Neoliberal Olmayan Bir Dönemin Siyaset ve Sanatından Bugünü Okumak

Gerçek anlamda insan için sanatın temel felsefi dokusu önce diyalektik bir düzlemde kurulur. Doğru bir yönelim için bu gereklidir. Ayzenştayn’ın birtakım anlatımları ise devrimci estetik bakış açısının mutfağında neler olduğunu, o mutfağın nasıl işlediğini göstermek bakımından önemlidir.

MayaDergi’nin yeni dosya konusu olan “Neoliberal Çağda Sanat-Siyaset İlişkisi” üzerine düşünedururken, Sovyet Sinemasının öncü sanatçısı Sergey Ayzenştayn’ın sinema sanatı ile ilgili birtakım yazı ve konuşma metinlerini içeren yeni bir kaynak elime geçti.

Ayzenştayn’ın sanatçılığı neredeyse Ekim Devrimi ile birlikte doğup büyüyen bir sürece tekabül ediyor. Ailesi iki kuşaktır mühendistir. Ayzenştayn, aile büyüklerinin mesleğine devam etmemek bakımından söz konusu devrimi kendisi için önemli bir şans saymaktadır. Tabi 20.yüzyılın siyasal toplumsal yalın gerçekliği, insanın sanat alanında ulaşmaya çalıştığı yeri ve yaratıcılığını kullanacağı pratik alanı oldukça kolaylaştıran bir konjonktüre sahip. Yani insanın aklına, mantığına inerek onunla kedinin ciğerle oynadığı gibi oynayan neoliberal bir ekonomi ve siyaset yok. Hele ki bu, bir de işçilerin köylülerin devrim yapıp emeğin iktidarının kurulduğu bir ortamda, devrimci gerçekçi sanat da burjuvazinin siyasal kıskacını kırmış olarak yaratıcılığını özgür bir biçimde kullanıyorsa da.

Sermaye sınıfı sanatın çeşitli dallarıyla, yaşananlara dair çelişkileri estetik bir bilinçle iyi yansıtabildiğinin, kitleleri sessiz sakin adımlarıyla bilinçlendirdiğinin çoktan farkındadır. Dolayısıyla 20. yüzyıl, aynı zamanda burjuvazinin toplumcu gerçekçiliğin karşısına doğrudan ya da dolaylı olarak diktiği yeni akımlarla sanatın yaratım süreci ve hedefi açısından işlevini, izleğini puslandırma savaşımını da vermektedir. Aynı yüzyılın proletaryasının öncü güçleri, aydın devrimcileri de bunun farkındadır. Roman, şiir, tiyatro, resim vb. ezilenlerin bilinçlenmesi ve harekete geçmesinde çok önemli etki yaratır. Ezilenlerin okuma yazmasının geri olduğu o dönemlerde dilden dile şiirler söylenir, romanlar okunur. Örneğin Maksim Gorki-Ana, Ethell L. Voynıch-Atsineği, İgnazio Silone-Fontamara gibi kitaplar, yüz binlerce milyonlarca sessiz ve gösterişsiz bir şekilde okunur gider. Sinema ise fotoğraf tekniğinin geliştirilmesiyle birlikte insan hayatına yeni giren görsel bir sanattır. Lenin kitleleri bilinçsel olarak etkileme ve harekete geçirmede sinemayı çok önemser ve dünyada ilk sinema enstitüsü SSCB’de (Sinematografi Devlet Enstitüsü) kurulur. Tiyatro alanında ise Proletekult vardır. Tiyatroya sinemaya ilgisi olanların yolu enstitüden önce kurulan Proletekult’te birleşir. Ayzenştayn için de böyle olmuştur. Ancak sanat esas olarak bir proje çerçevesinde tasarlanmış teknik bir yaratım, üretim süreci değildir. Öncesinde, üretim anında ve sonrasında da devam eden ideolojik bir beslenme süreci vardır. Üretimin her devri yeni yorumlara, yeni gıdalara gereksinim duyarak yoluna devam eder.

Gerçek anlamda insan için sanatın temel felsefi dokusu önce diyalektik bir düzlemde kurulur. Doğru bir yönelim için bu gereklidir. Ayzenştayn’ın birtakım anlatımları ise devrimci estetik bakış açısının mutfağında neler olduğunu, o mutfağın nasıl işlediğini göstermek bakımından önemlidir.

Aşağıda, yorumsuz ve bütünle bağlantısını gözeterek kesik kesik yaptığım bazı alıntılar, bizlere o dönemin sanatının bakış açısının, mutfağının ve sonrasını devrimci sanatın kendisi ve etkisinin ne olup olmadığını anlamlandırmamız bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu “neoliberal olmayan çağda sanat siyaset ilişkisi nasıldır” şekilde okumak da bana göre yanlış olmayacaktır.

Sergey Ayzenştayn’ın Yazıp veya Konuştuklarındandır(*)

“Herhangi bir işçi ya da kolhozcu gibi yaşamam için gerekli tüm olanakları bana Ekim Devrimi’nin sunduğunu söyleyemem. Peki, devrim bana ne verdi de ebediyen Ekim’e kanla bağlandım? Devrim bana hayatımdaki en önemli şeyi vererek; beni sanatçı yaptı.

Eğer Ekim Devrim’i olmasaydı, asla beni bekleyen –babadan oğula geçen- mühendislik kaderimi ‘kıramazdım’.

Bu konuda belli bir eğilimim ve isteğim olmasına rağmen bana kendi kaderimi belirleme özgürlüğünü veren asıl olarak devrim kasırgası oldu.

Zira eğer halkların kendi kaderlerini belirlemesi –devrimin- en büyük başarılarından biriyse, her bir insanın yaratıcılık-sanat idealine ulaşması da başka bir büyük başarıdır.

Burjuva bir toplumda bundan söz edemeyiz. Kapitalist ülkelerde profesyonel kölelik, bağımlılık vardır. Özellikle de sözüm ona ‘özgür’ mesleklerde. Bizde ise böyle değildir. Herhangi bir öncüden (1922’de izcilik faaliyetleri için kurulan çocuk kitlesi örgütü YN) başlayarak herkes ülkenin, partinin ve devletin ona gerekli her şeyi sunacağını bilerek, tam olarak idealleri doğrultusunda bir yol çizebilir; herhangi bir sanatçının, yazarın çetrefilli ‘özgür’ mesleği için de aynı şey söz konusudur.

Kritik bir anda (enstitü üçüncü sınıfta) ilk defa, şu anda (1939 NB) anayasanın emekçilerin haklarıyla ilgili paragraflarında yazan, kendi kaderini seçme özgürlüğünün tadına vardım.

Sanatsal etkinliğim ilginç bir şekilde Kızıl Ordu’da başlıyor. İstihkâm çalışmaları esnasında icra edilen kültür çalışmaları; komiser yazıyor, mühendisler oynuyor. Batı cephesinde dekoratörlük. Yeliseyev. Ajitasyon trenleri. 1920 yılı. Kızıl Ordu süngüleri tarafından bay örümcek delik deşik ediliyor. (Artık deşildi)

İlk Proletkult işçi tiyatrosu. Tiyatroya ‘genel’ bir giriş yapıyorum. Fakat tiyatro emekçisi olmam rastlantısal bir şey değildi. ‘Genel’ tiyatrodan devrimci bir tiyatrocuya dönüşüm. Aynı tiyatro ile partinin tarihinde ilk sinema çalışması Grev filmiyle ilk sinema ekibine dönüşüyoruz.

Devrim beni sanata götürdüyse, sanat da beni sonsuza dek devrime götürdü. Partinin ve Rus halkının devrimci geçmişinde derinleşme, bana o olmadan büyük bir sanatın imkânsız olduğu, ideolojik bir içerik verdi.

Devrimin bana verdiği ikinci şey sanat için ideolojik içerik oldu.

Ancak halk sanatçının diliyle konuştuğunda sanat hakikidir. Bu başarıldı. Dünyanın hiçbir yerinde sanatçıların sahip olmadığı bir şey.

Bizim yurdumuz sanatçılara daha fazlasını veriyor: Ülkemiz sanatçıya ilgilendiği sanatın ‘sırlarına’ ermek için bir yöntem sunuyor. (…) Yani Sovyet sistemi bana en gerekli olan şeyi de verdi: Metot ve teorik arayış için sağlam felsefi temel.

Yurt dışı, sınıfsal pozisyonunu seçme konusunda adeta bir üniversite ve sınav.

Sizin de gördüğünüz gibi Sovyet sistemi: 1. Beni sanatçı yaptı 2.İdeolojik içerik verdi 3. Bilimsel çalışma için teorik temel verdi. 4. Biyografimin en ağır yaratıcı anlarından birinde hem desteğe hem güvene gereksinim duyduğum anda yitip gitmeme engel oldu.

Yurdum karşısında borçlu mu kalacağım?

Ve hepimiz gibi kendimi tümüyle yurdumuza, komünizmin inşası büyük davasına adıyorum, adayacağım.”

(1939)

***

“Sanat alanındaki öğrencilerim dikkatimi aniden, şaşırtıcı biçimde, sanat okuryazarlığında yan odada bulunan politik okuryazarlık hocasının toplumsal sorunlarda uyguladığı metodun aynısını kullandığıma dikkati çekiyorlar. Bu dış dürtme, masanın üstünde estetik yerine diyalektik materyalizmin parıldamasına yetiyor.

İnsan etkinliklerinin özel bir dalı olan kişisel araştırma ve yaratıcı çalışmalar konusundaki deneyim, Marksizmin kurucularının öğretileri üzerinden, bütün toplumsal ve beşerî tezahürlerin toplumsal temellerinin felsefi deneyimi ile birleşiyor.

Devrimle daha yakın ilişki kurma hedefi sanat alanında militan materyalizmin ilk diyalektik temellerini derinleştirme eğilimini açığa çıkarıyor.

Daha sonraki sinema çalışmalarım, acil bir toplumsal talebe cevap verme sorumluluğuyla eşzamanlı olarak yaratıcılığın sırlarına deneysel ve pratik olarak aracılık etme çabası, devrimci sanatta maksimum etkinliğe ulaşmak ve devrimin ilk beş yıllık döneminin film ustalarının yerini alan genç Bolşevik grubun pedagojik silahlanması için sinematografik anlatım olanaklarını geliştirmeye odaklanıyor.

Kişisel yaratıcılık planım kesin biçimde bilimsel ve pedagojik uygulamayla birleşiyor. (Sinematografi Devlet Enstitüsü) Yurt dışı ‘kültür ustası’ için ‘kiminle ve kime karşı olduğunu’ bilinçli olarak sınayacağı en uç sınavdır.

Yurt dışı yaratıcı işçi için devrimin dışında da sanatsal yaratıcılığını ve varlığını sürdürüp sürdürmeyeceğini göreceği en uç sınavdır.

Bu test bizim karşımıza Hollywood’un ‘altın dağları’ önünde çıktı ve biz önümüze serilen dünyevi refah ve cazibeyi reddederken kurumlu, kahramanca bir poz takınmadık, bunu farklı bir toplumda ve farklı bir sınıfın çıkarlarına yönelik yaratıcı sistemimizin mütevazılığıyla reddettik.

Sınırları ayıran sınır çizgisinin diğer tarafında bulunanların üretimden aciz oldukları, şiddetli kasırga misali, karşı gelenleri silip süpüren proleter devrimin tüm gücü ve kudretini ortaya koyduk. O ki bir kere onunla birlikte yürümeye karar verenleri sonuna kadar sürükler.

Sovyet sanatçıları böyle davranıyor, hissediyor ve düşünüyor. Çoğumuz sanata devrimden geçerek geldik ve hepimiz sanat aracılığıyla devrime çağırıyoruz!”

(1933)

***

“1930 ilkbaharının başları Paris. O zaman ülkemizin dünya ve barış siyasetinde iş birliği yaptığı dost Paris değildi. Korkunç gerilim yüklü bir hava hakimdi. Böyle gergin bir ortamda Sorbonne’de bir sunum yapmam gerekti. Gösterimin başlamasından yarım saat önce bir polis provokasyonuyla gösterim iptal edildi. Fakat salon dolmuştu bile. Konuşmamı iptal etmeleri mümkün değildi. Filimle ilgili sunumumun sonrasında, konuşma seyircilerle konuşmacı arasında bir soru cevap oyununa dönüşüyor. (…) Özellikle de dolaylı, doğrudan ya da sinsi yollara başvurarak, kaçamak sorularla sizi iğnelemeye çalışanların da bulunduğu bir salondaysanız.

Öfkeli, solgun, zayıf bir adam ayağa kalkıyor. Korolardaki gibi bir sesle soruyor:

‘Neden sizin ülkenizde komedi filmleri üretilmiyor? Sovyetlerin gülüşü öldürdüğü doğru mu?’

Salona ölüm sessizliği çökmüştü. Kesinlikle hazır cevap biri değilim. Özellikle de büyük kalabalıklar karşısında. Fakat o an aklımda bir ışık yandı. Soruya yanıt vermek yerine: ‘Bu sorunuzu Sovyetler Birliği’nde yinelediğimde daha çok güleceklerdir’ dediğimde salondan kahkahalar yükseldi. Mitinge dönüşen sunumum böylece içten kahkahalarla sonlandı. Ertesi gün gazetelerde şunlar yazılıyor: ‘Bolşevikler ağızlarındaki hançerle değil, dudaklarındaki gülümsemeyle korkunçlar.’

Ne yazık ki o gün gazeteleri okumadım. Sabahtan itibaren beni güvenlikten polise, polisten valiliğe sürükleyip durdular.

Fakat bunlar şimdinin konusu değil. Ben de burada o günleri değil, kahkahaları yazıyorum ve önüme şu soruyu koyuyorum: Bizim komedimiz mi? Evet olacak ama nasıl?

Gülmenin çeşitleri vardır.

Boyu kadar bir makasla tırnaklarını kesmeye çabalayan Şarlo’ya gülmemek mümkün değil. Fakat buradaki güldürü unsuru kişisel bir mantıksızlıktan başka bir şey değildir. Duygusal güldürü daha değişiktir. Bizim gülüşümüze gelince: bizim ‘onlar’dan bambaşka bir gülme biçimine sahip olmamız olağandır. Çünkü her iki taraftaki insanların toplum görüşlerinde büyük farklılıklar vardır.

Toplumların belirli devrelerinde insanın insanı sömürmesi, gelişimi kamçılayan bir unsurdu. Bunun neticesinde gelişen burjuva toplum ileriye doğru atılmış bir adımdı. Fakat bu sömürü düzeni uzadıkça uzadı. Toplumcu görüşün hakimiyet kazanması çetrefilleşti. Bizim gülmemizin amacı bu olmalıdır. Toplumun artık yetişkin hale geldiği sosyalizm yüzyılında toplumcu görüşün gecikmesi ya da yeterince kendini gösterememesi gülünçtür.

Bolşeviklerin nasıl savaştıklarını ve nasıl çalıştıklarını biliyoruz. Nasıl başardıklarını da biliyoruz.

Bakalım Bolşevikler nasıl gülüyor?

Bu gülümseme, karnı tıka basa dolu insanların güncel sıkıntılarını unutmak ve vakit geçirmek için birtakım anlamsızlıklarına gülmelerine benzemez. Geleneksel Rus gülümsemesi bunların hiçbirine benzemez. Çehov, Gogol, Saltıkov’un ölümsüz eserleriyle kendini gösterir gülümsememiz. (…) Fakat bugün Çehov, Gogol ve Saltıkov’un güldürülerinin yerine nasıl bir güldürü koymamız gerektiğini bulmak zorundayız. Tasasız, Amerikan türü kahkahalar ya da 19.yüzyıl Rusya’sının sünepe gülümsemesi onların yerini alabilir mi? Öyleyse eserlerimizle yeni bir güldürü biçimi yaratmalıyız.

Bizim tasasız gülebilmemiz için vakit henüz erken.

Sosyalizmin inşası henüz daha bitmedi. Havailiğe yer yok aramızda. Gülmek bizim yedek silahımız olacaktır. Nasıl ki artık ‘Sovyetler Birliği’ olan 19.yüzyıl Rusya’sında ‘gülmek’ başkaldıran bir unsur idiyse, bugün de ‘gülmek’in hedefi düşmanı yok etmek olacaktır.”

(1937)

***

“(…) Filmlerimiz eğlence ya da iyi vakit geçirme amacıyla üretilmiyor. Bazı filmleri aydınlanma ve kültürel amaçlar güden ciddi bir iş olarak görüyoruz. (…) Moskova’da yaklaşık dört yıl önce gelecekteki yönetmenlerin, kameramanların ve aktörlerin okuduğu sinemacılık üniversitesine benzer bir kurum oluşturuldu.

İzleyiciler konusunda araştırma yapan Sovyet Sinema Dostları Derneği gibi başka yapılar da var. Topluluk, işçi ya da Kızıl Ordu’dan izleyiciler arasında anketler yapıp her eser konusunda onların fikrini sorarak; eserin anlaşılır olup olmadığı, izleyicilerin isteklerine hitap edip etmediği, kusurları ve biçim konusunda görüşlerini kayda geçirir. Bütün bilgiler toplanır, incelenir ve sonraki çalışmalarda dikkate alınır.
Bildiğiniz gibi sanatta yeni biçimler yeni sosyal biçimler tarafından yaratılabilir. Sanatın yeni biçimleri her zaman yeni sosyal biçimlerden doğar, onlardan beslenir ve devrime yön veren fikir de bunlarla aynı temele dayanır. Bu bireysel olmaktan ziyade toplumsal bir temele dayanır.

Kolektivizmin toplumsal hayatta, devrimde nasıl bir rol oynadığını biliyorsunuz. (…) Bizde sinema tekeli bulunmaktadır. Film üretimi ve gösterimi devletleştirildi. Bu, kültür-aydınlanma amaçlarımıza erişmemizi büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Bahsini ettiğimiz motivasyonlarla üretilen eserler pornografi, macera ve her türlü ‘aksiyon filmi’nden daha az kârlı. Filmlerin yurt dışında ve büyük şehirlerde elde edilen gösteriminden elde edilen parayla köylerde sinemalar kuruyoruz ve büyük ülkemizin uzak diyarlarına seyyar sinemalar göndererek Sovyetler Birliği’ne dahil ulusal devletlerin kültür seviyesini yükseltiyoruz.

Ulusal devletlerdeki sinemacılık özel amaçlara yönelik yapılır. Çar döneminde değinilmeyen sorunları içerir. Çarlık döneminde hiçbir ulusal kültür gelişemiyor, herkese zorla Rus ‘kültürü’ dayatılıyordu. Şu an, bu konularda bizim siyasetimiz tamamen farklı ve biz bütün ulusların kültürünü geliştirmeyi amaçlıyoruz.

Sıklıkla üretimin tekelleşmesinin rekabeti ortadan kaldırarak sanatın gelişmesine sekte vurduğu söylenmektedir. Bu doğru değil. (…) Bizde bütün alanlarda başka bir şey –yani yaratıcı yarışma- ticari rekabetin yerini almıştır. Bir Moskova fabrikası bir Leningrad fabrikasına göre daha fazla üretimi, daha ucuza ve daha kaliteli yapacağı iddiasında bulunarak Leningrad fabrikasına meydan okur. Ve işte bir yıl ya da yarım yıl süren, tayin edilen süreye bağlı olarak yarışma başlıyor.

Sinemada da aynı durum söz konusu. Sinemacılar da eserlerin yüksek kalitede olması konusunda yarışır. Bu çalışmalarımıza oldukça katkı sağlıyor ve film yapımında çok önemli bir rol oynuyor.

Konu seçiminde önceliğimiz izleyicileri sarsmak ya da eğlendirmek değil, sansasyon peşinde koşmuyoruz, o an kitleleri heyecanlandıran, herkesi ilgilendiren konu neyse onun üzerinde duruyoruz.

Tıpkı herhangi bir sanayi alanında olduğu gibi sinemacılıkta da beş yıllık plan uygulanıyor. Sinemanın beş yıl boyunca ele alacağı konular ve ana sorunlar bu plan tarafından belirleniyor. Aniden ortaya çıkan konular için de yer ayrılmaktadır. Örneğin Generalnaya Liniya’nın konusu kırsal yaşamın sanayileştirilmesi ve kolektivizasyonudur. Güncel ve özgün şartlarımızı göz önünde bulundurarak bu sorunları farklı bir şekilde çözmeyi amaçlıyoruz.

Eğer söz konusu eser köylüleri konu alıyorsa, örneğin size bugün gösteremediğim Generalnaya Liniya, köylüler tarafından tartışılır ve her köylü filmin kendisi için yapıldığını bilerek senaryoyla meşgul olur, konu hakkında bakış açısını belirtir, alan bilgisiyle bize yardımcı olur, yani bizimle iş birliği yapar. Eserin çekimlerine kitleler katılıyor, tamamen kolektif bir çalışma.

Generalnaya Liniya ve Dünyayı Sarsan O Gün eserlerinde, kitle sahneleri neredeyse tamamen gönüllülük temelinde, ücret alınmadan oynandı. On Gün için Kışlık Sarayı’nın ele geçirilmesi ile ilgili çekimlerde iki ya da üç bin emekçi her gün ve sıkça geceleri gelip her istediğimizi yapıyorlardı.

Her zaman şunu iddia ediyorum ki, bu tarz kitle sahnelerinin çekilmesi sadece bizim ülkemizde mümkündür çünkü çok az yerde ceza görmeksizin iki ya da üç bin silahlı emekçi toplayabilirsiniz.

Lokantaların menüsünde yazdığı gibi ‘firmamız’ bununla meşhurdur.

Filmlerimizin karakteri ve gücü, Sovyetler Birliği’nde büyük çabalarla sosyalizmi inşa eden halk kitlelerinin karakterinin, gücünün ve iradesinin de bir ifadesidir.”

(1930)
. . . .

(*) Alıntılar şu kitaptandır: Kızıl Ayzenştayn, çev: Fırat Sözeri, Ceylan Yayınları, 2023.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar