Candan Heykeller

Gurbetçi, bir bahar sabahı memleketine uçtu. Havaalanında iner inmez memleket havasını içine çekti. Ölü toprağı kokuyordu.

Havaalanından dışarı çıkacakken bir grup akrabasının kendisini karşılamaya geldiğini fark etti. Onlara görünmemek için bir köşeye saklandı. Sırt çantasından pamuk bezlere sardığı fotoğraf makinesini çıkardı. Objektifi, enstantaneyi, diyaframı ayarladı. Akrabalarının fotoğrafını çekti. Sabah ışığı ne güzel aydınlatıyordu yüzlerini. Yaşadığı görece özgürlükçü Avrupa ülkesinde kapitalizmin biricikleştirmesine kanan yalnız insanlara zıt komün hayatı yaşayan akrabalarını çok özlemişti.

Fotoğraf makinesini özenle çantasına yerleştirdi. Akrabalarına doğru koşar adım ilerledi. Hasretle sarıldı hepsine. Yeni tanıştığı bebek akrabasını kucaklayıp öptü. Nihayet baharın taze yaprak ve çiçek kokularını duyumsamaya başlamıştı. İki arabayla gelen akrabalarının arasına karışıp düğün konvoyu havasında yol aldı.

Teyzesinin evine giden Gurbetçi, bu eski evin çocukluğundan kalma taş kokusuna karışan kan kokusunu duyunca içi bulandı. Oysa kahvaltı sofrası onun şerefine donatılmıştı tavşan kanı çay eşliğinde. Kalabalık sofraya oturunca kan kokusu dağıldı. Hâl hatır soruldu, işten güçten bahsedildi. Avrupalı bir haber ajansında fotoğrafçı olarak çalıştığını bilen akrabaları ha bire fotoğraf çektirmek istediler. Hiçbirini kırmadı. Tek tek ve topluca fotoğraflarını çekip cep telefonlarına gönderdi. Çektiği fotoğraflar, onlara getirdiği diğer hediyelerden daha makbule geçmişti.

Akşama kadar ziyaretine gelenlerle haşır neşir oldu. Yıllar önceki çocuklar genç, orta yaşlılar yaşlı, yaşlılar daha da yaşlı olmuştu. Ölenleri mezarlarında ziyaret edip ruhlarının fotoğrafını çekti.

Teyzesinin evinde, yaşıtı ve en samimi olduğu kuzeniyle aynı odada yatmak için hazırlanırken çocukluk günlerini andılar iç geçirerek. Gurbetçi, anne babasının can pazarından kurtulmak için Avrupa’ya zorunlu göçünü, onlara kavuşmak için boynu bükük çocukluğunun günlerini saydığı dönemde teyzesinin ve kuzeninin kendisini sarıp sarmalayışlarını, gözlerindeki minnet nemiyle hatırladı. O sırada yağmurun sesini duydu. Sonra kayıp bir uykuya daldı.

Ertesi gün iki kuzeniyle onlardan birinin cipine atlayarak daha yeni ziyaret yasağı kalkmış dağlara ve dağların üstündeki irili ufaklı göllere gitmek için yola çıktılar. Dağların eteklerinde cipi park edip zirvelere tırmandılar. İşi gereği toplumsal olayları fotoğraflayan Gurbetçi, bu defa muhteşem manzara fotoğrafları çekti bolca. Gökyüzünün açık mavisi göllerdeki su bitkileri ve taş, kaya, toprak zeminle mavi yeşil bir renk alıyor, kıyısındaki kır çiçekleri rengârenk ebruluyordu gölü. Dağ havası, manzarayla birlikte başını döndürüyordu.

Üç kuzen, çocukken yaptıkları gibi toprağa uzanıp gökyüzünü izlediler gökteki kuşların, gölün derinden gelen şarkısını dinleyerek. Gurbetçi sıkışmıştı. Tam da sırasıydı, diye söylenerek kalktı. Kuzenlerine, hacetini görüp geleceğini söyledi. Dağın eteğine doğru ilerleyip işeyecek bir kaya dibi aradı. Buldu. Çömelip rahatlarken bir yandan etrafı inceliyordu. Az ilerisinde hiç de doğal görünmeyen bir kaya parçası fark etti. Yaklaştı. Etrafında yüz seksen derece döndü çünkü kaya parçası daha büyük bir kayaya dayalıydı. Bir daha döndüğünde kaya parçasının bir mağara girişini kapattığı düşüncesine kapıldı. Burnuna fotoğraflık bir şeylerin kokusu geliyordu. Dayanılmaz merak duygusu dört döndürüyordu onu. Ellerini kaya kapıya uzatıp “Açıl susam açıl!” dedi çocukken okuduğu masaldan esinlenerek. Açılmadı. Kaya kapının sağ dibinde bir kabarıklık fark etti. Dün gece yağan yağmur toprağı yumuşatmıştı. Çömelip kabarık yüzeyi elleriyle kazıdı. Bankalardaki kadar büyük klasik çelik kasa şifresi mekanizmasını görünce çığlık atmamak için dudağını ısırdı.

Birkaç kez şifreyi çözmek için mekanizmayı hareket ettirdi. Olmadı. Bir süre gökyüzüne bakıp düşündü. Birden aklına buralardaki katliam yılı geldi. Mekanizmayı bu yıla göre hareket ettirdi. Kaya kapı hafif bir gürültüyle yana kaydı. Bir düşteymiş hissine kapıldı, öylece durdu bir süre. Sonra heyecan, merak ve korkuyla gelen titremesine engel olamadan girdi mağaraya. İlerledikçe karanlık basıyordu. Dağ başında çekmese de fener özelliği için cep telefonunu kullandı. Arada bir durup kulak kesiliyordu. Birkaç kertenkele ve böcek hışırtısından başka ses duymadı. Eğer mağaranın tek girişi varsa büyük vahşi hayvanlar giremezler, diye mantık yürütüyordu. Yedi yüz metre kadar ilerlemişti ki mağaranın gittikçe genişlediğini fark etti. Dört yüz metre sonra iki yüz metrekare civarında bir alanla karşılaştı. Buraya insan eli değmiş gibiydi.

Alanın içinde ilerleyince kıpırtısızca duran insan silüetleri gördü. Yerinde dondu. Titremesi arttı. Acaba heykeller mi, hemen buradan gitsem mi, neyin içine düştüm, diye düşünüyordu. Geri döndü, bir adım attı, donup kaldı yine. Düşüncelerinin hızı başını döndürüyordu. Sarsıldı sonra silkindi, korkuyu atmaya çalıştı üzerinden. Döndü, silüetlere doğru ilerledi. Bir metrelik bir platformun üzerinde duran ilk silüete feneri tuttu. Basbayağı insandı. Kırk yaşlarında, karayağız, pos bıyıklı bir adam donmuş gözlerle ona bakıyordu. İki metre ötedeki platformun üstünde hayatının baharında donmuş ince uzun bir genç kızın kara elmas gözleri beynine çakıldı. Onun yanında on yaşlarında, kocaman mavi gözlü bir kız çocuğu vardı. İlerledikçe kadın erkek, genç yaşlı, çocuk kırk kadar donmuş insanın sırra kadem basmış bedenlerini, havada asılı kalmış ruhlarının gölgesinde izledi. Onlara dokunmaya korkuyordu. Balmumu heykel olabilirler mi, diye düşündü. Eğer öylelerse bunları yapan, dünyanın en iyi ustasıydı ve niçin buraya gömmüştü? Nedense aklına Amerika’daki bir çiftlikte, ürpererek gördüğü doldurulmuş hayvan başları geldi.

Gurbetçi karmakarışık olmuş kafasını duvara çevirdi soluklanmak için. Çerçeveli bir fotoğraf gördü. Mağaranın diğer duvarlarını gözleriyle taradı. Daha çok fotoğraf gördü. Feneri yaklaştırıp fotoğraflara baktı. Hepsinin baş aktörü diktatördü. Diğerleri değişik ülkelerin diktatörleriydi. Fotoğrafların mekânı bu mağaraydı. Donmuş insanlarla beraber gururlu bir gülümsemeyle poz vermişlerdi.

Gurbetçi, beynine çakılan şimşekle soluksuz kalıp yere kapaklandı. Gözyaşları mağaranın tozuna karıştı. Hayatının en onulmaz ânıydı. Yerde ne kadar öldüğünü bilemeden bekledi. Sonunda güçlükle ayağa kalkıp içgüdüsel olarak yanında getirdiği fotoğraf makinesini titreyen elleriyle ayarlamaya çalıştı. Makinenin harici flaşını taktı. Titrek ellerle çekeceği fotoğraflardan hayır gelmeyeceğini bildiği için makineyi orada bulduğu üç ayak üzerine sabitledi. Önce toplu halde sonra tek tek donmuş insanları bir daha dondurdu. Deklanşöre her basışında nefesini tutuyordu. Duvardaki fotoğrafların da fotoğraflarını çekti. Makinesini kapatıp sarsıla sarsıla dışarı çıktı. Kaya kapıyı şifreyle kapatıp şifre mekanizmasının üstünü toprakla örttü.

Onu bulmak için etrafta dolanan kuzenlerinin yanına gittiğinde onların hortlak görmüş bakışlarını fark edince kayalıklar arasında kaybolduğunu, epey dolandıktan sonra gittiği yönü bulabildiğini söyledi. Kuzenleri ona su içirip koluna girdiler. Dağdan aşağı inip cipe bindiklerinde Gurbetçi kâbusun etkisiyle kara kara etrafına bakıyor ama görmüyordu. Derken cip yavaşladı. “Askerler”, dedi kuzenin biri, “Çevirme var!” Gurbetçi, bunu duyar duymaz fotoğraf makinesini karnına bağlayıp üstüne pamuklu bezleri sararak köşelerini yumuşattı, yağmurluğunun önünü kapattı. Kuzenlerine bir şey söylemeye hâli yoktu, zaten bu yasaklı coğrafyada söylemesine gerek de yoktu.

Askerler cipi durdurup Gurbetçi ve kuzenlerini dışarı çağırdı. Kimlik kontrolü yapılırken pasaportunu ve yüzünü inceden inceye süzen askerin karşısında Gurbetçi, karnında çocuğu olsa düşürürdü. Askerler sonunda gitmelerine izin verdiklerinde tekrar cipe binip yola koyuldular.  Teyzesinin evine yaklaştıklarında kâbustan sonra uykuyu kaybeden Gurbetçinin gözleri kapandı.

Nuray KARADAĞ

(MayaDergi On İki)

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar