Hizmetlerini birer uzman ya da memur olarak devlete ya da eğitmek ve eğlendirmek amacıyla topluma sunan entelektüel sınıfından farklı olarak “homme de lettre”ler her zaman hem devlet hem de toplumla mesafelerini korumaya çalışmışlardır. Maddi varoluşları çalışmadan edinilmiş bir gelire, düşünsel tavırları da siyasi ya da toplumsal yapının parçası olmayı kararlılıkla reddetmelerine dayanıyordu. Le Rochefoucauld’nun insan davranışı üzerine nefret dolu gözlemlerine, Montaigne’in dünyevi bilgeliğine, Pascal’ın düşüncesinin özlü keskinliğine, Montesquieu’nün siyasi düşüncelerindeki cüret ve açık fikirliliğe kaynaklık eden kibri işte bu ikili bağımsızlığa borçluydular.
(Hannah Arendt’ten aktaran Nurdan Gürbilek, “Sunuş”, Walter Benjamin: Son Bakışta Aşk,
Metis Yayınları, İstanbul, 1993, s. 23.)
Hilmi Yavuz’a dair bir yazıyı belki erteleyebilirdim. Fakat Yazarlar Sendikasının Hilmi Yavuz’a dair etkinlik yapması ve PEN’in Hilmi Yavuz’a ödül vermesi. Aydın ve entelektüellerde yaşanan bu yabancılaşmanın boyutunu göstermek anlamında önemli oldu. Bu aydınlarla nereye gidebiliriz ki?
Hilmi Yavuz’un okurken aydının kapitalizmle işbirliğini gördüğüm gibi aydın diye öne çıkanların sorununun sistem içi bir sorun olduğunu görüyorum. İcazet sistemle iyi geçinmeyle şekillenince ideoloji üretimi de daha baştan sakat doğar. Ülke aydının dramatik yapısı Hilmi Yavuz ile şekillenirken, Hilmi Yavuz gibi eleştiri de sistem içi olurken ve sistemle bütünleşen bir eleştirinin ortaya çıkması olağandır. Hilmi Yavuz’da eleştiri Türk İslam merkezli ideolojiyi şekillendirirken onunda seslendiği sınıf burjuvazinin avam yapısıdır. Burjuvazinin avam sınıfına seslenmesinin nedeni de kendine yüklediği aristokrat soy silsilesi ile ilgilidir. Buradaki aristokrasiye yönetme ve yönlendirme kabiliyetine sahip olmak ve soy silsilesine uygun ortaya konan yaşam tarzı ve mekanlarla şekillenir. Cumhuriyet bu soy silsilesinin vatandaş söylemiyle biraz ötelememiş gibidir. Osmanlı kökenli bu soy silsilesini yeniden dayatmak ve burjuvazinin avam sınıfında yeniden yer açmak bir çeşit avama yerleşmektir. Osmanlıdaki gibi ona göre yönetici sınıfın bir üyesi olmak onun için vazgeçilmez bir haktır. Bu aristokrat kültür icazet ve devlete hizmetle biçimlenir. Buradaki çelişki bu kapitalist sistemle hiç bir sorunu olmayanların aydın diye gösterilmesidir. Cumhuriyetle birlikte bir yandan toprak ağasına dayalı doku devam ederken yine yönetici aristokrat sınıfla belirli statükolarda işbirliği içinde devam etmiştir. Ülke aydınının bu trajik durumu aşılmadığı gibi çoğu aydın komünizm sorununa bir hayalet olarak bakmıştır. Bu yüzden ideoloji üretimi de bu hayaletle baş etmek üzerinden şekillenir. Kendini seçkin yere koyan bu aristokrat aydının kendini avamda görme ve avamda bulunma üzerinde şekillendirmiştir. Bu yüzden avamda olmakla komünizm hayaletiyle mücadele etmek birincil görevleri olmuştur. Böyle bir dünyada nitelikli bir aydının çıkmasına doğal olarak imkan olmaz.
Ülkemizde yaşanan tartışmalar ve bu tartışmalardaki kuruluk yavanlık bu sistemin devamlılığını sağlayan ve demokrasi ve faşizme karşı mücadele etmeyi rafa kaldırmış bu totoliter rejimin avamı olmak için çabalayan aydının etkisini görmemek imkansız gibi. Hilmi Yavuz’u bunların dışında tutarak değerlendirmek zor. Bu anlamda PEN’in Hilmi Yavuz’a ödül vermesi entelektüel adı ile yola çıkanların nasıl kapitalizmle ve bu despot yönetimle işbirliği içinde olduklarını göstermeli bize. PEN’in bu faşist iktidarla uzlaşma cabalarını anlayabiliriz. Çünkü son aşamada iktidarın bu faşist dokusunu örtmeye çalışan ve bu faşist yönetim biçimini demokrasi gibi algılayan ve algılatan bir yazar örgütü. Fakat burada önemli bunun dışına çıkmayı göze alamayan yoğun bir aydın kitlesinin olması. Mücadele edenlere sürekli cezalar kesildiği ve hapislere atıldığı günümüzde, PEN’in Hilmi Yavuz’a ödül vermesi nasıl büyük bir yabancılaşma içinde yaşadığını gösterir aydın ve entelektüel kesimin. Yine ilk ceza kesilecekler bu aydınımsılar tarafından bizim gibi gerçekliği ifade edenler olacaktır.
Hilmi Yavuz kendini bir birey ve aydın olarak göstermeye çalışırken onda şekillenen egoyu görürüz. Ben buradayım buradayım diye sürekli bir çocuksu kaprisle karşı karşıya kalırız. Bu garip durum onun bütün yazılarını sarar. Tuhaf bir bencilliğin şekillendiğini görürüz. Göndermeler veya çocukluğuna kaldığı şehirlere veya çalışma masasına bile büyük anlamlar yükleyerek söyleşiler yapması bu aydının yetersizliğini işaret etmekten o bencil kültürünü göstermekten başka işe yaramaz. Bu anlam yüklediği çoğu olguyu ya yanlış algılatır ya sistemle işbirliğine girmiş bir insanın ruh haliyle bırakır bizi. Bir türlü entelektüel olamamış ve kapitalizmle yaptığı işbirliğiyle bir entelektüel olamayacağını göremeyen bir insanın bir ruh halidir bu.
Bu sistemle anlaşma onda ve benzerlerinde otosansürü ve sistem içi uyumu birlikte getirirken düşüncenin amorf edilmesi ve parçalanması ile karşı karşıya kalırız. Eleştiri veya sanat ile aşma sistem içine bağlanmaya ve nesnellikten kopmayla şekillenir. Yazılarında ve şiirlerinde bu yarım kalmışlık veya yetersizlik bize ülke aydınının bulunduğu konumu gösterir.
Şimdi basit bir örnekle Hilmi Yavuz’un dünyasını gösterelim.
“Ludwig van Beethoven’in mükemmel bir biçimde kurulmuş müziğini dinlerken, hiç iyi ısınmayan dairesinin neye benzediğini gözünün önüne getiremez insan. Onu görmeye gidenler, bestecinin, düşünülebilecek en pis, leş kokulu, dağınık evde yaşadığından, ortalığın yemek artıkları, boşaltılmamış oturaklar, pis kıyafetlerden geçilmediğinden, iki piyanosunun toza ve kağıtlara gömülü olduğundan şikayet ederlerdi. Maestronun kendisi öyle paspal görünürdü ki bir keresinde sokak serserisi diye tutuklanmıştı. Hiç kimse Beethoven’in karmaşık sonatlarını ve asil piyano konçertolarını nasıl böyle bir domuz ahırında yarattığını sormaz. Hepimiz harika şeylerin, acayip koşullar altında oluşabileceğini, süreç ve ürünün farklı şeyler olduğunu, bu yüzden de yemeklerinden çok memnun olduğumuz bir lokantada nadiren mutfağı görmeye gittiğimizi biliriz.”(1)
Beethoven’in yoksulluğu ve dağınıklığı ile sanat üretimi arasında ilişki kurabilir miyiz? Bunun yanında avangrad sanat kendine öncü görevini verirken, dünya nimetlerini ret eden yerde dururlar. Sanat eseri ile maddi kazanç arasındaki ilişkiyi olumsuzlar. Sanat eserine maddi kazanç güdüsüyle bakmak eser üretimi ile araya şike koymaktır. Aynı zamanda saf sanat derken temel dayanakları daha çok nesnel gerçekliği amorf edecek her türlü ittifakta kaçmak. Bilakis toprak ağaları ve burjuvazi ile ittifakın dışında durarak özgür ve sorumluluk anlayışıyla kendini ifade edecek bir alan yaratmaya dayanır. Fakat bundan daha ötesi Kant, sanat eseri üretimi ile var olan bütün beklentileri sorumsuzluk olarak görür. Bu anlamda Hilmi Yavuz’a gelirsek o Kant’ın sanat anlayışına göre tam bir sorumsuzluk ahlaki ile yetişmiştir. Doğal olarak böyle bir sorumsuzluk ahlakı ile yetişen bu zatı muhteremin kendi soyundan gelen ve burjuvazinin avam sınıfı için yetiştirdiği oğluna kendi başkanı olduğu ödül komitesinde ödül vermesi kadar olağan bir durum olamaz.
Bu gün ilerici burjuva kültürünün bir yanını göstermesi acısından önemli olduğu gibi Beethoven, avama oynayan Hilmi Yavuz’un dünyasını göstermesi acısından önemlidir. Şimdi Hilmi Yavuz’un Faruk Şüyün ile yaptığı söyleşiye bakalım.
“Aslında küçük bir masada çalışıyordum” diyor Hilmi Yavuz, “gördüğün gibi küçük bir oda zaten. Fakat, küçük bir masada çalışmak bana pek uygun gelmedi, çünkü oldukça dağınık bir insanım. Masanın üzerinde birçok şeyin aynı anda olmasını isterim. O yüzden küçük masanın benim bu isteğime elverişli olmadığını görünce bir arkadaşımdan rica ettim, evinde kullanmadığı büyükçe bir masa varmış onu aldım, gördüğünüz o. Tam da istediğim elverişlilikte bir masa; büyük ve üzerine gözümün önünde olmasını istediğim birçok şeyi koyabiliyorum.”(…)
“öteden beri tüm yazılarımı dolmakalemle yazmak gibi bir alışkanlığım var. Dolmakalemsiz olamam. Her gün ceketimin sol iç cebine iki dolmakalem koymadan evden çıkmam, aksi durumda tedirgin olur; bir şey unuttum, mutlaka bir eksiğim var diye elimi sol cebime atarım ve orada kalemlerden birinin ya da ikisinin eksik olduğunu görünce eve döner, kalemlerimi alıp iç cebime yerleştirir ve yeniden yola çıkarım.”
Masanın büyükçe olduğunu söylüyor ama büyüklüğünün ne kadarı kafamızda pek netleşmiyor. Anlıyoruz ama üç dört masalık bir toplantı masası değil. iki metre civarında heybetli bir masa. Üzerine çok şeyi koyabileceği ama üzerine koyabileceği her şey onu motive etmeli. Demek ki masa dışsal etme olarak onu motive onun düşsel dünyasının zenginleşmesine yol açmalı. Masa kitapların ışında çok çeşitli estetik nesneler ve objeler onu güdülemeli. Söyleşi içinde dışarı da çıkarken cebinden dolma kalemleri eksik etmediğini söyler.
Bütün bunlar yazarla motivasyon arasındaki ilişkiyi göstermesi acısından önemli gibi gelebilir bize. Şimdi Beethoven gerçekten iyi bir müzisyen değil miydi? Veya Hilmi Yavuz bize ne demek istiyor. Bu tarz biçimsel durumların yazmaya ne etkisi olabilir. Etkisi varsa Beethoven neden böyle bir durumda üretimde bulunmadı. Misal yıllarca hapishanelerde üretim yapan yazarlar kendilerini motive edecek bu koşulları aradılar mı? Yoksa bir kalem ve kağıt yetiyor muydu onlara.
Burjuvazinin emrine girmiş yazar böyledir hele avama oynuyorsa. Kültürel olarak var olmak burjuvazinin hegemonyasıyla birlikte belirli nesnelere sahip olmak ve kültürü magazinleştirmek ve magazin olgusu olarak görmekle iç içedir. Hilmi Yavuz’a göre varlığını kültürel olarak ifade etmek bir şovdur. O da bir şovmendir. Üstelik iktidarda olmanın artılarını sunarak ve iktidarla birlikte olmaya teşvik eder bizi. Bu burjuva dünyasının yaşam tarzına öykünmemizi ister ve burjuvalaşmamız için cabalar. Ona göre bunun dışında başka bir yaşam mümkün değildir.
Biz buradan yaşam ile sanat arasındaki ilişkiyi veya söz ile eylem arasındaki ilişkiyi doğru göremezsek estetik nesne üretimiyle pratik yaşam arasındaki ilişkiyi de bütünlüğü içinde göremeyiz. Hele sınıf savaşımı ve pratik arasındaki ilişkiyi. Yannis Ritsos buna yakın bir şeyler der, “beceriksiz gelecekse size dizelerim/ bilin isterim/ gardiyanların süngülerinin önünde yazıldı”
Peki Hilmi Yavuz teori ile pratik arasındaki ilişkiyi neden amorf etmeye çalışır. Sadece bir masa kalem hikayesi değildir bu. Hilmi Yavuz kültürlü olmanın nedenini belirli bir semtte, şehirde yaşamakla iç içe görür. Fakat sadece bu değildir Cumhuriyetle birlikte şekillenen asriliğin(modernleşme demiyorum modernleşme bir yenileşmeyi taşır, asrilik ise yenileşme olsa da içinde bir kültürel devamcılığı) getirmiş olduğu sonuçtur bu. Avamın içinde olmak avamı devam ettirmektir bu. Burjuvazinin Osmanlıya bağlanmasını sağlamak için Osmanlı aristokrasinin devamlılığını savunmak ve bu aristokrat kültürün şekillendirdiği bir durumdur avamda olmak. Bu aristokrat kültür Yahya Kemal’le başlar. Ona göre Cumhuriyetin ve cumhuriyet burjuvazisinin gelip buluşacağı ve zorunlu olarak aristokrat kültürü yayacakları alan Osmanlı’nın yükselme dönemi kültürüne tekabül eden 16 ve 17. Yüzyıldır. Bu kültürel doku cumhuriyetle birleşmediği sürece genç cumhuriyetin devamlılığı olmaz. O zaman avamda olmak burjuvazi ile birlikte Osmanlı rantiyeci ve bürokratik dokusunun şekillendirdiği bu aristokrat kültürün yayan bir yerden hareket etmek birincil görevleri olur. Bu yönetici elitin (avam) içinde olmaktır. Kendini bir mülk sahibi ve yönetici elit olarak görmektir. Buradaki mülk anlayışı Osmanlının padişahlarıyla şekillenen mülk anlayışıdır.
“Öyle görünüyor ki, El-Eş’ari’nin insan fiillerinin Allah tarafından yaratıldığı, yani mahluk olduğu görüşü, İslam’ın özünde ‘cebri’ olduğuna ilişkin argümanın dayanaklarından en esaslısıdır.”(…) Gazalli’nin sistemi, İslam’la tam bir mutabakat sergiler. Doğadaki zorunsuzluk, İslam’daki eskatolojik ( ‘ahiretbilimsel’ ) zorunsuzlukla bütünleşir: Kimin zorunlu olarak Cennete, kimin zorunlu olarak Cehenneme gideceği, insanın fiillerine bakılarak kesin bir tahmine bağlanamaz. Allah, Doğa’da nasıl dilediğinde ateşin pamuğu tutuşturmasına imkan vermiyorsa, Ahirette de, mesela ehl-i takvadan olmayan birinin Cennete girmesine imkan verebilir.”(…) Burada öne süreceğim hipotez şudur: Felasife için problem, Vahiy ile Akıl arasındadır; Kelamcılar içinse, Doğa ile Akıl arasında … Felasife ile Kelamcılar arasındaki çekişme, onların aslında bu iki ayrı problemi sanki bir tek problem (Vahiy/Akıl problemi) gibi görmüş, iki ayrı problemi bir tek problem gibi tartışmış olmalarındandır …”
Hilmi Yavuz’un Düşün Yazıları’ndan aldığım bu kısa alıntılarda anlatmak istediğim Hilmi Yavuz’un olguları nedenselliklerinden kopartarak değerlendirmeleridir. Misal ilk önermede El_Eş’ari’den bahseder ama El- Eşari’nin kuramının veya kuramlarının nasıl bir toplumsallığı karşıladığı nasıl bir sınıfsal zemini işaret ettiği veya geçmişten gelen bir siyasal oluşumun devamlılığından hiç bahsedilmez. Sosyolojik ve ekonomi politik veya psikolojik değerlendirmeler dışarıda tutulur. Gazalli’nin ahiret anlayışı ve tartışması da bu anlamda ayakları hava da bir tartışmadadır. Gazalli neden böyle bir sav ortaya atmıştır ve hangi sınıfın sözcüsüdür bu anlamda. Gazalli’nin karşısında olanlar bir toplumsal dokuyu işaret etmez mi? Kelam ve felsefe tartışması nedenselliklerden kopartılmış kuramın kendi içindeki tartışmalara dönüşür. Kişi ve toplumsal aidiyet diye bir durumdan bahsedebilmemizin imkanı ortadan kalkar. Felsefe olduğu için felsefe tartışıyordur. Yani felsefe için felsefe veya saf felsefe. Hilmi Yavuz birilerinin toplumsal sorunu olduğu için felsefede belirli bir argümanlar öne sürerek tartıştıklarını hiç düşünmez. Felsefe ve düşüncenin merkez alınması, bütün maddi olguların yok edilmesine dayanır. Böylece hayattan kopuk önermeler yığınıyla karşı karşıya kalırız. Tam anlamıyla idealizm ve idealist felsefe budur. Maddi dünyanın reddine insanların konumlandığı toplumsallıkların reddine dayanır.
Şimdi bu soruna daha geniş bakabiliriz. Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam kitabında, modernleşme ile ortaya çıkan Türkiye’yi tartışır. Şimdi bu kavramın üçü de, sınıflı toplumlarla biçimlenen kültürel alanların olgularıdır. Biz oryantalizmi, İslam’ı, Modernleşmeyi toplumsal yapının kendisi olarak göremeyiz. Bunlar feodal toplumla, kapitalizmle çıkan ortaya çıkan sonuçlardır. Maddi dünya üretim ilişkileri ve bu üretim ilişkileriyle şekillenen üretim biçimlerinin yansılarıdır. Yani modernizm var diye kapitalizm oluşmadı. Din var diye feodal toplum oluşmadı. Feodal toplum olduğu için o din ona göre şekillendi. İdealist düşünce bizimle, sonuçları tartışır. Nedenleri tartışmaz. İdealist düşünce, düşünceden kalkış yapar. Ortada bir sonuç vardır, bu sonucu tartışır. O sonucun kendisi olan kapitalizmi, feodalizmi tartışmaz bizimle. Düşüncenin idealize edilerek nesnellikten kopartılmasıdır bu.
Şimdi Hilmi Yavuz, şöyle diyor. “Abdullah Laroi Tarihselcilik ve Gelenek’te, fikirleri hiç de yabana atılamayacak bir Oryantalistin, Gustave E.Von Grunebaum’un bu konudaki görüşlerini aktarıyor, -şöyle: ‘Von Grunebaum’un milliyetçiliği, kültürel etkileşmeye, Batılılaşmaya ve Müslümanların kendilerini yorumlama tarzlarına tahsis ettiği birçok eserin hepsinin özeti şudur: Bugünkü İslam Batı’yı reddeder, çünkü temel gayesine bağlı kalır; ama kendini Batılı görüş açısından yeniden yorumlamadıkça ve Batı’nın insan tasarımını ve Hakikat tanımını ( vurgu bana ait, H.Y.) kabul etmedikçe Modernleşme olarak gerçekleşemez. ‘
Oryantalizmin temeldeki dayanaklarından en kıyıcı ve en hoşgörüsüz alanıyla karşı karşıyayız burada: Avrupalılaşma ya da Modernleşmen in bir Hakikat projesi olarak sunulması ve bu sunuluşun bir dayatma biçiminde olması. .. Avrupa şunu her zaman açık ya da örtük olarak ima etmiştir: Bizim Hakikatimizi kabul edersin, aksi halde bizden biri olamazsın! . .
Elbette görebilmek gerekli: Oryantalist zihniyetin bu dayatmasının içermeleri çok daha vahimdir. Şundan dolayı: Hakikat projesi, bir Kimlik projesidir çünkü; -Hakikat’le Kimlik arasında birebir bir karşılıklılık ( mütekabiliyet) ilişkisi vardır. Bu, elbette, Kimlik’in kendi Hakikatiyle tarif edildiği anlamına geliyor. Oryantalizmin gayesi bellidir: Avrupa kültürünün dışında kalan kimliklerin kendilerine ait hakikatlerini kabul etmek yerine, onlara kendi Hakikat’ini dayatmak, dolayısıyla da, onların kimliğini silmek !”
Tipik bir idealist mantık. Sorunu nedenselliklerinden ve bütünlüklü ilişkilerinden kopartarak tartışmaktır bu. Başat sorun Hristiyan dünyası, İslam dünyası tartışması değildir. Bu sömürgeciliği tartışmakla ilgilidir. Kapitalizm üretim fazlası oluşan metayı dışarı atmak zorundadır ve sömürgelerin alt yapı ve üst yapısını ele geçirmeye çalışır. Bu metaya dolaşım alanı yaratmak için zorunluluğudur. Sömürmese var olamaz. Hristiyan olduğu için var olmuyor veya Hristiyan olduğu için emperyalizm alanına geçmiyor. Ticaret sermayesiyle, banka sermayesini birleştirdiği için geçiyor. Hilmi Yavuz asıl olanı görmek istemiyor. İkincil olanı gözümüze dayıyor.
Kimlik sorunu ise yine üretimle ilgili bir sorundur. Üretimin genişlemesi, uzmanlaşmanın artması ve rekabet ortamıyla şekillenir. Bundan kopartamazsınız kimliği. Ulusu veya dini kapalı değişmez statik bir alan olarak görüyor Hilmi Yavuz. Kapitalizm ve emperyalizm buna uygun üretim biçimsel değişimlerini görmeden. Sınıf çatışkılarının yerine, din çatışmalarını koyuyor.
Şimdi bazı kişiler vardır. Kendini kendisi olarak görmez. Kendini bir proje bir oyun içinde görür. Aslında bu Huizinga’nın anlatmak istediği oyun kuramı içinde vardır. İnsan doğanın içinden hayvandan insana doğru dönüşürken dünyayı idealize ederek algıladığı için dış dünyayı da bir dekor teatral alan olarak algılar. İlkel beynin mistitize ettiği alan içinde algısı da idealist olur. Bu dünyada nesnenin kendisi olmaz. Nesnenin ruhu olur. Nesnenin cini olur. Bu algı ilkel insanda dış dünyanın bir tiyatro, oyun olarak görmesini sağlar. Kendi varlığı, kendisi olarak kendisi olmaz. O tiyatronun veya oyunun içinde kalınan bir parçaya dönüşür. Hakikatın yitimi ile oyun arasında böyle bir ilişki vardır. Bu dünyada insan maddi olarak varlığını hissedemez. O tiyatronun içinde veya satranç tahtasında bir görev ifa ediyordur.
Bu çelişki materyalizm ile idealizm arasındaki çelişkidir. Bu çelişki sahici olmakla, bir oyunun içinde olmak arasındaki çelişkidir. Yaşam sahicidir, nesnel dünya vardır ve bizi değiştirip dönüştürür. Ortada bir oyun yoktur, hakikat vardır. İdealizm hakikata inanmaz, yabancılaşma süreçleriyle ortaya çıkan oyuna inanır. Öznenin yitimi ve yabancılaşmasının hikayesidir bu.
Bu kişiler oyunda güçler dengesine göre kendine bir yer seçer ve o yerin yaratmış olduğu veya yaratması gereken algıya, imaja göre hareket eder. İktidarlar bu kişileri o algılarına uygun olarak yabancılaşarak yaratılmış o alanda kullanır. İşin tuhaf tarafı bize bunlar iktidarlar tarafından veya onlar kendilerini bize özne olarak sunarlar. Bu simülasyonun yoğun yaşandığı alanlarda hakikat duygusunun yitimi sağlanır ve idealizm genelleşir.
Bu hikayenin berbat yanı oyun olan bize hakikat diye sunulur.
Hilmi Yavuz’un şiiri de bu anlamda saf şiir anlayıştan hareket eder. Şiirin varlığı şiir içindir. İmge ve söz toplumsallıktan ve nedensellikten kopar bir aidiyeti işaret etmez. Sadece var olan kavramın içlem ve kaplamını işaret eder. Hegel’in mutlak aklı, (saf düşünce) daha çok evrenden önce var olduğuna inandığı mantık, matematik ve geometridir. Bunlar sanki sonsuz boşlukta, tanrı varlığının kendisi veya kanıtıdır. Özgürleşmek bu mutlak aklın yasalarına dahil olmaktır. Platon’un idea’sı daha çok kavramın kendisini işaret ederken. Yanında destek olarak matematik, müzik, geometri varken Hegel bunları evrenin varlığının öncesinde koyarak evreni mutlak akla, saf, eylemden kopuk bir düşünce olarak ortaya kor. Böylece ondaki tersine dönmüş diyalektik eylem halinde insanın mutlak akla yaklaşmasıyla şekillenir. Bu anlamda maddi dünyayı belirleyen insanda içkin olan yasalar (mutlak akıl yasaları) belirler. Özgürleşme bu mutlak aklı yasalarının icselleştirilmesidir.
Feurbach’ın büyük darbesi, bütün bu yasaların, (mutlak akıl) bir zırvalıktan ibaret olduğunu söylemesiyle başlar. Hiç bir olguya ondan önce bir yasalar zinciri varlığıyla bakılamaz. Bu her şeyi mistikleştirme ve gerçek nedenlerinden kopartmadı. Bir tek gerçek vardır hiç bir tanrısal yaratımın dayatılmayacağı olgulardır doğa ve insan. Hilmi Yavuz için tek gerçek Platon gibi sadece ideadır.
İdea ise her şeyi ilinekler ve bağıntılardan kopartarak öz arayışında olmaktır.
Göndermeler üzerinden yapılan her sanat yapıtı bulanıklığı ve anlaşılmazlığı içinde taşır. Gönderme yapılan eserlerin ruhunu yakalamak adına yapılan bu üretim eseri formüller ve zikzaklı yollar içinde boğar. Hele eser bu göndermelerle iyice kaplanmışsa çıkışı olmayan bir yola sokar ve edebiyattan uzaklaşmamızı sağlar. Özgünlük aşmayı içinde taşır. Eskilerin deyişiyle bin şiir ezberle binide unut. O unuttuğun binden sonrası senin şiirindir. Bu durumda gönderme yapmana gerek kalmaz özgün şiir şekillenmiş olur. Bu zaten geçmişin ruhunu içinde taşır.
Bunu deme nedenin Hilmi Yavuz’un şiirinden dolayıdır. Hilmi Yavuz’un şiiri göndermelerle şekillenen şiirdir. Bu yüzden özgün olamamış ham şiirlerdir. Alımlayıcı için bilemeyeceği bulmacaları çözmeye gayret etmektir. Bulmaca meraklıları için albenisi olabilir ama edebiyatı bir insan araştırması olarak görenler için gereksiz bir uğraş. Sonra edebiyat ile tarih irdelenmez geçmişteki insan günümüze getirilerek işlenir. Geçmişin dar kapısında kalınmaz. Hilmi Yavuz sanat eylemini bir öz arayışı olarak görür. Daha ilk baştan Yahya Kemal’in çizgisinde hareket eder. Öz arayışı onun idealist felsefeyle buluşmasıdır. Böylece tercihini saf sanat anlayışıyla ortaya kor. Onun aradığı öz ise divan edebiyatı ve divan edebiyatının yarattığı ruhsallıktır. Yahya Kemal’de rind olgusu onda melankoli veya hüzün olarak şekillenir. Şiiri bu özün yeniden üretimine dayanır. Bu düşünce ise daha çok Yahya Kemal’e dayanır. Yahya Kemal’de bu şiir ve düşünce daha belirginken Hilmi Yavuz’da daha bulanık ve zikzaklıdır.