Hayatın dinamiklerinin yeniden emekçilerden yana döneceğini anlatan bir edebiyat, insanın insanı sömürmediği(…) bir dünya özlemini yansıtan eserler, resimler, filmler, kitaplar, heykeller üretilmelidir.
1.Ülkemizde sanayileşmenin tarihi 19. yüzyılın ortalarında başlıyor. Cılız bir sanayileşme ve belli şehirlerle sınırlı bir işçileşme var. İstanbul, İzmir, İskenderun, Mersin gibi liman kentlerinin dışında, Adana ve Bursa ile sınırlı. Tramvay işçileri, askeri dikimevi işçileri, demiryolu işçileri, tersane işçileri, genelde hizmet işçileri. Çok cılız bir endüstri; ayakkabıcılar, deri işçileri, dokuma işçileri, tarımda çalışan emekçiler var. En yaygını, en bilinçli, emekçi kavramına en yakın işçiler demiryolu işçileri. Ülkemizde ilk 1 Mayıs’ı kutlayan da demiryolu, tramvay ve liman işçileri, ilk direnenler de onlar. Sennur Sezer “Hangi Kan” şirinde, “Ne zaman öğrendik direnmeyi / Birbiri ardına toplanmayı / Osmanlı tarihi söyler / Tersane grevi, tramvay grevi…” diyerek söz eder.
Madenlerimizin çoğu işletilmiyor henüz, Zonguldak yöresinde taşkömürü çıkarılmaya başlanmış. Bu yıllarda emek sömürüsünden, işçilerin hayatından söz eden bir edebiyattan söz etmek çok güç. İlk kez 21 yaşında genç bir yazar söz ediyor emekçilerin hayatından ve emek sömürüsünden, sendikadan, işçi haklarından, grevden… Refik Halid (Karay) Hakk-ı Sükût (Sus Payı) öyküsünde, Bursa’da bir ipekböceği fabrikasında çalışan her milliyetten genç kadınların zehirli gazlar soluyarak genç yaşta ölümlerinden söz eder. Birkaç yıl sonra Bursa’da dokuma işçisi kadınların direniş haberleri duyulacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Mahmut Yesari’nin Çulluk romanı ile Sadri Ertem (1898-1943)’in hikâye ve Çıkrıklar Durunca romanı ülkemizdeki işçilerden, emekçilerden yana edebiyata örnek oluşturacak yetkinliktedir. Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca isimli romanında, ülkemizdeki çıkrıklarla gerçekleşen üretimin, İngiltere’den gelen manifaktür kumaşlar sonrasında durması olgusunu hikâye ederken Kaybolan Adam öyküsünde el üretiminin makineleşen üretim karşısında nasıl yok olup gittiğini anlatır.
Toplumcu-gerçekçi edebiyatın öncüsü olan Sadri Ertem’i izleyen Sabahattin Ali, Cevdet Kudret, Reşat Enis, Orhan Kemal, konusunu aşk, ince hastalıktan ölen genç aşıklar, vuslat, savaş yoklukları, tabiat, gündelik hayatla sınırlı edebiyatı aşarak emekçilerin çalışma koşullarından, emek sömürüsünden, tarım emekçilerini anlatan öykü ve romanlar yazacaktır. Sonrasında, özellikle öyküde emekçilerin yaşamını anlatan çok güçlü öyküler yazıldığını görürüz. Reşat Enis ve Orhan Kemal’in ardından Yaşar Kemal, Samim Kocagöz, Fakir Baykurt, Tarık Dursun K., İrfan Yalçın, Fahri Erdinç; Toprak Kokusu, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, Sarı İt, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları, Cemile, Dünya Evi, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kanlı Topraklar, Murtaza, Hüyükteki Nar Ağacı, Binboğalar Efsanesi, Kalekapısı, Akçasazın Ağaları, Yılanların Öcü, Kaplumbağalar, Kara Ahmet Destanı, Denizin Kanı, Ölümün Ağzı, Acı Lokma gibi güçlü romanlarla işçi sınıfının edebiyatını yapmışlardır. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında içine girilen süreç işçi-emekçi sınıfın edebiyatını cılızlaştıracak, yok denecek düzeye düşürecektir.
2-3-4. Bilimsel sosyalizmin kurucuları Karl Marks ve Friedrich Engels eserlerinde bu soruya yanıt vermeye çalışmışlardır. Kapitalist sistem içerisinde hayatı üreten ve yaratan emekçilerin, işçilerin sanatsal üretimde bulunmalarının çok güç olduğunu ifade ederek, emekçilerin boş zaman yaratabildikleri oranda sanatsal üretimde bulunabileceklerini gösterirler. Bunun ancak emekçilerin iktidarında olanaklı olacağını söylemek isterim.
Sanat, bir toplumsal bilinç biçimidir ve insanın toplumsal varoluşunda aranmalıdır. Zihinsel bir üretim biçimi olan sanatın gelişmesinde insanlığın emeğinin payı vardır; insanın sanatsal yaratım gücü ve estetik duygularının gelişmesi insanın emeği ile ortaya çıkmıştır.
Her şeyi yaratan insan emeğidir; insanın eli gelişince, bilinci yükselmiş, estetik duygusu gelişmiş, insan nesneleri yeniden biçimlendirme gücünü kazanmıştır.
Sanatsal yaratıcılık ve sanatın gelişmesi, toplumsal gelişmeyle ve toplumun sosyoekonomik yapısıyla bağlantılıdır.
Marks ve Engels, sanatsal yetinin belli bireylerde yoğunlaşması ve geniş kitlelerde bu yetinin baskıda tutulmasını iş bölümünün sonuçlarından biri olarak görürler. ‘insani’ emek ile ‘benzersiz’ emek arasındaki ayrımın anlamsızlığa vardığı tespitini yapan Marks ve Engels, toplumun komünist bir düzen içinde örgütlenişiyle birlikte, bireyin kendisini sadece bir ressam, bir heykeltıraş, vb. Haline getiren, belirli bir sanata bağlı kalışının da ortadan kalkacağını, sanatçı adının onun mesleki gelişmesinin sınırlılığını göstereceğini söyledikten sonra sözlerini şöyle tamamlarlar: Komünist bir düzende, ressamlar yoktur, başka etkinliklerinin yanı sıra resimle de uğraşan insanlar vardır.
Marks ve Engels’in ortaya koyduğu düşünceleri benimseyen Rus Devriminin önderi Lenin, “Parti Edebiyatı ve Parti Örgütü” başlıklı makalesinde benzer düşünceler söyleyecektir. Lenin’e göre;
“…Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası, Partinin ‘küçük bir çarkı ve vidası’ olmalı ve örgüt tarafından, ayrımsız her yere, yaşayan proletarya davasının hayat dolu akışının bir parçası olarak götürülmelidir. Böylece, ‘yazarın işi yazmak, okuyucununki de okumak’ diyen o yarı Oblomovcu, yarı bezirgân, eski Rus ilkesinin ayaklarını yerden kesmelidir.”
Lenin, sanat deyince önce kitlelerin sanatsal ve estetiksel eğitimini düşündüğü kadar, sanatın toplumu dönüştürücü ve herkesin sanatsal yaratımlarda bulunabilme olanağına kavuşturulmasındaki eğitsel işlevi de düşünüyor, halkın sanatsal gelişme düzeyi ile sanatın gelişme düzeyi arasındaki ilişkinin eşzamanlı bir ilişki haline getirilmesi gerektiğini belirtiyordu. Ancak bu zemin içinde, gerçek, büyük bir sanat yükselecektir.
Sanat ve edebiyat gerçekliği bilmenin, kavramanın yollarından biri olduğu kadar gerçekliği yansıtmanın yollarından da biridir. Ancak bu da yetmez. İnsan bilinci gerçekliği yalnızca bilip yansıtmaz aynı zamanda onu yaratır.
“…Sanat, gerçekliğin yalnız edilgen bir yansıması değil, aynı zamanda etkin bir biçimde yaratılmasıdır. Esas olan da gerçekliği yansıtmak değil yeniden yaratabilmektir.” değerlendirmesini yapar, Lenin.
İşçi-emekçi iktidarı kurulmadan işçi ve emekçilerin sanatsal yaratıcılıklarını tam ve özgür biçimde ortaya koyabilmelerinin güçlüğü, emekçilerin bu taleplerini ertelemesine neden olmamalıdır. Hiç şüphesiz en güç koşullarda bile işçi örgütleri, sendikalar işçilerin boş zamanlarını en etkin biçimde sanatsal yaratıcılıklarını göstermesini sağlayacak talepleri savunmalı ve gerçekleşmesi için mücadele etmelidir. İşçi ve emekçiler çalışma koşullarını iyileştirebildikleri, haftalık çalışma saatlerini azaltabildikleri ve ücretli tatil günlerini artırabildikleri oranda sanatsal üretime daha fazla zaman ayırabilecek ve yaratıcılıklarını ortaya koyabileceklerdir.
7. Son 150 yıllık süreçte gerçekten de hayatın her alanında teknolojide büyük gelişmeler yaşandı. Üretim hızla makineleşti ve robotlar sanayi üretiminde daha fazla kullanılmaya başlandı. Ama, ne kadar gelişme yaşanırsa yaşansın günümüzde de gerçek yaratıcı olan insan emeğidir. İnsan emeği olmadan hayatın olağan biçimde sürmesinin olanaksız olduğu, tüm dünyada milyonlarca insanın ölmesine yol açan Covid-19 pandemisi gözler önüne sermiştir. İnsanların aylarca evlere sığındığı bu dönemde işçiler çalışmaya üretmeye devam ettiler. Sağlık emekçileri yaşamlarını ortaya koyarak insanları tedavi etmeyi sürdürdüler. Evlere hizmet taşıyan emekçiler, posta, ulaşım, haberleşme emekçileri çalışmaya devam etti. Onların emeğiyle ihracat yapıldı, gıda maddeleri üretildi, tarım emekçilerinin çalışmasıyla insanlar yiyeceklere ulaşabildiler. Artık işçi kalmadı, dolayısıyla işçilerin hayatını anlatacak hikâye ve roman yazılamaz diyenlerin gerçeği söylemedikleri bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Panellerde, söyleşilerde en çok karşılaştığım sorularda biri “Orhan Kemal yaşasaydı ne yazardı?” sorusudur. Bu soruya verdiğim yanıt sorunuzun da yanıdır. Dün olduğu gibi bugün de hayatı üreten yaratanlar emekçilerdir. Hiç şüphesiz hizmet sektöründe çalışan emekçilerin sayısı hızla artmıştır. Ancak hizmet emekçileri işçi sınıfının parçasıdır. Özellikle yoksul ülkelerde, ülkemizde maden cinayetlerinde onlarca-yüzlerce işçi hayatını kaybediyor. Tekstil atölyelerinde ağır çalışma koşullarında işçiler yanarak ölüyor. Servis aracında onlarca işçi boğularak öldü. Özellikle kargo işçilerinin ölümlü kazaları işçilerin en ağır koşullarda çalıştığını doğruluyor. Günümüzde de işçilerin, emekçi halkın yaşadıklarını, yaşananları, yaşatılanları anlatacak edebiyatçılara olan gereksinimimiz azalmadığı gibi artıyor. Sorunuzda da vurgulandığı üzere, pek çok sektörde işçiler hakları için direniyor, daha iyi bir yaşam talebini seslendiriyorlar.
Edebiyatçılara düşen, hayatın gerçekliğini insanlara anlatabilmektir. Oysa kişisel yalnızlıklar, bunalımlar, mutsuzluklar daha çok anlatılıyor. İnsanın her durumu anlatılabilir, anlatılmalıdır ama romanda, öyküde, şiirde hayatın seslerini duyabilmeliyiz. Yaşamayan anlatılar değil canlı, bize yaşadığımız hayatın renkli görünümlerini sunabilecek bir edebiyat beklentimizdir.
9. Önceki soruda kısmen bu soruya yanıt verdiğimi düşünüyorum, yinelemem gerekirse, edebiyatçı kapitalist sistemin insanda yarattığı acıları, tahribatı, tükenmişliği, emek sömürüsünü, insanın yalnızlaştırılmasını, örgütsüz bırakılmasını, örgütlenmek istediğinde devletin patronların safında birlikte işçilerin mücadelesinin önünü kesmeye çalıştığını, anlatmak yerine, patron-holding güzellemeleri yapmayı seçiyorlar. Oysa cılız da olsa, henüz yetersiz de olsa hakları için direnen emekçiler, grev yapan işçiler, çevreyi, doğayı yeşili korumaya çalışan milyonlarca insan var. Tercih önemlidir. Direnişi mi anlatacaksınız? Kişisel çöküntülerinizi mi?
Hayatın dinamiklerinin yeniden emekçilerden yana döneceğini anlatan bir edebiyat, insanın insanı sömürmediği, insanların sağlıklı konutlarda, daha iyi ve nitelikli sağlık, eğitim alabildiği, eğlenmeye, spora, sanata daha fazla zaman ayırabileceği bir dünya özlemini yansıtan eserler, resimler, filmler, kitaplar, heykeller üretilmelidir.
Salgın döneminde çok çarpıcı fotoğraflar gördük. Havaalanında yapılan hastane inşaatını ziyaret eden yetkililerin işçilere olan mesafesi onlarca romandan daha etkiliydi bence. Sokağa çıkma yasakları, sayısız yasak işçiler için geçerli sayılmadı, bu süreçte çalışan çok sayıda işçi ve sağlık emekçisi yaşamını yitirdi. Onların romanını yazacak, yaşananların filmini çekecek, oyunlaştıracak, tiyatrosunda oynayacak, resmini, heykelini yapacak sanatçıların dünyanın her köşesinde olduğu gibi ülkemizde de olduğunu düşünüyorum. Dilerim, işçi ve emekçilerin dünyası edebiyatta ve sanatın diğer dallarında güçlü bir biçimde, gerçekçi olarak ve sanatsal bir güzellik içinde yansıtan eserler verilir.
Tahir ŞİLKAN