Irkçılığın Mitik Ahvali ve Nazizm’in Bedeli

Kitleler yoğun bir propagandanın ve bir dizi politik argümanın peşi sıra faşizmin kültürel varlığı içinde hapsolmuş birer “nesne”ye dönüşerek belki de soykırım gerçeğinin ve İkinci Dünya Savaşı’nın birçok suçunun aynı zamanda ortağı da olmuştur. Bu gerçeklik bugünün yeni post-truth çağı adına Trump, Le Pen gibi figürlerle maalesef süregitmektedir.

Milliyetçiliği sınıflandırma konusundaki çalışmalar 20. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayarak günümüze kadar ulaşırken “ulus devlet” inşası sürecinin bir yansıması olarak kültürel yansılarını Nazizm’in vücut bulduğu iki savaş arası dönemi içinde de ortaya koymuştur. 1920’lerde Carlton Hayes ve Hans Kohn, milliyetçilik konusunda bir sınıflandırma ya da başka bir deyişle “tipoloji” belirleme alanında çalışmalara başladılar. Bu çalışmalarda milliyetçiliği kesin sınıflara bölmeye çalıştılar. Hayes’in çalışması ilk çalışma olup milliyetçi ideolojinin değişik kollarını birbirinden ayırmayı amaçlıyordu. Bu sınıflandırmaya göre Hayes, milliyetçiliği Humanitaryen, Geleneksel, Jakoben, Liberal ve daha sonraları Ekonomik ve Bütünsel milliyetçilikler şeklinde tiplere ayırıyordu Kohn ise milliyetçiliği temelde “Batılı” iradi milliyetçilik ve “Doğulu” organik milliyetçilik olarak ikiye ayırıyordu. Coğrafyaların değişkenlikler yüklediği bu milliyetçi pratikler kuşkusuz dünya savaşlarının paylaşıma dayalı sömürgeci ahvaliyle daha da görünür hâle gelmiştir.

Kohn’a göre İngiltere, Amerika ve Fransa’daki milliyetçilik akılcı, iyimser ve çoğulcuydu. Toplumsal sözleşme ilkesine bağlı olarak özellikle yükselen orta sınıfın siyasal toplum özlemlerine cevap veriyordu. Daha doğuda Rusya ve Asya’da ise orta sınıfların ekonomik açıdan güçsüzlüğü, alt aristokrasi ve aydınlara dayanan ve yığınların içgüdülerine yönelen çok daha duygusal ve otoriter bir milliyetçilik görülüyordu. Kohn, bu genel ayrımdan sonra da Batı tipi milliyetçiliği “bireyci” (Anglo-Saxon ülkelerinde) ve “kolektivist” (Fransa) alt sınıflarına ayırmakla birlikte sınıfsal bir tepki olarak “milliyetçilik”in inşasından da söz açmaktadır.

İlk savaşın ardından II. Dünya Savaşı’na gebe Avrupa coğrafyasında yükselen Nazizm ve Führer ideolojisinin Türkiye’nin milliyetçi algısına yansımaları ele alındığında kuşkusuz Nihal Atsız, Başkurt ihtilalcisi Zeki Velidi Togan, Yusuf Akçura isimler çevresinde gelişen bir kampı ele almak gerekmektedir. Türkçü-Turancı milliyetçilik, iki savaş arası dönemde, özellikle otuzlu yıllardan itibaren çıkmaya başlayan dergilerde kendisini göstermeye başlamıştır. Nihal Atsız’ın çıkarmış olduğu, Atsız Mecmua ve Orhun dergileriyle, Reha Oğuz Türkkan’ın çıkarmış olduğu, Ergenekon, Bozkurt ve Gökbörü dergileri, Türkçü-Turancı milliyetçiliğin ideolojik tahkimatını yapan yayınlar olmuşlardır. Ancak, bu milliyetçilik tipolojisinin ilk çıkış yaptığı olay, Türk Tarih Tezi’ne karşı yapılan eleştiriler ışığında gerçekleşmiştir. Zeki Velidi Togan’ın, Türk Tarih Tezi’nin bilimselliğini sorgulayarak, Orta Asya’dan gerçekleşen göçün sebebinin bir iç denizin kurumasından ziyade boylar arasında yaşanan rekabetler olduğunu söylemesinin Resmi milliyetçiliğe yönelik, soy Türkçülüğüne dayalı bir akım ortaya çıkmaya başladı.

1944 Türkçülük-Turancılık davalarının görünen sebebi, Atsız’ın, dönemin başbakanı olan ve Türkçü olduğunu söyleyen Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı mektuplarda komünist olduğunu belirttiği kişilerin görevlerinden alınmasını istemesidir. Özellikle Atsız’ın yazmış olduğu ikinci mektupta, Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal ve Ahmet Cevat gibi komünistlerin isimlerini vererek ifşa etmesi neticesinde Sabahattin Ali, Atsız’ı mahkemeye verdi. Anti-komünist cephenin bir neferi haline gelen “milliyetçi” fikriyat düşünsel altyapısını “Anadoluculuk” ve “Orta Asya” düşsel coğrafyası çerçevesinde şekillendirmiştir bu bağlamda.

Türkçü-Turancı milliyetçiliğin düşünsel altyapısının geniş bir yelpaze görünümüne sahip olduğu bilinmektedir. İdeolojik açıdan farklı Türkçü grupları bünyesinde barındıran bu anlayış, Türkçülüğün tanımlanmasından İslam dinine yaklaşıma kadar farklı seslerin bulunduğu bir düşünce biçimidir. İslam’ın milli kimliğin önemli bir unsur olduğunu belirten Türkçüler olduğu gibi (Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon), milli kimliğin asli unsuru olamayacağını belirten Türkçüler de (Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan) bulunmaktadır. Yine Türklerin ırkî-antropolojik özelliklerini araştıran (Reha Oğuz Türkkan) Türkçüler olduğu gibi, millet kavramına manevi ve ahlaki bir anlam yükleyen Türkçüler de bulunmaktadır.

Mitik bir masalın izleği sayılabilecek “ırkçılık”ın ahvali adına 1930’ların Türkiye düşün haritasının asıl belirleyeni olan Hitler Almanyası üzerinde düşünmeye devam ettiğimizde karşımıza çıkanlar da şunlar olmuştur. Anti-semitizm teriminin tek muhatabı olarak tahayyül edilen Yahudiliğin tarihine dinler tarihi bağlamında bakıldığında, bunun şiddetle iç içe bir karakter yansıttığı görülecektir. Yahudi tarihinin, ilk evresinden bugüne gelen süreci gözlemlendiğinde mazlumluk..

Anti-semitizm teriminin tek muhatabı olarak tahayyül edilen Yahudiliğin tarihine dinler tarihi bağlamında bakıldığında, bunun şiddetle iç içe bir karakter yansıttığı görülecektir. Yahudi tarihinin, ilk evresinden bugüne gelen süreci gözlemlendiğinde mazlumluk ile zalimlik arasında gidip gelen ve sadece kendilerini değil etkileşimde bulundukları tüm toplulukları etkileyen karşılıklı travmatik bir sürece karşılık geldiği söylenebilir. Uluslaşma serüvenleri açısından ele alındığında Yahudi toplumu Hz. Musa ile birlikte bu bilinci kazanmaya başlayarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bir anlamda tarihin en dirençli toplumu olarak nitelendirilebilirler elbette.

Babil Krallarından Buhtunnasr’ın (M.Ö. 634-562) Yahuda’yı yerle bir etmesi ve onları Babil’e götürmesi ile sürgün gerçeğiyle tanışmışlar ve bu gerçek Yahudi tarihinin, günümüzdeki İsrail Devleti’nin kurulmasına kadar önemli ve ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Gerek Yahudilerin tarih sahnesine çıkmaları ve gerekse de Babil Sürgünü ile başlayan sürecin belki de en önemli parçası, genel geçer bir ifadeyle Yahudi aleyhtarlığı şeklinde tanımlanan antisemitizm olgusu olmuştur. Bir anlamda sağ popülizmin lider kültüne dayanan faşizmin kavramsal olarak kültürel ve politik tekçiliğe de işaret ettiği ifade edilebilir.

Faşizm kavramı, bilindiği gibi iki dünya savaşı arasında Mussolini ve Hitler rejimlerinin iktidarı ele geçirme sürecine, bu süreçteki sınıf ilişkilerine ve iktidarda tesis ettikleri rejimlerin ortak özelliklerine bakılarak, bir “faşist minimum”, yani faşizmin en asgari bileşenlerini bulma çabasıyla bugünkü tanımına ve kapsamına ulaşmıştır. Her ikisinin de dünya siyasetini alt üst ettiği dönem ve inşa ettikleri rejimler o kadar olağanüstü koşulların ürünüydü ki sonrasında benzerlik taşıyan hareketlerin ve bilhassa otoriter yönetimlerin “hakiki bir faşizm” olarak görülüp görülmeyecekleri tartışılagelmiştir. Faşizmin doğası gereği kendi kültür tezini dayatırken “Mit” inşasında toplumsal baskı araçlarını hoyratça kullandığı da vurgulanabilir.

Bugünkü sağ popülist addedilen hareketlerin niteliğine daha iyi nüfuz etmek ve bunlar arasında bir kıyaslama denemesi geliştirirken şu soruyu sormak ön açıcı olabilir: Faşizmin mitik bir geçmişi muhayyel gelecekte canlandırma iddiası tarafından belirlenen kolektif güdü dün ve bugün adına bir yıkıcılık arzusu içermektedir Öncelikle “an’ın” ulusun bütünlüğü ve bekası için ivedilikle ve sertçe müdahale edilmesi gereken tehlikeler ve riskler barındırdığına yönelik faşist retorik an’daki krizin müsebbiplerini farklı şekilde kodlar. Almanya ve İtalya İkinci Dünya Savaşı eşiğinde ve sırasında göçmenler, göçmenlik politikaları ve buna karşı hümanist bir pısırıklık içerisinde bulundukları iddia edilen her türden politikacı ve siyasal oluşum iç düşman olarak belirlenmiştir..

Faşizmin ve özelde Nazizm’in kültürel kodlarına dair bir iki söz söylememiz gerekirse önce Germen ırkının tarihsel köklerini neredeyse insanlık tarihi kadar köklü bir geçmişe dayandırma niyeti ve Avrupa’nın uygarlık merkezinin Germen halkı olduğu varsayımının örgütlenmiş hali olarak Nazizm’i ve “Gamalı Haç” üzerine inşa edilmiş miti ele almamız gerekir. Irkçılığın arkeolojisi olarak ifade edilebilecek bu tutum bir yandan Slav halklarını aşağı bir sınıf olarak irdelerken Kuzey Avrupa halkları ve özellikle Viking toplumunda Germen ırkının izlerini bulmak adına zorlama bir “Gamalı Haç” kültü inşa etmeye çalıştıkları görülmektedir.

Orta Çağ’da Avrupa’da Hıristiyan olmayanları inançsız olarak, dolayısıyla aşağılık olarak gören görüşler ve inançlara rastlanmakta ve bu görüşlerin akılsallaştırılmaya çalışıldığı da ayrı bir gerçekliktir. Dolayısıyla Hristiyan olmayanların ayırımcılığa ve saldırıya uğradığı dönemlerin olduğu bilinmektedir Avrupa tarihi bağlamında. Nitekim Avrupa’daki mezhep savaşları da siyasal olduğu kadar inanç ve dine dayalı çatışmalar olarak karşımıza çıkar. Bu görüşlerin 15. yüzyılın ortalarından itibaren İspanya’da gelişmeye başlayan “arî kan” veya “saf kan” efsanesi ise ilerde Avrupa’da gelişecek olan ırkçılığın ve elbette Nazizm’in ön belirtisi olarak dikkat çeker. Genellikle din değiştirenlerin ve Hristiyanlaşanların zamanla asimile olarak bu aşağılanmadan kurtulduğuna inanılırken “saf kan” efsanesinde Hristiyanlığı kabul etse bile Yahudilerin kanlarının onların gerçekte Hristiyanlaşmalarına engel olduğu iddiası varsayılmıştır.

Başlangıçta ‘inancın saflığı’ olarak görülen yaklaşım daha sonra ‘saf kan’ inancına dönüşmüş bu da ‘inancından sapan’ dolayısıyla ‘soyundan sapan’ biçiminde algılanma eğilimi göstermiştir. Böylece din değiştirerek Hristiyanlığı kabul edenlerin torunları ‘soyundan sapanların torunları’ şeklinde kabul edilmiş ve Hıristiyanlığın ortak kabul alanının dışında dışsallaştırmıştır. Özellikle Yahudiler ve Müslümanların farklı etnik kökenlere ve farklı fiziksel özelliklere sahip olmaları bu “saf kan teorisi” gerekçesiyle aşağılık topluluklar olarak irdelenmiştir. Bu görüşü savunanlara göre vaftiz suyu “Museviliğin iğrenç kirlerini yok etmeye” yetmez. Elbette bunun Hitler’in lider kültü ve Nazizm’in inşasındaki karşılığı açlıktan öldürülen Yahudi, Slav halkları ve toplama kamplarında yok edilen altı milyon insan olarak karşımıza çıkar.

Almanya’da Hans Friedrich Karl Gunther’in (1891-1968) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayınlanan çalışmasının geliştirdiği ekol özellikle Nazizm’e ilham verecek ve sınıflamalar, zekâ ölçüsünün bir göstergesi olarak ırk temelli bir yaklaşım olarak (kan gruplarına göre) genetik sınıflandırma testlerine devam edecektir. Ayrıca Chamberlain gibi 19. yüzyıl ırkçı düşünürlerinin Adolf Hitler kuşağı üzerinde önemli etkileri oldu. Irkçılık ve antisemitizm de “Alman Ulusal Sosyalizmi’nin (Nazizm) her zaman ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkmıştır. Naziler bütün insanlık tarihini farklı ırklardan gelen insanlar arasında biyolojik açıdan belirlenen bir mücadelenin tarihi olarak değerlendirdi. Marksizm, komünizm, pasifizm ve enternasyonalizm gibi siyasi eğilimlerin milliyetçiliğe aykırı olduğunu savunan Naziler bunların tehlikeli Yahudi ırkına ait entelektüel görüşleri yansıttığını savunuyorlardı. Bunun somut hallerini uygulamalar bağlamında 1931’de Nazi Devleti’nin Seçkin Koruyucularının (Schutzstaffel-SS) ırk “araştırması” yapmak ve SS askerleri için potansiyel eşlerin uygunluğuna karar vermek için Irk ve Tasfiye Bürosu’nu (Race and Settlement Office) kurması örnek gösterilebilir.

19. yüzyıldaki ırkçı “bilimsel” araştırmalardan hareketle (Bu bilimsel araştırmaların Yahudi toplumunu birer deneğe dönüştürdüğü de dile getirilmelidir. Almanların ve diğer Kuzey Avrupalıların daha üstün bir ırktan geldiğine inanan Nazilere göre; Almanlar “ari-aryen” ırkın taşıyıcısıydı elbette. Irkların aynı yerden gelmediğini ve birbirlerine yabancı olduğunu savunan Nazizm’e göre üstün Alman ırkının her bireyi özelliklerine göre belirlenmiş belirli bir işleve sahip olduğu organik bir toplulukta (Toplum kavramının reddinden söz etmek uygun düşer burada.) yaşıyordu. Her birinin rolü doğal niteliklerine ve performanslarına göre belirlenmişti. Dolayısıyla Almanya’yı ve Avrupa’yı kurtarmak ve yönetmek için doğa tarafından seçilmiş olan Führer bir kurtarıcı olarak Alman toplumuna verilmiş bir armağan olarak yansıtılmıştır. Çünkü her şeyi belirleyen doğadır Nazizm adına. Bu sosyal Darwinist görüşler, Naziler için bireyi değerlendirmenin ve onun toplumdaki yerini belirlemenin koşulu olarak kabul ediliyordu. Almanya’da 19. yüzyıldan itibaren gelişen “Almanların üstün bir ırk olduğu” iddiası ve Yahudi düşmanlığı üzerine gelişen Nazizm, zamanla Almanya’daki bütün kötülüklerden Yahudileri sorumlu tutmaya başlamıştır. Almanların ari ırktan geldiğini bir politik argümana dönüştüren Naziler, “ırk” mücadelesini Yahudiler üzerine kurgulayarak Alman toplumunda Yahudilere karşı nefretin gelişmesine yol açmışlar ve Führer’in muktedir oluşu bu gerçeklik üzerine inşa edilmiştir.

Faşizmin kültürel kodlarını bir mitik aldatmaca üzerinden de ifade edersek nasyonal sosyalizmden söz edildiğinde, doğaldır ki aklımıza Hitler, Nazileri örgütleyenler, SA ve SS’in başındakiler, Gestapo’nun meşhur katilleri, halka söylenecek yalanları bir düzene koyup kurumsallaştırmak için kurulan propaganda ve dedikodu birimlerinin sorumluları geliyor. Elbette göz ardı etmemiz gereken bir şey var ki bir kitle de azımsanmayacak sayıda Alman yurttaşı ve görevli memurların, o sistemin dişlilerini çalıştırmıştır. Faşizmin sıradanlaşması olarak ifade edeceğimiz bu ahval “sıradan” yurttaşın yalana aslında ikinci dünya savaşı boyunca ikna edilmiş olduğu gerçeğidir. Bu durum aynı zamanda yüceltilmiş “Ari miti”nin kitlesel kabulüne işaret eder.

Ezcümle kitleler yoğun bir propagandanın ve bir dizi politik argümanın peşi sıra faşizmin kültürel varlığı içinde hapsolmuş birer “nesne”ye dönüşerek belki de soykırım gerçeğinin ve İkinci Dünya Savaşı’nın birçok suçunun aynı zamanda ortağı da olmuştur. Bu gerçeklik bugünün yeni post-truth çağı adına Trump, Le Pen gibi figürlerle maalesef süregitmektedir.

Edebiyatın Nazizm Ahvali

1933-1945 yılları arasında kültür yaşamını da belirleyen Nazizm’in özellikle eğitim ve pedagoji bağlamında çocuk edebiyatına dair yansımalarını da ele almak gerekiyor bu noktada. “Zehirli Mantar” isimli hikâye kitabı üzerinden Alman eğitiminde inşa edilen antisemitist mitlerin ortaya konulması ve inşa edilen mitlerin NSDAP’nin amaçlarına hizmet etmesi bunun tipik bir örneğidir. Zehirli Mantar hikâye kitabı içerisinde yer alan sekiz hikâyede yer alan görseller ve hikâyeyi özetleyen yazı kodlarını göstergebilim yöntemi kullanılarak irdelediğimizde kültürel yaşamı belirleyen lider kültünün çevresinde edebiyatın konumu bir anlamda Kafka’ya duyulan anti-semitik öfkeyle başlayan yazarın kitaplarının yok edilmesi girişimiyle karşımıza çıkar. Şu bilinmelidir ki Nazi propagandası Alman halkının hayatının her yerindedir bu dönemde. Alman halkı sokaklarda yürürken geleneksel Alman ailesini simgeleyen ve “Ein Volk, ein Reich, ein Führer! (Tek halk, tek imparatorluk, tek lider!)” sloganlı Hitler afişleri; Hitler’in gülerken, çocukların ellerini sıkarken veya milletin tezahüratlarını mahcup bir şekilde kabul ederken resmedildiği posterlerle sürekli karşılaşmak zorunda kalmıştır. Evlendiklerinde ise Hitler tarafından, “Kavgam” isimli kitabı hediye edilmiş Nazi eğitim sisteminde öğrencilere bireysellik yerine “Alles für Deutschland (Her şey Almanya için)” öğretisi dayatılmıştır.

Nazi döneminde, Martin Luther, Friedrich Ludwig Jahn, Johann Gottlieb Fichte ve August Heinrich Hoffmann von Fallersleben gibi önemli Alman yazar ve düşünürlerin Nazi ideolojilerini destekleyen bölümleri pasajlar halinde günlük propagandaya ve ders kitaplarına eklenerek ideolojik meşruiyet de inşa edilmeye çalışılmıştır. İlginç bir nokta da ders kitaplarında Martin Luther ve Yahudi halka karşı kundaklama ve cinayet olaylarına çağrı yapan şair ve düşünürlerin alıntıları yazınsal bir değer taşımasa da “milli kültür” olarak dayatılmıştır. Bunun en somut hali eğitim programına bu yıllar içinde Hitler’in görüşlerinin “milli politika” ve “ırk bilgisi” dersleri doğrultusunda yansıtılması olmuştur.

Der Giftpilz (Zehirli Mantar) adlı yapıt Ernst Hiemer tarafından yazılmış olup ilk kez 1938 yılında yayınlamıştır. Kitap çocuk edebiyatı türünde Almanca olarak 56 sayfa olarak yazılmıştır. Kitabı yayımlayan yayınevinin aynı yıllar içinde üç Nazi semitizmini savunan çocuk hikâye kitabı bastığını da dile getirmemiz uygun olacaktır. Kitaptaki her hikâye Nazi antisemitizmine yönelik kurgulanmıştır. Hikâyelerde çocukların Yahudilerle karşılaşabilecekleri durumlar anlatıldığı için konular kaynağını gerçek yaşamdan almaktadır. Hikâyeyi okuyan çocukların Yahudileri günlük hayatta tanıyıp onlara karşı uyanık olmaları amaçlanmaktadır. Hikâyeler de ana ileti Yahudi düşmanlığıdır. Yahudi düşmanlığı için Yahudilerin tanınması ve her şekilde kötülenmesi gerekmektedir kitaba göre. Doğrudan “Yahudiler düşmandır, saldırın!” demek yerine Yahudilerin her durumda kötü olduğu ve onları tanıyarak dışlanması gerektiği ayrıca bazı bölümlerde Yahudilerin öldürülmesi gerektiği sezdirilerek okuyucuya verilmektedir. Kolektif öğretinin çocuk edebiyatı adına dönemin yayımlanan birçok öykü kitabında okullarda genç beyinlere okutulmasının ana nedeni elbette antisemitizm, Alman milliyetçiliği, Alman millî bilincinin kazandırılması çerçevesinde görünürleşir.

Tüm bu değerlendirmeler ışığında yok edilen kütüphaneler, yakılan kitaplar, Ari ırkın üstünlüğü tezini savunan mitlerle faşizmin kültürel ve politik inşası dünyayı korkunç bir çatışma ve savaşın ortasında bir nice kıyımla baş başa bırakmıştır elbette. Bunu özellikle en iyi dile getiren Brecht’in faşizmin doğasına dair saptamaları tam da savaş karşıtı aydın tutumunu destekler niteliktedir.

Erinç BÜYÜKAŞIK

Önerilen makaleler

1 Yorum

  1. Tebrikler, kaleminize sağlık. SSCB de Stalin de edebiyeta ve sanatın her koluna önem vermiş. O da ajitasyon için tabii. Ama , biri Nazizm i , diğeri sosyalizmi yaymak ve korumak için. Edebiyat ın gücünü 2. Paylaşım Savaşı nda böylesine düşünmemiştim; teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar