Onlar Gavursa Biz Kimiz?

Kim bilebilirdi ki dağların kalbinden, bulutların göğsünden düşen bir damla su, binlerce hikâyenin kaynağı olacaktı. Annesi “Herkes kendi hikâyesiyle doğar,” dediğinde, bunun anlamını kavrayamayacak kadar küçüktü Asiye. Yerleşim yerlerinin insanlar gibi olduğunu, her birinin
geçmişin bir yankısı gibi kendi hikâyelerinin parçası olarak şekillendiğini zaman ona öğretecekti.

Rivayete göre; Demirhisar’ın Mandasuyu Deresi, yörede yaşayan mandalardan almıştı adını. Zamanla insanlar öbek öbek yerleşti çevresine. Şehrin ilk ve en renkli varoşu oldu. Ne var ki kanalizasyonu keşfedememiş, çoğunluğu göçle gelmiş ahâlinin tuvalet giderlerini zahmetsiz ve
masrafsız şekilde dere yatağına akıtmasıyla, adı boklu dereye çıkmıştı kısa zamanda. İsminden hoşnut olmasalar da o topraklar üzerinde yükselen yaşamlar, geride bıraktıkları hatıralarla büyümeye devam ediyordu. Burada yaşayanlar kendi geçmişlerinin izlerini silmeye çalışırken, şehir de kendi kimliğini arıyordu. Şehrin merkezi yerlerindeki mimari yapı, tarihin izleri dışarılara doğru küçük köylerden oluşan mahallelere karşı bir kavganın içindeydi. Ancak geçmişin gölgesi ne kadar silinse de bir şehrin ismi, o şehri kuranların, oraya yerleşenlerin, oradan uzaklaşanların kalbinde derin izleriyle taşınırdı hep.

“Ne çok değişmiş buralar,” dedi Asiye. Yıllar önce çamur deryasına bata çıka okula gittiği, şimdi çift şeritli otoyola dönüşmüş, iki yanı yüksek binalarla çevrilmiş yokuşu tırmanıp düze ulaştığında, yolun tam karşısında bulunan orta yaşlı bir çınarın gölgesindeki caminin bankına oturdu
soluklanmak için. Elli yıl önce kıyı şeridini boydan boya 45 model bir kamyonla katederek gelmişlerdi Demirhisar’a. Önünde yükselen caminin o zamanlar boş olan arsasına indirmişlerdi tüm yükü. Yol burada bitiyordu zira. Gün boyu incecik bir patikadan taşımışlardı köyden getirdikleri
kırık dökük birkaç eşyayı yeni yuvalarına.

Şimdi içinden bir yabancı gibi geçtiği o eski şehir, yıllar öncesinin toprak kokusunu, çam ağaçlarının, yaylalarının, hayvanların sesini korumuştu bağrında. Devasa binalar ve betona boğulan derelerden dayanışmanın kokusu yükselmeye devam ediyordu. Asiye bu kokuyu derin bir nefes alarak içine çekti, bir süre tuttu ve yavaşça bıraktı.

Yıllar geçmişti tepeleri kar ve sisle alaca beyaza boyanmış dağ eteklerindeki köylerinden kalkıp, alabalıkların yüzdüğü o cansuyu dereleri geride bırakıp, havasını fabrika canavarının, Mandasuyu Deresi’ni insanların kirlettiği Demirhisar’a gelişlerinin. Yüreklerindeki doğa sevgisi çok çabuk kaybolmuş ve sanki el ele vererek bu talana ortak olmuşlardı. Anne ve babalarının vefatlarının ardından beş kardeş ve çocukları, bu yıl dönümünü bir arada geçirmek için sözleşmişlerdi.

Dinlenmek için oturduğu çınarın altındaki bankta geçmişe gidip geliyordu. Şehrin bu yeni haline şaşkınlıkla bakıyordu. Gerçekle düş birbirine karışmıştı belleğinde. Çocukluğunun ilk yılları hariç hayatının her döneminde uyumakta zorlanırdı. Geceleri kurduğu hayâlleri gerçek sanır, gerçek rüyayla yer değiştirirdi çoğunlukla. Tüm yaşadıklarının bir rüya olduğunu, ancak rüyadan uyanamadığını sanırdı. Çatı katında farelerin cirit attığı, yarı ahşap yapıda yuvalanmış tahta kurularının her an etine saldırdığı, fabrika bacalarının öten düdüklerinin zaten tutmayan uykusunu hepten ulaşılmaz kıldığı gecelerde uyuyabilirse gördüğü rüyanın biteceğini, uyandığında köyünde olacağını düşler dururdu. Bu rüya hiçbir zaman gerçek olmadı. Ya da hiçbir gerçek bu rüyaya sığmadı. Bir zaman sonra teslim oldu içinde yaşadığı gerçeğe ve şehir hayatına.

Boyun ve boynuzlarına renkli ipliklerden süsler yaptığı, ailenin bir ferdi gibi ilişki kurduğu inekleri, her kış kuluçkaya yatırdıkları; hangisinin horoz hangisinin ferik olduğunu sabırla bekledikleri civcivleri, insanın içine garip bir özgürlük tutkusu yerleştiren derin yayla uçurumlarını, çam ormanlarını ve çam sakızlarını hatırladı oturduğu yerden. Ya babası! Eski kızgınlığı kalmamıştı babasına. Sadece yaşanan göç hikâyesine hayıflanır dururdu. Yüzünde bir gülümsemeyle, “Ah baba! Sırf biraz daha rahat yaşarız diye elinde ne var ne yoksa satıp çıktığın köyde petrol zenginleri, bir karış toprağa hayatında görmediğin serveti döküyor şimdi. Göç etmemiz fakirliğimizi sürdürmek içinmiş. Yoksa zengin olacakmışız mazallah. İyi ki görmedin bu günleri canım babam.” Sesli mi söyledim ben bunu şimdi, diye düşünmeye başladı. “İyi ki namaz vakti değil, kimsecikler yok ortalıkta,” dedi.

Yıllar sonra bile olsa geride bıraktıkları içini burkmuştu. Kentin yaşamına usul usul uymuş, her şeyi unutmuştu. Bir şey hariç. Onu hiçbir zaman unutmadı, unutamadı. Her geçen yıl büyüdükçe büyüdü; derin bir yaraya dönüştü. Yâre-i dil gibi. Köydeyken okula başlayana kadar, evde ise her daim konuştukları dil. İnsan rüyalarını hangi dilde görürse ana dili oydu. Geçen yıllara, değişen hayatına rağmen rüyalarını hâlâ o dilde görüyordu. İlkokul birinci sınıfı köyünde okumuştu. Kırık dökük Türkçesi oradan öğrendiği kadardı. Taşındıkları şehirde bozuk Türkçesi başına bela olmuştu. Sadece onun değil, sınıf arkadaşı Serdar’ın da. Serdar ortaokula başladığı yıl gelmişti Elâzığ’dan. Derdini anlatacak kadar bile Türkçe konuşamıyordu. Ama bir yolunu bulmuş, her fırsatta yanık sesiyle söylediği türkülerle çabuk kabul görürdü. Ancak bu uzun sürmezdi. Türkü bitince yine başlardı arkadaşlarının acımasız alaycı yaklaşımları. Serdar çok dayanamamıştı bu duruma. Okulun üçüncü yılında ortalıktan kaybolduğunda Asiye dâhil hiç kimse ondan haber alamamıştı bir daha.

Asiye okulda zorunlu olmadıkça konuşmamış, oyunlara girmemiş, arkadaş edinmemişti. Tek şansı öğretmeniydi. Emine öğretmen sadece dersleri için değil, arkadaşlarına katılmasını teşvik etmiş, sıkılmaması için elinden geleni yapmıştı. Yıllar sonra Emine öğretmenin, Balkan Savaşları’ndan önce Bosna’dan göçen bir ailenin kızı olduğunu öğrenmişti. Mahalleli yerine öğrencileriyle kaynaşmayı tercih etmesini sonradan anlamıştı böylece. Yüzyıl sonra bir kez daha patlayan Yugoslavya’yı paramparça eden o savaştan ve Srebrenitsa katliamından iki yıl sonra emekli olup ata topraklarına döndüğü söylentileri, onu biraz olsun rahatlatmış ve öğretmeninin kederinin son bulduğuna inanmıştı.

Öğle ezanı okunmaya başlarken yanından tek tük insanlar geçiyordu. Caminin bahçesinde epey insan toplanmıştı. Ne ara geçtiler, diye düşündü. Bankta epeyce oturduğunu böylece anlamış oldu. Kendini dilsiz bırakan, yıllar içinde yâre-i dile dönüşen o günü bir kez daha yaşadı insanların arasında.

Demirhisar’daki günlerinin üstünden bir hafta geçmişti. O gün daha bir neşeli gelmişti eve. Annesi, küçük kardeşi ve ağabeyleriyle yer sofrasında yemek yiyorlardı. Babası henüz gelmemişti. Birkaç gün sonra sekiz yaşına basacak bir kız çocuğunun ilgi beklentisi ve sevimliliği ile konuşmaya başlamıştı. Sahi birkaç gün sonra elli yedi yaşına girecekti Asiye. Yüzünde gülümseme oluştu.
“Anmalardan sonra bir güzellik olarak onu da kutlarız ailecek,” deyip geçmişe döndü yine.

“Anne biliyor musun, sınıfta bir arkadaşım var. O da şehirli. Hep burada yaşamışlar. Babası fırıncı. Hiç diğerlerine benzemiyor. Bana çok iyi davranıyor. Hep benimle oynuyor. Necati ismi. Bazıları ona Niko diyor. Niye iki adı var anlamadım. Bizim dilimizi de biliyor. Bizim gibi konuşuyor. Teneffüslerde konuşuyoruz.” dediği ânda, annesinin tokadı küçük yüzüne inmişti bile. Asiye neye uğradığını şaşırmış olsa da göz yaşlarını tutmuştu. Annesinin doğru yapacağı inancıyla anlam verememe karmaşasında herhangi bir sözcük çıkmadı ağzından. Sadece, “Ne dedim şimdi ben?” der gibi bakmıştı annesinin gözlerinin içine.

“Kes sesini. O bizim dilimizi değil, Rumca konuşuyor.” dediğinde annesine derdini anlatamadığını düşünerek son bir cesaretle, “Vallahi yok anne, aynı bizim gibi konuşuyor. Hem de çok güzel.” İkinci tokat daha şiddetli gelmişti narin yüzüne. Oturdukları yer sofrasından bir hışımla kalkan annesine başını kaldırıp bakakalmıştı. Annesi sert bir ifadeyle, “Beni iyi dinleyin! Bundan sonra evde de dışarıda da köydeyken konuştuğumuz dille ilgili tek bir söz ederseniz, bir cümle kurarsanız, keserim o dilinizi. Hele ki tanımadığınız biriyle. Onların hepsi gâvur. Bizi de herkes gâvur zannedecek.”

Bütün bu yaşanmışlıklar, şehrin kirli sularına karışmış, zamanla derinleşen bir hikâyeye dönüşmüştü. Her insan bir dilde büyür, bir kimlikte var olur. Asiye’nin içindeki kimlikler, yıllar sonra, yaşadığı acıların yüküyle daha da derinleşmişti. Oturduğu yerde yüzüne vuran bir serinlik hissetti. Her şeyi unuttuğunu düşünüyordu oysa. Ama şimdi yüzünden bedenine yayılan soğukluk gibi, yüreğinde büyüyen o eski yara, o gün yüzüne inen tokatla başlamıştı. Yâre-i dil’e, dil şikest eklenmişti. Kırılan bir gönül, yaraya dönüşmüştü. Dil yarası ve gönül yarası içinde sessizliği yaşamış ve rüyalarını görmeye devam ettiği dilde bir daha konuşmamıştı bugüne değin. Annesine belki de hayatında kurduğu en anlamlı cümleyi söylemiş ve susmuştu: Onlar gâvursa biz kimiz anne!

(MayaDergi On İki)

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar