatılmasıdır Tozlu Çizmeler. Oyun 3 bölümdür ve bölümler de perdelerle ayrılmıştır.

“Oyun, Kurtuluş Savaşına doğru giden süreç içinde işgalcilerin ve onların yerli işbirlikçilerinin egemenliğindeki İstanbul’u yurtsever Üsteğmen Rıfkı ve onun çevresi ekseninde anlatır.”

Oyunun Konusu ve Olaylar Dizisi 

Mülazım-ı Sani (Üsteğmen) Rıfkı, en son çarpıştığı Cizre cephesinden evine, İstanbul’a dönmüştür. Mesleğinden başka bir iş yapamayacağı hissinde olan ve emir bekleyen bir asker olmanın sıkıntılarıyla yaşayan Rıfkı, komşuları Azmi Beyle memleketin durumunu tartışırlar ve ironik konuşmalarla değerlendirirler. Azmi Bey işgal edilmiş, yenilmiş, iflas etmiş bir memleketin yapacağı tek şeyin ehven-i şer olan bir galip ülkeye yanaşmak olduğunu düşünmektedir. Bu düşünceler ve üslup Rıfkı’yı sinirlendirse de, acz içindeki bekleyiş sürecinde, çok da eyleme geçecek ruhta olmadığı anlaşılmaktadır. Bu arada Rıfkı’ya uğrayan eski çavuşlarından Rüştü ki ileride Rıfkı’nın yol arkadaşlığını yapacaktır, Şehzadebaşı karakolunu düşmanın bastığını, uyurlarken erlerin hepsinin şehit edildiğini bildirir. Keder ve acı kat be kat artmıştır. Eyleme geçmeyen ve bekleyen Rıfkı’ya insani bir süreçle âşık olduğu için evde kaldığı ironisini yapan Rüştü, aslında böyle bir şey olmamasına karşın Rıfkı’nın da kafasında soru işaretlerinin oluşmasına yol açar. Rıfkıların kapı komşusu, asker olan babasını savaşta henüz kaybetmiş, Safiye büyümüş Darülmuallim’e gitmektedir. Kısa olan görüşlerinde Safiye, Rıfkı’nın içinde bulunduğu ataletten kurtularak mücadele kararlılığına kavuşması için sözler söyler. Tozlu çizmelere, emrin gelmemesine sığınmaya kalkmamasına çalışır.

İkinci bölümde bir içkili lokantada toplanan Rıfkı ve arkadaşları, bunlara daha sonra Rüştü Çavuş da katılır, yaşanan süreci ve Anadolu’da başlayan direniş hareketini tartışırlar. Anadolu yenilgiyi kabullenmek istememektedir ve İstanbul Hükümetine güvenini kaybetmiştir.

Bölük pörçük küçük kuvvetler yerine büyük bir birliğin sağlanması ve halkın kaderinin yeniden çizilmesi gerekliliği konuşulur. Bu bölümün ikinci sahnesinde Rıfkı işgal orduları bürosuna çağrılır. Gün gün İngiliz askerleri öldürülmektedir ve İngiliz subay Scott tarafından bu ölen askerlerle ilgili sorgulanır. Sorgulama sırasında İngiliz istihbaratının gücünü ve bildiklerini Rıfkı’ya ezici bir üslupla anlatan ve savaşın gerekliliklerine binaen emperyal bir tutum aldıklarını söyleyen Scott ile Rıfkı arasında, seviyeli ironik ve kutuplu bir konuşma-tartışma yaşanır. Bu arada, şarap iskelesinde, motorlara silah, mühimmat yükleyen kişiler yakalanıp getirilir. Bunların içinde Rüştü Çavuş da vardır. Rıfkı, Rüştü Çavuşa kefil olur ve onu kurtarır. İşgalcilerle maddi işbirliği yapan ve muhtaç olanların yamanmaktan başka şansı olmadığını düşünen komşu Azmi’nin ölümü de Scott tarafından araştırılmaktadır.

Üçüncü bölümde Rıfkı’nın Anadolu’ya geçmeye karar verdiğini ve Beykoz dolaylarındaki bir köy evinde kaldığını görürüz. Burada da Haşim Ağa ile yaşlı İdris dayı memleket için düşmanla çarpışıp çarpışmama konusunda tartışmaktadırlar. Girişteki tartışmanın bir versiyonu gibi görünse de Ağaların da malına mülküne el konulacağı gerçeği Haşim Ağa ile Azmi Bey’i eşleştirmez. Meclis-i Mebus an’ın kapanması haberi gelir. Osmanlı Hükümeti halka teslim çağrısı yaparken Anadolu ve Rumeli Mudafa-i Hukuk Cemiyeti halkı silahlanmaya ve vatanın korunmasına-savunulmasına çağırmaktadır. Bu arada Rıfkı’yı uğurlamaya annesi ve nişanlandığını öğrendiğimiz Safiye gelir. Bu riski niye aldıklarını soran Rıfkı’ya annesi, babasının silahlarını getirir. Herkes birbiriyle helalleşmektedir. Çizmeler artık tozlanmayacaktır.

Tozlu Çizmeler hakkında yaptığı kısa yorumda Aziz Çalışlar şöyle der: “Tozlu Çizmeler, ‘yorgun savaşçı’ olarak Rıfkı’yı ‘memleketten insan manzaraları’ içinde ortaya koymaya çalışırken, Kuvay-ı Milliye öncesi ulusal karar verme anını da sanatlaştırır. Rıfkı, emperyalizme teslim olmuş Osmanlı Devletinde emperyalizme karşı başlatılan ulusal bağımsızlık mücadelesine geçiş anının temsilcisidir.

Tozlu Çizmeler, Rıfkı ekseninde, çeşitli toplumsal kesimden kişilerin bu geçiş anındaki tavırlarını sergilerken, küçük toplumsal manzaraları da episodik bir yapı içinde birbirine bağlamaktadır.

İsmet Küntay’ın Tozlu Çizmeler oyunu yazıldığı dönemin heyecanları içinde (1963–64) içtenlikli, sevecen ve kurtuluş savaşını ele alan oyunlar içinde en bilinenlerinden biridir. İşbirlikçi oportünist küçük burjuva eleştirisi içinde, bağımsızlık savaşının haklılığını anlatan oyun; eklektik bir yapı hakimiyeti anlamında geçişlerinde teatral sancılar bulunsa da, işlenişinin dürüstlüğü ve içtenliğiyle etkileyicidir. Oyun,1968 yılında sahnelendiğinde sanat insanları tarafından ayrıntılı bir biçimde yada yeterince eleştirilmez. İsmet Küntay bunun nedenini eserin , toplumsal olayların o gün için gerisinde kalışına ve kaleminin teknik yetersizliğine bağlamaktadır. Yazar oyunu hakkında 1974 yılında şu görüşleri dile getirir:

Oyun sahneye çıktığında (1968) toplum olaylarının çok gerisinde kalmıştı. Oyun, bu kendi taşıdığı yetersizlik, ikincisi benim teknikteki bilgisizliğim yüzünden sanat burjuvazisinin en ağır cezasına çarptırıldı. Suskunluk ve geçiştirme…” 

EVLER EVLER

Eşitsiz ekonomik, sosyal, kültürel konumların eleştirisini, toplumun çeşitli kesimlerindeki inanç, duygu ve ahlak farklılıklarını, karşılaştırmalı bir üslupla ve küçük yaşam kesitleriyle anlatır Evler Evler…

İsmet Küntay beş epizoddan kurulu oyununda doğal olarak evlerden değil insanlardan bahsediyor. Her öyküde farklı bir toplumsal panorama çiziyor. Tüm öykülerin isimleri farklı doğal olarak ama tek bir isimde oyunu odaklıyor:  Evler.. Evler…

Yazar toplumun türlü tabakalarını kapsayan bir kesit çıkarıyor. Aslında hep aynı insancıl duygular, ama yine de birbirlerinden farklı sorunlar. Sevinç, keder, sevgi.  Ama nedenleri belirtileri sonuçları ayrı.    Toplumsal bir yaratık insan. Toplumsal yapıdan etkileniyor. Çünkü toplumsal kurumların ekonomik   ilişkilerin    duygularla karşılıklı etkileşmesi bu. Boş evin öyküsü birbirinden ayrı, ama hepsi birleşmezse bir görünüm eksik kalır…

“Evler.. Evler..” oyununun konusu ve olaylar dizisi

5 episod dan oluşan oyun bir son sözle noktalanır. 1. epizod “Karakazan”, 2. epizod “Boru Çiçekleri”, 3. epizod “Usanmak”, 4. epizod “6 numaralı daire” ve 5. epizod “İkinci vardiya”.

Karakazan

Yalıçiftlik köyünde bir evde Maksut Sakarya ve ailesini sofra başında görürüz. Çorba ve ekmekten başka bir şey yoktur. Ailenin kızı Zehra oturmaz sofraya, bir tedirginliği vardır. Gelinlik yaştadır ve çeyizi düzülmelidir. Hâlbuki bunun yapılma olasılığı yoktur. Zehra kendi zor işlerde çalışıp bir şeyler yapmaya çalışmaktadır. Annesi iğneli bir dille köyün tüm genç kızlarının kaderinin aynı olduğunu, takılı-çengili düğün yapmanın mümkünsüzlüğünü dile getirir. Baba anlamıştır kızın sıkıntısını. Oğluna kızın kaçacağını söyler. “Aç kalıp bağrına taş basar” Anadolu köylüsü sözü gündemdedir. Bunu pekiştirmek için kendi yaşanmış ünlü öyküsünü anlatır. “-Sakarya’dan evveldi. Gazi Mustafa Kemal Paşa Ankara istasyonuna sevkıyata geldi. Birinci bölük ayağa kalkmaya davrandı, otur dedi kurban olduğum, eliylen otur dedi, üzgün gibi idi, sonradan öğrendik ki böbreklerinden sancı çekermiş o sıra askerlere baktı, askerlere baktı da Şabanım askere “-asker, ekmeğiniz taze mi?” dedi… Hepimiz birden, “-Sağol Paşam” dedik…(Dalar güler) Dedik ya Urfalı Hasan kerpiç gibi ekmeği bir ısırdı, tüm dişleri döküldü… O zaman kurt gözü gibi ışıdı akması, bastonunu yere vurdu arkasındaki beylere, ağalara, paşalara döndü, sırtını bize verdi… “Efendiler asker, muharebeyi kabul etti” işte o gün bu gündür, bir soy ismimi, bir de taze ekmeği severim. Sakarya, Maksut Sakarya…” 

Bu arada Zehra çıkıp gitmiştir. Anne dövünerek içeri girer. Kızın bohçasıyla kaçtığını söyler. Beklenen olmuştur. Rızkını artık başka yerde bulacaktır Zehra…Baba oğluna tüfeği alıp koşmasını ama kuru sıkı atmasını söyler…Herkes kaderi bilmektedir..

Yazar yoksul köylülüğü etkileyici bir dille anlatırken, ekonomik zorlukların geleneklerle bazen zıt bazen de iç içe geçişinin resmini çizmiştir.

Boru Çiçekleri

Emine ve Yakub isimli bir çift deniz kenarına yakın bir yerde kendilerine gecekondu yapmaya çalışmaktadırlar. Denizci Yakub’a sevdalanıp tüm zorluklarına dayanmayı göze alarak kaçıp gelmiştir Emine. Yakub’un arkadaşı ve başka bir balık avcısı Pano, ki Yakub’a yol gösteren, insanı kahırlandıracak kadar iyi bir adam olan, Emine’ye denizin, balıkçılığın zorluklarını anlatır. 3 kuruş para kazanmak için çekilen çilelerden bahseder. Gecekondularına iki kalas bir çinko getirir yardımcı olmak için. Mutlu hayalleri vardır. Evleri olacak, çiçekleri olacak, çocukları olacak… Birlikte sofra kurup içerler yeni evin ve hayallerin şerefine. Pano, eve bir de gaz lambası getirmiştir yeni evi kutlamak için. Sevinç ve umut anı devam ederken sahneye 1 müteahhit ve 3 yıkıcı girerler. Bir tabela asarlar; tabelanın üstünde “Yuvam Kolektif Şirketi Arsaları” yazmaktadır.

Gariban balıkçıların yaşam mücadelesini ikili ilişkilerin derinliğini öne çıkararak anlatan yazar, dünyanın tüm canlıların olduğu düşüncesini anlatırken, sınıfsal egemenliğin yıkıcı boyutlarının altını çizer.

Usanmak

Memur Atıf Bey rutin tavrıyla; elinde gazetesi, rakı şişesi ve çantasıyla işten eve döner. Atıf Bey, Calibe hanımın kurduğu ve ortalama bir sofrayı hiç geçemeyen masasında Ajans haberlerini dinleyerek rakısını içmeye koyulur… Genç oğlu Mustafa ile annesinin bitip tükenmeyen tartışmaları, spor totoda yine hiçbir şeyin çıkmaması, etin olmayışı ve salatadaki zeytin sayısının yıllardır hiç değişmemesi, rakının dibini bulmuş Atıf’ın usancını haykırmasına neden olur:

Atıf_ Ekmek parasının bedelini muamela şefine ödemekten, sıcak bir evin bedelini sana ödemekten, hem de gururumla ödemekten bıktım artık…

Ulan o müdür yok mu o müdür, yarın onun da iflahını keseceğim…

_  Ulan ne olursa olsun be, yarın Sendikaya da gideceğim.

_ Et pişir bana et.. Bir lokma eti saklayıp saklayıp misafirlerle yemekten bıktım be…

Yarın şu salataya avuçla zeytin koyacaksın…

İnsanca bir hayat isteğinin haykırılışını sade kendi evinde ve sade eşine karşı yapma sürecidir bu. Hem de bir şişe rakının yardımıyla… Göreneklerin hatalarını yan tema olarak anlatan yazar, Atıf Beyin yarın da sürecek olan rutininin geçici katharsislerle çözülüşünü ılımlı ve keyifli bir dille bizlere anlatmıştır.

Altı Numaralı Daire

Olay bir kapıcı dairesinde geçer. Kapıcı Mustafa 6 numaralı daireyi kiralamaya çalışan kadın ve erkekle dairenin parası ve kendi komisyonu hakkında konuşur. Anlaşma sağlanmaya yüz tutunca yeni müstakbel komşular odaya buyur edilir. Odada bulunan Kadir emmi konuşmalarla memleket meseleleri hakkında bağlar kurmaktadır. Vergi kaçakçısına af, Kıbrıs sorunu vb… Küçük burjuva aile ile kısa süreliğine de olsa senli benli olurlar. Erkek ve kadın ayrıldıktan sonra Mustafa’nın karısı okula yeni başlayan kızlarının yaşadığını anlatır. Zengin mahallesindeki okula gitmek durumunda kalan kızın yaşadıklarıyla, insanlıklarını yitirmemiş çocukların güzellikleri arasındaki sınıf çelişkisidir bu:

_ İlkin bir yabansıladı Mustafa, şaşırdı biliyonmu gözmün bebeği, zil çaldı, sonram (ağlar) sonram Mustafa… öğretmenin birisi bizimkinin karşısına dikeldi, baktı, baktı… insan olsun saçının dibinden ayak tırnağına dek baktı yavruma. (….) Bileğinden yakaladı kızı..yakaladı da sıranın en ardına sürüye sürüye götürdü.. Bir de bağardı.. bağardı Mustafa.(…..) Öğretmen kızın giysileri eyi değil diyerekten attı ta arkalara… dokandı bu iş bana çok dokandı.(….) Sonram zil çaldı, baktım ders ney bitmiş, çocuklar dışarı çıkıyorlar… o değil Mustafa, sanki biraz evvel burulan kız o değil… Birinin kızıyla da arkadaş olmuş mu sana, güle oynaya dışarı vardılar…

İkinci Vardiya

Sakine’lerin evinde kardeşi ve arkadaşı televizyondaki pembe dizileri birbirlerine anlatmakta, hayaller kurmaktadırlar. Sakine eve geciken kocasını düşünmekte ve dalgın dalgın pencereden dışarıyı gözlemektedir. Az sonra bir delikanlı girerek Sakine’nin kocasının (Enver) ceketini istediğini söyler. Sakine ceketi verir ama giyinip oğlanın peşinden gider. Eve döndüğünde Enver’in vurulduğu haberini getirir. Kahvede sendikacılarla konuşurken gece bekçisi Turhan’la dalaşmışlardır. Enver’in arkadaşları ceketle beraber birkaç erzak getirirler. Sakine onlardan kocasının ceketini alır. Kocası hak aramak için ölmüştür. Hepsinin hakkını aramıştır, dünyada hakları olduğuna inanmış ve bunun için yaşamıştır. Zaten ölüme yakın yaşamıştır. Sakine kocasının ceketini giyer ve kalan yerden yeniden başlanacağını başka çare bulunmadığını söyler.

Sınıflar arası çatışmanın çok önemli göstergelerinden biri olan bu son bölüm, ölüm olmasına rağmen yazarın genel yapısına ve düşünce tarzına uygun olarak umutla bitirilmiştir.

Son epizoddan sonraki “bitiş-zamanlama” bölümü bunun temel göstergesidir. Yazar tarafını net olarak göstermiştir.

“….

Ve insanların ılık nefesleri

Sevişmeleri,

Toprağı eken elleri,

Sevdiğinin kollarına atılan kız,

Torna tezgâhını temizleyen adam,

Kazak ören anne

Takırdayan tencere

Yastığa yorgun düşen baş

VE HER SABAH BAŞLAYAN SAVAŞ

Hani kadınların, hani kadınların,

Hani doğuran kadınların,

Gözlerindeki ilk aralık

Yaşları var ya,

Öylesine buğulu, öylesine güzeldir, gün ağarırken dünya…

Hani yiğitlerin, hani yiğitlerin

Hani yiğitlerin yarasından

Akan kanları var ya.

ÖYLESİNE HELAL, ÖYLESİNE HAK.

ÖYLESİNE BİZİMDİR DÜNYA…” 

Evler Evler episodlar halindeydi. Oyunu bütünleştiren şiiri zamanın koşulları içinde sakıncalı buldum ve oyunun başına ve sonuna, geleneksel Türk Tiyatrosundan esinlenerek birer meddah öndeyişi ve son deyişi koydum. Oyun zaman zaman kısıtlandı, kesildi, hatta bir parti kongresinde gündem konusu bile oldu. Ve sanırım görevini de yaptı. Evler Evler’i yeniden ele aldım. (….) son şeklinde zaman zaman çöken Ayşe-Pavlino-Bubo’yu çıkarttım, iki yeni episod ekledim, ötekiler de zamanın koşullarına göre uyarladım, tabii ki çok sevdiğim sakıncalı şiiri de finale koydum.” 

İsmet Küntay’ın Evler… Evler.. oyunu okunduğunda yazarın gözlem yeteneğinin gücü ve bu gözlemleri yazıya dökmedeki, ikinci büyük oyunu olmasına rağmen, ustalığı göze çarpar. Duru bir dil kullanımı ve rol kişilerini konuştururken oluşturduğu doğallık oyunu çok çekici kılar.

403. KİLOMETRE

İşçi sınıfının bilinçli ya da bilinçsiz kesiminin bizzat oyunun içinde yer aldığı, çıkarcı kesimlerin bu insanları nasıl kıskacına aldığı ve etkilediği oyunların önemlilerinden bir tanesi 403. Kilometre’dir. Oyun yol işçilerinin yoksulluklarını, güçsüzlüklerini ve orada yaşanan çarpıklıkları gözler önüne serer. Oyunun kişilerini farklı sosyal çevrelerden gelen işçiler oluşturur. Cehalet, gelenek ve göreneklere aşırı bağlılık, cinsel sorunlar vb. gibi ortak noktaları olan insanlardır bunlar.

İnsani değerleri, şantiyedeki yolsuzlukları, dürüstlüğü ve çalışmayı, eylemleri ve sözleri ile anlatan Tamir Bakım Şefi Özer ustanın gelişiyle, işçilerin yaşamında değişiklik baş gösterir. Sevgi ve saygının önemi oyun boyunca ortaya çıkar. Tüm bunların yanında yolsuzluklar karşısında aciz kalmış işçilerin, Özer’in önderliğinde doğru ve haklının ortaya çıkarılması için çalışması süreci oyunda önem kazanır. İnsanın para ile alınıp satılmayacağı da bu oyunda önemli mesellerden biridir.

Rutkay Aziz oyunu yönettiği sıralarda şu açıklamada bulunur:

403. Kilometre oyununda temel sorun, yolsuzluklar kıskacı içinde kalakalmış, yol işçilerinin, inandıkları doğru ve hak olanın adına, yönetici kesimin yolsuzluklar furyasına karşı çıkışlarının ele alınışıdır. Günümüz gerçeğinin de geçerliliği olan, yönetici güçlerin içinde bulundukları çıkar kavgaları, oyunda giderek sürtüşmelerle karşıt güçleri çatışma noktasına getirir. Doğru güçler, çıkarcı gerçeği kavramış ve ona karşı yeni bir gerçeği yaratmak için bütünleşmişlerdir. Bu yeni gerçeği yaratırken, olayları, olaylar içindeki kişileri, birbirleriyle olan ilişkilerini ve çelişkileri artar giden durumlarda, ana sorunu zedelemeyecek şekilde kurtarmaya çalıştık.” 

Emeğinden başka geliri bulunmayan işçi sınıfının içinde bulunduğu genel ve özel niteliklerini ona; yaşadığı sosyal çevre, ilişki biçimleri ve ekonomik ilişkileri kazandırır. İsmet Küntay’ın kişileri hem şantiyeye gelene dek yaşadıklarından hem şantiye sürecindeki ilişkilerden oluşurlar. Bu anlamda canlı, kanlı insanlar gibi karşımıza çıkarlar. Yazar halkını yazmıştır. Acısıyla, tatlısıyla, kiniyle, kurnazlığıyla, dostluğuyla, bencilliğiyle, namusuyla, diniyle.

403. Kilometre ile ilgili güncel heyecanlara kapılmadan, önce kendimi arıtarak, seyircime kendimi değil onları anlatmaya çalıştım.” diyor İsmet Küntay.

Tiyatro seyircisini değiştirip dönüştürme amacı gütmelidir perspektifinden hareketle, Özer şahsında işçileri ve izleyen seyircileri değiştirmeye çalışan yazarla karşılaşırız.

Tabandaki gizli bilinci uyandırma ve örneğinin sergilenişi…” diyerek oyunun düşünsel boyutunu gözler önüne seriyor Küntay.

403. Kilometre’nin Konusu ve Olaylar Dizisi

Tamir bakım şefi olarak karayollarının bir şantiyesine gelen Özer’i elinde çantasıyla sahnenin başında görürüz. Şantiyede çalışan işçileri yavaş yavaş tanımaya başlarız. Cezaevindeki babasına yevmiyesinden yardıma çalışan İzzet, namus davası yüzünden adam öldürmekten yatmış Muhlis, varlıklı bir kadınla evli Faruk, şantiyenin yaşlısı asker babası Kazım Usta, hep uzak duran Âşık Mustafa, yöneticilerin adamı Niyazi…

Bunların dışında muhasebeci Osman, mühendis Adnan ve kendi tabiriyle “kör gırtlağın” orospu ettiği kadın”.

Şoför Niyazi bir gece şantiyeye bir kadın getirir. Kadına hoş söz etmeyen Niyazi ile Muhlis kapışır. Özer araya girer. Kadını sorgular. Yemek verdirir ve bir daha gelmemek üzere yollar. Olayda kırılan ve küçük düştüğünü düşünen Muhlis gitmek ister ancak Özer onu insancıl tavırları ile ikna eder. Özer yeni gelmiş olmasına rağmen dürüstlüğü, sevecenliği, adaletiyle olduğu kadar iş bilirliği ve idarecilik yöneticiliğiyle de işçilerin gözünde önemli bir yere gelmiştir.

Bir gün yangın çıkar ve şantiye barakası yanar. Devir teslimi ayaküstü imzalandığını mühendise anlatan Özer, bu kâğıtların özel olarak yok olması için yangının çıktığını düşünmektedir. Ki daha önce böyle bir yangın yine çıkmıştır. Müfettiş isteyen Özer’in tavırlarından işbirlikçi Niyazi ve muhasebeci Osman memnun olmazlar. İşçilerle aralarındaki soğukluk ve sertleşme de günden güne büyümektedir.

Özer bir arabanın tamiri için Niyazi’nin yanına gider ama geri dönmez. Kazayla ölmüş ya da öldürülmüştür. Yönetim, ailesine yüklüce tazminat alsın diye iş kazası raporu düzenletir. Ama İzzet’e göre Özer’i birlik olup öldürmüşlerdir. Elebaşları Osman’la Mühendis, tetikçi ise Niyazi’dir. Niyazi el frenini çekmesi gerekirken özel olarak boşaltmıştır. Özeri çok seven ve sayan İzzet bu kanın hesabının sorulacağı konusunda kararlıdır.

Daha önceki tamir bakım şefi de bir yolu bulunup uzaklaştırılmıştır. Olası ki tamirhane ve depodan yüklü miktarda açık vardır. Dalavere vardır işin içinde.

Muhlis ve İzzet Özer’in öldürülmesinin üzerine giderken diğerleri sus paylarını kabul edip susarlar. İzzet’in Niyazi’yi öldürmeye niyetlendiğini anlayan Muhlis onu engeller. Bir tartışmada hepsi Muhlis’i çok kötü döverler. İzzet’in kendine ve Muhlis’e çıkışını vermesi için mühendisle konuştuğu bir sırada Niyazi’nin çığlıkları duyulur. Birileri Niyazi’yi delik deşik etmiştir. İzzet’in elinde mısır koçanları vardır. Özer’e bol mısır getireceğini söyleyen kadının bahsettiği mısır koçanları. O sırada Mühendisin 403. kilometreyi telefonda söyleyen sesi gelir.

403. Kilometre oyununda İsmet Küntay, farklılıklarıyla da olsa bir arada bulunan işçilerin çeşitliliğini bu şantiyedeki işçilere yüklemiştir. Özer şahsında işçilerin başarılı ve onurlu olabilecekleri umudunu göstermeye çalışmıştır.

İnandırıcı, etkileyici, doğal bir üslupla oyunu bize aktarmıştır İsmet Küntay. Kurgusunda sınıfsal çelişkileri olayların içinden çıkarabilme yeteneği onu önemli oyun yazarlarının içine koyar.

1974 yılında kaybettiğimiz İsmet Küntay’ın ailesi, her yıl verilmek üzere, ölüm yılından başlanarak “İsmet Küntay ödülleri” düzenlemeye karar vermiştir.

İlk seçici kurulda Özdemir Nutku, Seçkin Cılızoğlu, Doğan Koloğlu ve Küntay ailesinden bir kişi bulunmuştur.

İsmet Küntay’ın ölümü birlikte çalıştığı Ankara Sanat Tiyatrosu ve birçok toplumcu tiyatroda üzüntüye yol açmış, tiyatro emektarlığı ve tutarlı çizgisi uzun yıllar örnek olarak, genç kuşaklar için göz önünde tutulmuştur.

Dönemin yetiştirdiği en önemli tiyatro adamlarının başında gelir İsmet Küntay. Halkın içinden kopup gelen ve ona estetik değerler kazandırmakla birlikte etik ve politik göndermelerde de bulunan kocaman bir yazar. Ankara Sanat Tiyatrosuyla birlikte yaptıkları, elde ettiği başarılar ve onuruyla koruduğu yaşamı ve yazarlığı toplumcu tiyatro konuşulduğu sürece hafızalarda ve tiyatroda yerini alacaktır.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar