Dönem Romanı Kavramı ve Gerçekçilik Işığında Faruk Demirel Romanları

İlk çağlardan bu yana, nesnel-öznel, gerçek-kurgu, algı-düşünce, yanılsama-hakikat gibi kavram çiftleri üzerinde epey bir arayış ve kafa karışıklığı yaşanmıştır. İnsan, toplumsal-bireysel gerçekliğini doğa temeli üzerinde kurabiliyor. Toplumlar da bu coğrafi, ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel etkenler çerçevesinde insanların iradi eylemleriyle şekilleniyor. Nesnellik ve iradilik, zorunluluk ve özgürlük, genellik ve görelilik, evrim ve devrim gibi kavramlar da böyle doğuyor. Sınıflara bölünmüş devletli toplumlarda yanılsama–manipülasyon ile hakikatin çarpıştığı başlıca alan, özellikle de değişim-dönüşüm dönemlerinde, bilinç ve duyarlılık alanı yani bilim, sanat, kültür ve ideoloji alanları oluyor.

Daha önceki ilksel örneklerine girmezsek, roman sanatının ortaya çıkışı konusunda kâğıt üretiminin ve matbaanın yaygınlaşmaya başladığı, kapitalist üretim biçiminin feodal biçim karşısında giderek güçlendiği 15. / 16. yüzyıl Avrupa’sına bakmamız gerekir. Bin yıllık feodal kültürün, devlet ve ekonomisinin gerilediği, sınıfların başka bir yaşam arayışına girdiği, bunun da Rönesans, Aydınlanma gibi hareketleri doğurduğu bir dönemdir bu. Daha bu doğuş döneminde bile roman sanatı, yeni bir sınıfsal pozisyona uygun biçimler gösterir: Bir yanda “yol romanı” da denilen Pikaresk romanlar, öte yanda Şövalye romanları veya Pastoral romanlar. “Şövalye romanları ve Pastoral romanlar soyluların istek ve özlemlerini dile getiriyordu. Pikaresk roman ise alt sınıfların sesidir. İkisini yan yana koyduğumuzda soyluların dünyası komik görünür bize. Şövalye romanlarındaki kahramanlar gerçek yaşamdan öyle uzaktır ki! Pikaresk romanlar ise gerçekleri okurun yüzüne çarpar (…) ben hırsızlık, dolandırıcılık yapıyorum (… ) koşullar böyle kaldıkça yapabileceğim başka bir şey yok!” demektedir. (1)

Önceki çağlarda zengin bir sözlü anlatı geleneği olan emekçi sınıfların sesinin yazılı edebiyata katılması açısından önemli bir gelişmedir bu. Kimi siyasi olaylara da değinildiğinden o dönemdeki birçok yazarı, başının derde gireceğini bildiğinden, isimsiz ya da mahlaslı kitaplar yayınlamaya da zorlar. Biçimsel açıdan roman kurgusu henüz rastgeledir. Ezilen sınıfların yaşamı, macera, entrika, mizah ve dramla karışık bir iç dökme ya da anlatma ihtiyacıyla “yazar yorulana kadar” anlatılırdı. Üslupta süslü-ağdalı anlatımlar sadece dalga geçmek içindi. Halk deyişleri, sözlü gelenekten fıkra ve hikâyeler, argo ve küfür bolca kullanılırdı.

“Pikaro” İspanyolcada maceracı, işsiz gezgin, serseri demektir. Bizdeki Keloğlan, (sözlü anlatılarda) zekâsını masal devleriyle, cinlerle, padişah, vezir ve dev analarıyla çarpıştırırken, Pikaro, (yazılı kültürde) parayı ve toprakları elinde bulunduran yani toplumu yasal yoldan dolandıran “üsttekileri” dolandırabilmek için onları sıkıca gözlemler ve açıklarını bulur. Her ikisinde de yoksul halkın bazı sorunları, özlemleri yansırken yaşanan ve yansıtılan kültürel düzlem oldukça farklıdır. 1554’te yayınlanan ve yazarı bilinmeyen “Tormesli Lazarillo” bu türün bilinen ilk örneği olarak anılmaktadır. “Düzenbaz Justina” (1605), “Uşak Marcos De Obregon’un Hayatı” (1618) gibi eserler, kısa zamanda Fransız, İngiliz ve Alman edebiyatında da yansımasını bulmuştur. İspanya’da Quvedo, Cervantes; İngiltere’de Lily, Greene, Nush gibi yazarlar Pikaresk romanlar kaleme almışlardır. Türün geç bir örneği 20. Yüzyılın başlarında Gürcü yazar Cavahişvili’nin “Madrabaz Kvaçi” adlı başarılı romanıdır.(2)

Bu romanların belki de en önemli yönü, gerçeğe uygunluğun temel bir ölçü olmasıdır. Sonraları, burjuvazinin ipleri ele alma süreciyle paralel olarak bu alanda da halk sanatçılarının yerini büyük oranda, mürekkep yalamış küçük burjuva kesimler alacaktır. Yine de bir kez doğmuş olan gerçekçi yaklaşım gelişmeye devam etmiştir. Toplumun değişim dönüşüm döneminin en önemli kazançlarından biri romanda, şiirde, sanatta kısaca kültürde gerçekçi bakış açısının boy vermesidir. İnsanlık binlerce yıllık idealist, dinci, gerici dönemde biriktirdiği bütün bilgi, duygu, özlem ve eylemlerinin sonunda dünyaya mistik hülyalı, cehaletten kamaşmış olarak değil “ayık gözlerle” bakmakla artık bir dönüm noktasındadır.

Ayağa kalkan gerçekçi yaklaşım, önceleri çürümüş feodal kültüre karşı savaş veriyordu. Ancak Aydınlanma Dönemi’nin o parlak aklın egemenliği söylevlerinin aslında burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığı, eşitliğin burjuva yasalar önündeki eşitlikten ibaret olduğu anlaşılınca, bu kez gözlerini kapitalist düzene çevirecek toplumsal yapıyı nesnel olarak yansıtan acımasızca teşhir eden tutumla eleştirel gerçekçiliğe doğru evrilecektir.

Bu uzunca tarihsel girişi yapmamızın nedeni yayıncı, Yazar Faruk Demirel’in kaleme aldığı ve bazen dönem romanı bazen tarihi roman da denen gerçekçi romanlarını belirli bir tarihsel güncel çerçeveye yerleştirme ve kısaca da olsa okura tanıtma gerekliliğidir.

Öncelikle, “dönem romanı” sözlerinden ne anlatılmaya çalışılıyor ona bakalım. Roman söz konusu olduğunda türleri ayırmanın güç ve biraz da anlamsız olduğunu, daha çok ticari kaygıyla yapıldığını düşünürüm. Polisiye, bilimkurgu, politik vb romanla yetinilmez ilk gençlik romanı, kadın romanı, tarihi roman vs diye birçok alt tür sıralanır. Akademisyen yazar Gürsel Aytaç da kendince  “çağ romanı” diye adlandırdığı bu yapıtlar hakkında şunu yazar:  “19. yüzyılda gerçekliğe gösterilen rağbete bağlı olarak ortaya çıkan bu roman çeşidi, objektif bir dönem görünümü vermeyi amaçlarken düşünsel bir analizi de beraberinde getirir.”(3)

  1. yüzyılda gerçekliğe gösterilen bu rağbet nereden gelmektedir? Önceki paragraflarda akademik olmayan bir dille anlatmaya çalışmıştık. Gerçekçilik, doğaya ve topluma bilimden ve bu dünyadan bakma zorunluluğunun, ihtiyacının kendini dayattığı bir dönemde, bunun sanatta somutlaşmış halidir. Yazar belki de ilk kez masa başından kalkar, soyluların, tüccar ve burjuvaların, işçi, zanaatkâr ve köylülerin arasına karışarak yazacakları konusunda bilgi-görgü edinmeye çalışır. Daha sonra bunları “gerçeğe bağlı kalan bir kurgu” disipliniyle yazar.

Belirli bir çağın belirli bir tarihsel aralığını parantezine alarak roman karakterleri, olaylar ve durumlar üzerinden sürecin gerçekçi bir tablosunu oluşturacak şekilde anlatan romanları dönem romanı diye adlandırmak ya da ayırt etmek sanırım mümkündür. “Babalar ve Oğullar”da Turgenyev,  Rusya’nın belirli bir tarihsel dönemini hem toplumsal-siyasal hem bireysel açmazlarıyla başarıyla resmeder. Balzac’tan Stendhal ve Dickens’a,  Gogol’dan Dostoyevski’ye, Çehov’dan Tolstoy’a dönemin birçok eleştirel-gerçekçisi, farklı farklı siyasal eğilimlere sahip olmalarına rağmen sanattaki ortak yönelimleriyle bugün bile klasikler başlığı altında okunabilen romanlar yazmışlardır. Marx, Balzac’ın  İnsanlık Komedyası başlığı altında topladığı romanlarından, sosyoloji adına, birçok sosyologun eserlerinden daha fazla şeyler öğrendiğini yazar.

 Faruk Demirel, gerek Maraş Maraş adlı romanında, gerekse diğer romanlarında benzer bir yolu izler. Bir belgeselci gibi yazacağı konu üzerinde araştırmalar yapar, köylere, şehirlere, kimi mekânlara gider. Yaşanmışlıkları not eder. Böylece Maraş Maraş romanında bir yandan soykırımcıların dernek-parti-hükümet-büyükelçi eksenindeki sorumlularını öte yandan eksikleri-fazlalıklarıyla katliam öncesi ve sonrası faşizme direnen, aralarındaki fraksiyon ayrımlarını boş verip can feda direnişleriyle halkın bir bölümünü örgütleyerek binlerce canı kurtaran bir avuç devrimciyi tanırız, görürüz, yaşarız. Kitapta, Yaklaşan tehlikeyi sezip gören bir devrimcinin kendi örgüt sorumlusundan nefsi müdafaa amaçlı silah istemesi ama bunun gereksiz bir kuruntu görülmesi çarpıcı bir ayrıntıdır. Sivil faşist terörün yalnız devrimci ve solcuları değil, aydın-demokrat ve ilericileri, Kürtleri ve Alevileri, kısaca kendinden olmayan herkesi hedef alması gerçeği karşısında, toprak ağası ve faşist partinin il başkanı olan aynı zamanda İngiliz gizli Servisi ile ilişkileri bulunan bir ülkücü faşist şefin cezalandırılması eylemi, elbette ki “Çorum katliamını tetikleyen bir provokasyon” olarak ele alınmamalı, katliamlara karşı öz savunma eylemlerinin halkın, devrimcilerin demokratik- meşru hakkı olduğu ortaya konmalıdır. Ancak roman genel itibari ile faşizme karşı her türlü direnişin yanındadır. Dönemin karakteristik özelliğini, sağ sol çatışması denen olgunun arkasındaki gerici faşist ve emperyalist odakların ittifakını başarıyla yansıtmaktadır. Romanın iki ana karakteri Sinan ve Ali’yle onların aileleri, köy ve kentteki çevreleri üzerinden olabildiğince geniş bir panorama sunulmaktadır. Alevi köylerinde geçirilen aylar boyunca o kültürün kimi canlı izlerini de vermektedir.

 Ve Ankara romanında ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbe dönemine götürür bizi yazar. Maraş Maraş’ın devamı niteliğindeki bu kitapta, örgütlerin hızla çözülüşü karşısında kaç–göç içindeki ailelerle kaçak durumuna düşmüş devrimcilerin, hapishanelerin durumu konu edilir. Direnmeyi seçen komünist devrimcilere ve yurtsever Kürtlere uygulanan “özel muameleye” dikkat çekilir. Kullanıldıktan sonra atılan ve ancak ondan sonra aklı birazcık başına gelmeye başlayan ülkücü faşistlerden bazıları ile 12 Eylül öncesine eleştirel gözle bakan bazı devrimcilerin iç hesaplaşmaları da yansıtılır. Burada da yine faşist propagandanın “sağ-sol çatışması, kardeş kavgası” söylemine dikkat çekmek isterim. 12 Eylül vahşetini yaşatanların propagandasına göre, dış mihrakların kışkırtması sonucunda ülkede sağ sol çatışması şeklinde bir kardeş kavgası vardı ve ordu iyi niyetle(!)  bu duruma müdahale etmek zorunda kalmıştı.

Oysa yıllarca önce, 12 Mart 1971 faşist darbesi ile birlikte, ordudaki emperyalizme bağımlı kurumlaşmanın tamamlandığı tahlilleri, ‘68 Kuşağı devrimcilerinin neredeyse ortak görüşüydü. Dolayısıyla 1969’daki Kanlı Pazar ve Taylan Özgür cinayeti gibi eylemlerin de ‘68 önderlerinin yargılı ve yargısız infaz ve katliamlara uğratılmasının da 1972 sonrasındaki sivil faşist terörle ilerici aydın, yazar, sendikacı, üniversiteli genç katliamlarının da birbiriyle bağlantılı olduğu hiçbir dikkatli gözden kaçmayacaktır. Yine aynı şekilde 1977 1 Mayıs Kitle Kırımı, 1978 Beyazıt, daha sonra Bahçelievler, Piyangotepe ve benzeri katliamları, 78 Maraş Soykırımı; Malatya, Sivas, Çorum katliamları ve girişimleri… Saymakla bitiremeyeceğimiz bütün bu gerici, faşist suçların üzeri “sağ sol çatışması, kardeş kavgası vardı” martavallarıyla örtülemez. Nitekim yazar, bu kitabında da darbecilerin emperyalist bağlantılarını teşhir etmektedir.

 

1974’ten itibaren devrimci saflarda dağınık da olsa, eksikleri-zaafları da olsa antifaşist mücadeleyi içtenlikle ve yiğitçe-dürüstçe veren, mahalleleri koruyan, işçi grevlerine, köylü direnişlerine desteğe koşan o devrimci kuşak, faşist örgütlerin satılmış katil süprüntüleriyle kardeş filan olamazdı. Kardeşlik, hakkaniyet, emekten yana adaletin olduğu bir zeminde yeşerebilir. Cebine konan kirli parayla hiç tanımadığı insanları katledip pavyona gidenlerle de iki rekât namaza duranlarla da kardeşlik olamazdı.

Kitapta, kontrgerillacı bir subay denetiminde cezaevinde uygulamaya konan “karıştır barıştır politikasından” da bahsedilir. Sinan’ın, daha önceden tanıdığı ülkücü şeflerin hapiste olanlarından biriyle konuşmaları ilginçtir. Burada doğrularla yanlışlar karışık bir şekilde ortaya serilir. Yine de şöyle bir paragrafı yadırgamamak elde değildir: “Sinan da benzer şeyler söylüyordu, demek ki diyalog eksikliği vardı, bundan da birileri yararlanıyordu. Herkes ülkesini seviyor, herkes kendince hizmet ediyordu, peki kim bunları birbirine kırdırıyordu?”

 Bunlar kitabın ana karakteri olan devrimci Sinan’ın aklından geçen düşünceler olarak yansıtılır. Doğrusu, evet, mahalle kahvelerini, işçi-grev çadırlarını taramak, bombalamak, kadın çocuk demeden kitle katliamlarına katılmak vs hep faşistlerin vatan sevgisinden(!) demek zorunda kalıyoruz. Sinan karakterinin yaşadığı bu kafa karışıklığına hayıflanıyoruz. Kuşkusuz ki onlarca, yüzlerce devrimci Sinan karakterinden çok daha bilinçli davranabilmiştir. Öte yandan, “ideal devrimci” beklentisi de bize metafizik geçmişimizin bir mirası, aslında. Ama yine de kitabın genel karakterinin ilerici, toplumcu bir bakışa yaslandığını, yazarın kendisine iletilen yapıcı, içten dost eleştirilere son derece duyarlı yaklaştığını belirtmek isterim. Kuşkusuz ki o dönemin yaşanmışlıkları ve bazı özellikleri bir değil birkaç kitaba bile zor sığar. Askeri diktatörlüğün ilk zamanlarından itibaren başlayan direniş ve çözülmeler, açlık grevi, ölüm orucu ve feda eylemleri, büyük altüst oluşlar vb. Yazar burada önceki kitaptaki karakterlerle kendini sınırlamış, en iyi bildiği konularda kalmayı tercih etmiştir.

 Almina-Bir Diktatörün Kızı, yazarın en başarılı eserlerinden biri bence. Bir Orta Asya eski Sovyet cumhuriyetindeki ilişki ağları üzerinden bölge gerçekleri canlandırılmaktadır. Devlet içi gruplaşmalar, komplolar, devletlerarası güç-entrika ilişkileri arasında, Almina karakterinin okul arkadaşı Cansu’nun aşkı için yollara düşmesiyle olaylar gelişir. Burada özellikle emperyalist odakların dünyanın birçok noktasında olduğu gibi eski Sovyet cumhuriyetleri içinde de oligarklara, mafyaya ve çeşitli gerici odaklara dayanarak ülke denetimini nasıl ele geçirmeye çalıştığı çarpıcı şekilde yansıtılır.

Cihat Uğruna romanında ise kullanışlı İŞİD’in dünyanın gözleri önünde yaptığı Ezidi soykırımı çerçevesinde, gerici faşist örgütlenmelerin ülke içindeki ve dışındaki yapıları, iktidarla ve emperyalist odaklarla ilişkileri, biri cihatçı biri ilerici bir gazeteci olan iki kardeş, Eşref ve Yalçın ile onların iş, aile çevreleri,  insan ilişkileri üzerinden çoğaltılarak anlatılır. Yazar romanda geçen mekânları gezmiş birçok yaşanmış hikâyeler biriktirerek eserini yazmıştır. Ön sözde şöyle yazar: “Bazı çevreler yakın dönem romanlarını önemsemese de ben aynı fikirde değilim. (…) Bu roman da henüz bitmeyen, sıcaklığı süren Irak, Suriye ve Türkiye üçgeninde geçen gerçeklere dayalı bir kurgudur. Cihatçı örgütlerin Musul işgalini, tarih boyunca 74. kez soykırıma uğrayan Ezidilerin Şengal katliamını işlemektedir. (…) Edebiyat, varlığını sürdürürken taraflı olmalıdır. Ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu çatışmaların sorgulanmasının yanında ayrıca sorunların çözümüne yardım etmelidir.” Bu açıklama, ayrıca yazarın sanat anlayışına da değinmektedir.

Tanktan Tomaya adlı kitabında ise Gezi direnişi dönemini torunuyla birlikte yaşayan ’78 devrimci kuşağından ilginç bir karakter üzerinden umutlu, neşeli, eleştirel ve üzüntülü sayfalar okuruz. Yunus ve 15 yaşındaki torunu Güney’in İstanbul’a, Gezi Parkı’na doğru yolculuğu dengeli, hoş bir anlatım ve kurguyla ilerler. Politika, etik ve estetiğin etkileşimleriyle geçmişten geleceğe, tarihselden güncele ilmekler atmanın önemi bu romanla görülebilir.

 Son romanı Duvarın Dibinde, bir devrimcinin yaşam öyküsünden yararlanılarak yazılmış. Devrimcilerin Fatsa ve çevresindeki etkinlikleri, ‘68 devrimci kuşağıyla ilişkileri, ardından 78’lere genişleyen, örgütsel sorunlar ve kişisel trajedilerle tartışmalar yaratan bir düzlemde ele alınmaktadır. Burada da yazar, kanser hastası bir eski devrimcinin uzun yıllar süren suskunluğu ardından anılarını anlatmaya ikna edilmesine dayanmaktadır. Kitap bir yandan gerçekliğe uygun bir kurguyla öte yandan adeta belgesel, sözlü tarih akışıyla ilerlemektedir.

Faruk Demirel kendine has üslup-kurgu-tarz yaratabilmiş bir yazar. Tüm bu kitaplar ilerici, toplumcu bakıştan benzer kurgu yöntemleriyle akıcı bir anlatı-üslup düzeyiyle yazılmıştır. Hazır reçeteler vermek yerine okuru daha çok araştırmaya, sorular sormaya teşvik etmektedir. Doğrusu ben elimde kurşun kalemle kimi cümlelere ünlem, yıldız, kimilerine soru işaretleri takarak okudum.

1954 Afyon—Sandıklı doğumlu Faruk Demirel, ’78 devrimci kuşağından. Romanları dışında öykü kitapları da var. Selçuk Eğitim Enstitüsü’nden siyasi sebeple atılmış. Yerel ve ulusal basında yirmi yılı aşkın gazetecilik yapmış, yazılarından dolayı hakkında yirmiden fazla dava açılmış bir can. Aynı zamanda edebiyat ve radyo yayıncılığı geçmişi olan, şimdilerde Devrimi Bekleyen Adam (Hasan Kıyafet)  adlı son kitabının sevincini paylaşan bu değerli yazara nice üretimler dileğiyle…

                                                                                                                           12 Eylül 2025, Süleyman Kuş

Notlar:

1—Yansıma Sosyalist Dergi-2005- M. Karaosmanoğlu

2—Madrabaz Kvaçi, Paris Yayınları, 2017

3– : AYTAÇ, Gürsel. Genel Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, İstanbul 2003.

Önerilen makaleler

1 Yorum

  1. Çok güzel bir yazı Süleyman can Faruk hocayı öve öve bitirememiş vallahi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar