Şüphe yok: Ahmed Arif’in küfürbazlığı, erkekliği bir matahmışçasına benimsemesi, kadın soyuna saygısızlığa varan lâfları, onun evrensel şiirine gölge düşüremez, leke süremez. Hem, bana kalırsa, bütün o cümleler, Ahmed Arif’in niyetinden ve insan algısından azâdedirler.
Şiirimizin tepelerinden, eskilerin deyişiyle nev-i şahsına münhasır şairlerinden Ahmed Arif’in, romanımızın ve öykümüzün tepelerinden Leylâ Erbil’e gençliğinde yazdığı duygu-yoğun mektuplar kitaplaştı: Leylim Leylim-Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I. Basım, Eylül 2013, İstanbul)
Mektuplaşmalar, iki kişi arasındaki yazışmalardır. Öyle olunca da özeldirler. Bir yere kadar mahremdirler. Bu yönlerini düşününce, kamuya sunulmalarının ahlâkça, hiç değilse etik (ahlâk felsefesi) bakımından dokuncaları var mıdır/ yok mudur; orada ikircikli kaldım doğrusu. Kesinlikli bir karara varamadım. Burasını geçiyorum. Ben burada, Ahmed Arif’in mektuplarındaki diline/ söyleyişine, dönemindeki edebiyat eko-sistemine yaklaşımına, bir de Leylâ Erbil’le bağlantılı duyarlık atmosferine kuşbakışı eğilmeyi deneyeceğim.
1.
Ahmed Arif; hemen her mektubuna, değişik/ başka seslenişlerle başlıyor. Buradan onun, mektup yazarken de, şiir serencamında olduğu gibi, kimselere benzemeyen, özgün bir hava tutturmak istediğini çıkarabiliyoruz. Gerçi, bu seslenişlerin bâzıları, çoğumuzun seslenişlerine benzeyen anonimleşmiş seslenişler olmanın ilerisine geç(e)miyor ya, gene de farklılıklarıyla öne çıkanlardan fazla değiller. Bir de siz bakın bakalım, benimle aynı kanıya varacak mısınız:
“Leylâ, Zalım Leylâ!”, “Leylim,” “Leylâ, Cânım,”, “Leylâm, Merhametsiz Ömrüm,”, “Leylâm, Kardeş Çocuk!”, “Leylâ”, “Leylâcık,”, “Canım”, “Azizim Leylâ,”, “Sevgili Leylâ,”, “Dost,”, “Leylâ, Dost,”, “Leylâcım”, “Sevgili Canım,”, “Canım Kardeşim,”, “Canım Leylim,”, “Canım Leylâm,”, “Leylim Canım,”, “Merhaba,”, “Leylâ Usta,”, “”Canım Benim,”, “Çok Aziz ve Biricik Dost!”, “Sevgili Can,”, “Sevgili ve Aziz bir tane Leylâ,”, “Leylim benim,”, “Canım Leylim,”, “Leylim, yarı canım,”
Ahmed Arif; Leylâ Erbil sanki karşısındaymış gibi, onunla konuşurcasına yazmış hep: Çekincesiz. Dobra dobra…
Bol sinkaflı cümleler kuruyor sık sık. Gelin görelim ki, Can Yücel’in şiirlerinde hiçbir vakit yadırgamadığımız o sövgülü dil, Ahmed Arif’in mektuplarında insanı hakikaten rahatsız ediyor. Rahatsız ediyor, çünkü: “verili küfürler ortamı”nı reddetmiyor, aksine yeniden çoğaltıyor. O verili küfürler ortamının toprağına can suyu akıtıyor boyuna. Cinsiyetçi ve eril dilin iktidar alanını genişletiyor böylelikle. Burada kalsa, gene eyvallah diyeceğiz de kalmıyor; sık sık “i..e” sözcüğüne cankurtaran simidine tutunurcasına tutunuyor. Böylesi tutumsa onu ister istemez homofobik kılıyor. Can Yücel’in şiirlerindeki mâsûmiyet ve muhalefet yüklü sövgüler, Ahmed Arif’in mektuplarında egemen/ hegemonik bir baskılamaya bürünüyor. Feodal kültürün başat/ erkekçil ağırlığını taşıyor. Ahmed Arif yüksekliğinde bir şaire yakışmıyor bütün bunlar.
Şu cümlelerdeki sefâlet meselâ, Ahmed Arif’in şiirsel yüceliğiyle taban tabana zıt değil mi:
“Ha, Varlık’ın yarışma sonunu gördün mü? Âman Âman Hey’le UNUTAMADIĞIM’ı katmıştım. Tabii küçük jürinin insaf (daha doğrusu insafsızlık ve namussuzluk) barajını bile aşamadık. Türk şiirini, edebiyatını bu fikir p…….lerinin, bu o….. karıdan beter heriflerin tekelinden çekip almalıyız. Borç bize bu.” (14 Şubat 1956, s. 114)
Şiir yarışmalarını, o yarışmaların seçici kurullarını, hem de kökten eleştirmek gerekir. Onunla da yetinmeyerek gayrimeşrûlukları vurgulanmalı bence. Buraya kadar tamam. Ama şu “p…….ler”, şu “o….. karıdan beter” demeleri nereye koyacağız? Erkeksi celâllenmelerle, kadınları horlamakla gidilecek yer neresi? Tam bu noktada, yazar ve kadın Leylâ Erbil’in bu sözlere tepkisinin ne boyutlarda olduğunu, insan merak ediyor elbet.
Mektupların sayısı çoğaldıkça, Ahmed Arif’in “i…e”dir , “s…yim” dir, “S..tir et”tir, “s..tirici”dir vd. çeşidinden düşüklüklere nerdeyse “şevk”le abandığını, erkek cinsel organını da kadın cinsel organını da tepe tepe kullandığını görüyoruz:
“Sen varken de kolay yıkılmam i…ye.” (21 Ekim, s. 37)
Çıldıracam Leylâ, nerden açtık bu bahsi. Geçmişini s…yim Ahmed Arif’in.” (21 Ekim, s. 37)
“Mektuplar-ikimizin de-maalesef kayboluyor. Çalıyor i…ler neylersin.” (13 Nisan 1955, s. 43)
“Boş ver, siktir et o yüreksizleri, yaşamayanları…”(20 Nisan 1955, s. 45)
Canının her milimetre karesine varıncaya, bir canlı imgeni gökyüzünde gezdirmek gerekir içimden. (Ulan dünya insanları, ulan ibneler, bakın işte bu Leylâdır!) diye bağırırdım hem.” (Târihsiz, s. 59)
“Ben eleştirmeci falan s..lemem.” (24 Haziran 1955, s. 66)
Sağda solda tonla şiirim yitti gitti. İ…ler, iki-üç-beş taraflı çalışan hayınlar, namussuzlar içinde gitti gençliğim.” (24 Haziran 1955, s. 66)
“Senden daha mert ve daha erkek kim geldi bu dünyaya.” (29 Haziran 1955, s. 71)
“Tam şimdi elime geçmeli Aytek! Hâşâ Seher Hanım’dan, a..sını s…rim.” (7 Temmuz 1955, s. 72)
“Sarhoş ettin, çarptın beni. Kıskanıyorum bu mısrâlarını. Sana her vakit demeli miyim, büyük şâirsin? Çabuk tamamla gönder bana. Hergelelik etme, bekletme. Bu kadarcığı bile korkunç. Ne var ki bir iki dörtlük daha döşenirsen s..tik anasını dünya edebiyatının, göreyim seni. Biraz da takılayım sana! Kim bu gözlediğin can? Vay anam vay! Yandın Ahmed Arif. Yandın gâvur a…ı gibi!” (7 Temmuz 1955, s. 74)
“Bâzı bâzı ‘Ulan Arif, mühimsin be!’ diye kendimi şişirdiğim oluyor. Peşinden de basıyorum küfrü. ‘Hassiktir lan’ diyorum.” (16 Temmuz 1955, s. 80)
“Güner s..ti a..mı, canıma okudu zaten.” (Târihsiz, s.99)
“Bana Yeni Ufuklar’ın mart sayısını bulabilirsen gönder. İstanbul’a gidince de Yaşar Kemal’i bul. De ki ‘Ahmed a…. s..ecek senin.’ Çekinme söyle. Böyle küfürlerime alışıktır o.” (5 Mart 1956, s. 122)
“Sanatçılar özel bir tasnifle ikiye ayrılır: 1. Yazdıkları dergi vs’den şereflenenler. 2. Yazdıkları dergilere şeref verenler. İşte sen bu ikinci guruptansın. Ve daha epey zaman s..tirici, densiz, çerden çöpten imzalarla aynı dergilerde yazacaksın. Onlar gururlanacak. Sen gurur vereceksin. (…) Ne i… yapısı bir düzende sürttüğümüzü anlatabilsem sana. Bahsettiğim heriflerin yüreği balgam hokkasından beterdir.” (19 Ekim 1956, s. 148-149)
“Bozok’un ne p… olduğunu bilmiyorsun? Yaymlamaz elbette!” (Târihsiz, s. 181)
2.
Mektuplar, salt küfürlerden ibâret değil tabi. Ahmed Arif’in hedef tahtasında edebiyat eko-sistemine, edebiyat beylerine çevrik ağır eleştiriler de var. Onları okuyunca, edebiyat mahfillerinde 1950’lerden bugünlere pek bir şeyin değişmemiş olduğunu anlıyoruz. Seviyesiz, sansürcü editörler; nepotist, sözüne güvenilmez şair ve yazarlar; o zamanlar da gündemi belirliyorlarmış demek. Tek fark varsa, o da böylesi tiplerin çağımızda kanser hızıyla yayılmasıdır belki. Virgülüne dokunmaksızın sergiliyorum:
“Bir barsak tüccarından farkı olmayan, editörler, dergicibaşılar.” (Târihsiz, s. 88)
“Bu memlekette, edebiyat adıyla yenen bokların, işlenen fikir cinayetlerinin hesabını mutlaka sorucaz. Sormak, sormağa yeti kazanmak için de yazmak gerek.” (6 Eylül 1955, s. 95)
“Forum, bu sayı da bok etti. Yazımı ben tanıyamadım. Dörtte üçü kesilmiş.” (Târihsiz, s. 131)
“Ha, C…. S….’la özel bir anlaşmazlığın yoksa takışmağa değmez. Biçarenin, hastanın biri o. S..tir et gitsin. Hoş işi bu benim ölçümle ele alınca takışacağın hiçbir ‘değer’ yok edebiyatımızda. Ama bazı mecbur ediyorlar insanı. Meydanı boş bulmuşlar, bilgiç bilgiç savurup duruyorlar. Bilmem ne sözünü duyduklarında korkudan külot değiştirmek zorunda kalanlar, bakıyorum ‘ileri’, ‘inkılâpçı’ gibi sözleri ağızlarından düşürmüyorlar. Benim yediğim sopanın binde birini yeselerdi beyler bugün resmen faşist kesilirlerdi oysa. Bu işler böyle canım. Kimi parsacısı, davulcusudur bu işin, kimi de fedâisi, adsız kahramanı…” (Târihsiz, s. 182)
3.
Mektupların beni en çok çeken tarafı, Ahmed Arif’in sevdalı cümleleri oldu. Sevdalı demek, eksik kalacak; karasevdalı cümleleri…
Büyük şair o sözleri döktürürken, kabından taşıyor. İçin için kaynıyor adetâ. Ardı ardına patlamalı bir dil seremonisi izliyoruz sanki. Her sözcük, söndürülmesi olanaksız bir yanardağ kızgınlığıyla somutlaşıyor. Canıyla-teniyle yazıyor hepsini. Hasretinden Prangalar Eskittim’in düzyazıya dönüştürülmüş belgeleridir okuduklarımız. Acılar, sevinçler, hülyâlar.. sıradağlar silsilesine evriliyor birlikte. Daha da güzel yanı şu: Şairimiz, aşkını yalnızca iki kişinin bedensel birlikteliğine indirgemiyor. Toplumsal bilinciyle, sınıfsal yaklaşımıyla berkitiyor. Romantizmine devrimci dalgalanmalar katıyor sık sık.. Okuyalım:
“Bu, benimki dördüncü. Oysaki senden bir tek mektup aldım. O belâlı ve korkunç ilk mektubun, yani 4-1, ben mağlubum…” (5 Mayıs 1954, s. 37)
“İnsanların yarıdan çoğunun beyinleri, oraları çalınmışsa dünyamız-o güzelim aklımıza zarar-puştluklarla doluysa, koymaz bu bana. Çünkü sen varsın.” (Târihsiz, s. 59)
“Burada çoluk çocuk, ana baba, karı kız çalışan aileler tanıdım. Akşama kadar güneşin altında kavruluyorlar. Bir parça ekmek için. Ne yapsınlar. Bir büyüklük, bir saygılı yaşayış bulurum bunlarda. Sessiz, bilisiz ve alçak gönüllü, gene de sevişiyor, dövüşüyor, mapus yatıyor, çocuk doğuruyorlar. Şarkıları türküleri de bir güzel. ‘Hele yâr, zalım yâr’, dünyanın en usta şâiri bile güç döker böyle mısrâ. Bu halk-kadın erkek münasebetlerindeki dinsel yasaklar, sınıf farkları, sürgünler, gurbetler vs.- yâre ‘zalım’ diye seslenir. Ne biliyorsa ondan öğrenmiş, hayatının aldığı yönde o yâr’in tayin edici rolü önemlidir. Yâr bir üniversitedir onun için âdeta. Hele yâr, zalım yâr.” (24 Haziran 1955, s. 68)
“Ne dost, ne güzel, ne ölünecek kızsın be! Bu bok hengâmede, bu deliler, aptallar, eşekzadeler ve kısırlıklara rağmen sen varsın. Sen yaşıyorsun.” (29 Haziran 1955, s. 71)
“Bizler insan olalım, sevişelim, kötülüklerin kökünü kurutalım diye, kalmış türküler” (29 Haziran 1955, s. 70)
“Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. Yemeyip-içmeyip, yatmayıp-uyumayıp, seni anlatmalı bu yürek.” (26 Temmuz 1955, s. 87)
“Otur da iki satırcık bir şey yaz Ahmed kuluna. Savruk, derbeder yazını, yiğit, ölünecek kadar yiğit sesini özledim canım. Ne bileyim belki kabak tadı veriyorum artık. Usandın, bezdin, sabrını tükettinse, hani ben öyle uzun boylu sevilecek, katlanılacak bir bok değilim, yaz da af dileyip boynumu kırayım canım.” (12 Ağustos 1955, s. 93)
“Konstantin Simonov’un bir şiiri var. Savaş içinde, emirle yazılmış derler. Ama şair adammış doğrusu. Hiç ısmarlamaya benzemiyor. Korkunç. ‘BEKLE BENİ-DÖNERİM BEN’ diyor. Gerisini çevirmeyi başaramadım. Çok kaybediyor. Kıyametin solda sıfır kaldığı ana baba günlerinde bir milletin bütün gençleri bu şiirle katlandılar acıya. İlk o zaman-sakalı çıkmamış bir bacaksızdım-şair olmanın gerçekten en az sürüsüne bereket o mareşaller kadar gerekli olduğunu anladım. Sonra anısı bile çıldırtan şu son yıllar. Sonra karanlığın, alnıma çapraz düşen demir parmaklıkların, ayak bileklerimi kesen falaka iplerinin, patlamış-cılk yara-tabanlarımın, tırnak kerpetenleri, hayalarımı, kasıklarımı boğan AMERİKAN KEMENDİnin eşiğinde, yemyeşil bir sabah bahçesi gibi SEN. En korkuncu, insanın kendi sinirlerinin ihanetidir. Kulaklarım, gözlerim, hafızam hep elbirlik etmiş, aldatıyorlardı beni. Çatıda dem çeken güvercinlerin ve kumruların sesini hep İNSAN İNİLTİSİ diye yorumluyordum. 131 gün hiç güneş ya da gündüz aydınlığı görmedim. Sade yalnızlık, sade terör, sade açlık, uykusuz, cıgarasız… Bir yüreğim sağlamdı, bir de namus damarım. En sonu çıldırdım. Sonrasını biliyorsun. SEN GELDİN.” (2 Mayıs 1956, s. 134-135)
Yeri geldiğinde, sevgisini dünya görüşünün üstüne çıkarmaktan kaçınmıyor. Aşk duyarlığını her çeşit felsefenin ve ideolojinin önüne geçiriyor:
“Materyalist felsefe çok şey verdi ama doyurmuş, kandırmış değil beni.” (29 Haziran 1955, s. 69)
“Sen psikolojiyi benden iyi biliyorsun.-Daha doğrusu benim bi bok bildiğim yok.-Bu bahiste de gene en doğru sen düşünürsün. Bildiğim ve cesaretle söyleyebileceğim tek şey, abstrait olarak DÜŞÜNCE’yi bile sensiz alamadığımdır. Düşünceyi ve evreni. Hiç de dar bir görüş değil bu. Aksine ufkum dehşetli genişliyor.” (29 Haziran 1955, s. 70)
“Tattığım, yaşadığım başka duyular, inançlar da var ama seninki gibi yüzde yüz, yüzde milyar kere milyar katkısız ve candan değil.” (7 Temmuz 1955, s. 73)
“Ne kadar materyalist olursam olayım, seninle ilgilerimde ve hele bu çeşit metafizik olmağa teşne düşünlerde, ister istemez mistik oluyorum. Hoş ama! seviyorum da.” (16 Temmuz 1955, s. 78)
“Senin o anlatılması imkânsız, dayanılmaz gözlerin, bütün kör, şaşı, şiş, alçak ve yere bakan gözleri bir kalemde kaldırır atar dünyadan. Hani geçen gün çektirip attığın çürük diş parçası var ya, işte ona, kurban etmeyeceğim tek kadın-ister Grace Kelly olsun ister Margarett!-yoktur… Sabah gözlerimi sana açarım. Akşam, uykularımı senden alırım. Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulâde baş dönmesini bulurum. Böyleyken gene de şükretmem halime, hergelelik, açgözlülük eder, seni üzerim. Aklıma gelmez ki seni usandırır, sana gına getirtirim. Sana dert, sana ağırlık, sana sıkıntı olurum. Nemsin be? Sevgili, dost, yâr, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylâsın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikli ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumsun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum kapama gözlerini…” (2 Mayıs 1956, s. 135-136)
“Önünde diz çöker, önce parmaklarını, avuçlarını, sonra sonra, hüngür hüngür, yüzünü, saçlarını öperim.” (2 Mayıs 1956, s. 137)
“Sen de olmasan ‘ulan Ahmed, sahtekârın birisin, dilediğince olmadıktan sonra ne bok yemeğe bu hayatı sürüyorsun?’ diyip icabına bakacağım.” (20 Nisan 1955, s. 45)
Aşk kavramını aşkınlıktan kurtarıyor. Yeryüzüne indiriyor olanca canlılığıyla. Şu deyişindeki felsefe-yoğun atmosfer, bunun kanıtı:
“Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum. Yoksa korkunç bir şey olurdu. Ömrümce; kıyamete dek elimi bile değdiremeyeceğim Tanrıyı neylerim ben?” (Târihsiz, s. 132)
Bir kere daha ve perçinleyerek söylemeli: Ahmed Arif’in aşkı hayatla tümleşik aşklardan. Çekilerine tapınmıyor ama onları yoksamıyor da. Yoksamak da ne, kıpırdanışlarını ve kalkışmalarını oralardan ivmelendiriyor:
“Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk Siyasî Tarihi’nin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!” (2 Mayıs 1956, s. 137)
“Zindanlarınız, tabutluklarınız, aç-susuz-uykusuz bırakmalarınız, Amerikan kementleriniz öldürmedi; bırakın da Allah’ın soğukları, kışları öldürsün beni.” (19 Ekim 1956, s. 151)
“Hayatı, kendi icadımız fakları, prangaları zorlamak, parçalamakla değiştirebiliriz.” (19 Ekim 1956, s. 151)
4.
Şüphe yok: Ahmed Arif’in küfürbazlığı, erkekliği bir matahmışçasına benimsemesi, kadın soyuna saygısızlığa varan lâfları, onun evrensel şiirine gölge düşüremez, leke süremez. Hem, bana kalırsa, bütün o cümleler, Ahmed Arif’in niyetinden ve insan algısından azâdedirler. Onun kalibresinde bir şairin, özünde homofobik, erkek-egemenci bir anlayışa saplanıp kalabileceğini, en azından benim aklım asla kesmiyor. Havsalam kavrayamıyor.
–
Not: Kitapta, Rûken Kızıler, önsöz biçemindeki yazısında; şairin ön-adının kimileyin Ahmed, kimileyin de Ahmet diye geçtiğini belirterek, kendilerinin de bu yazılışa bağlı kaldıklarını vurguluyor. Bense bu yazıda, şairin etnik kimliğini hesaba katarak, her durumda Ahmed yazmayı yeğledim. Başka bir ikilik de “Leylım/ Leylim” seslenişindeydi. Ben, hepsini Leylim olarak aktardım. Bunların dışındaki yazım ve noktalamaları ise, Türkçenin dil kurallarına ters olsalar bile, oldukları gibi aldım.
Bünyamin DURALI