A. Rahim Kılıç’ın ardından “Gideni Susarak Gönder”

Loading

Rahim Kılıç, “doğmak ve doğu hep ölüme gebe” demişti bir dizesinde. Genç sayılabilecek bir yaşta, aramızdan ayrılan bir dost için, yeni çıkan kendinin göremediği kitabının üzerine ardından bir şeyler söylemek, düşüncelerimi yazıp paylaşmak ne kadar acı verse de bunu yapmanın öncelikle bana düşen bir görev, şiir kardeşime, eski bir dosta vefa borcu olduğunu düşünüyorum.

Çünkü, benim şimdiye kadar çıkan kitaplarımın gerek basım aşamasında gerekse yayımlandıktan sonraki tanıtım süreçlerinde o, sonsuz özverisiyle hep yanımda olmuş, hep desteğini sunmaktan çekinmemiştir. Kitaplarımdaki şiirlerin belirlenmesi, düzeltilmesi, kitap ismi önerileriyle şiir yolculuğumda hep yanı başımda varlığını hissettirmiştir. Ne üzücü rastlantıdır ki son kitabımın adını; Vedadır Belki’yi içindeki şiir başlıklarından yola çıkarak öneren odur. İsmin bazılarınca yanlış anlaşılabileceğini belirtmeme rağmen önerisinde ısrarcı olmuştu.

Kitabını görüp eline alamadan onu sonsuzluğa uğurladığımız günlerin ardından, artık onun kalbinin derinliklerindeki umutları, hayal kırıklıkları ve aşklarıyla yaşanmışlıklarının dışavurumu kitabı/ kitapları başta şiir severlere, hepimize, dostlarına birer emanet olarak kalacak.

O, hem ana diliyle hem de uzun yıllardır, özellikle tekçi anlayışın dayattığı asimilasyonun bir parçası olarak ilişkilendiği bir dille de bu dünyaya seslenmek, düşlerine küçücük de olsa bir yer açmak istedi. Bu yüzden yazdıkları, özgünlüğüyle her iki dilin zengin olanaklarını kullanabilme becerisinin yansımaları olarak kalacaktır insanlığa.

A. Rahim Kılıç’ın bizlere emanet bıraktığı “Gideni Susarak Gönder”dosyasının geçmişi, kitaplaşmadan önceki hali hakkında, önceden bilgim vardı. Belki yayınevinin yoğun takviminden olacak, dosyanın değerlendirilme sürecinin uzaması yüzünden heyecanını bastıramadığı hayıflanmalarına sıkça şahit oldum. Önceki kitaplarına göre farklı bir çizgide olacağını daha geniş kitlelere ulaşabileceği beklentisini, özlemini hep ifade ediyordu. Zaten hepimizin beklentisi, şiirlerimizin bir gün gerçek okurlarına lakıyla kavuşması değil midir?

Dizelerinde ilk başta göze çarpan “ölüm” duygusunun yoğunluğu, okuyucuya şiirlerin, şairin hastalık sürecine ait yaşadığı içsel kırılmaların, sanrıların derin izlerini taşıdığını düşündürtebilir.  Dosyanın yayınevine bir yıl önce gönderilmiş olduğunu bildiğimizden şiirdeki ölüme ait izleklerin şairin sezgileri, ülke gerçekliğindeki karamsar hava, coğrafyamızdaki derin kasvet duygusu ve yanı başındaki yıkımların şairdeki yansımalarıdır diye düşünüyorum. 

 Kitap, şu an onun kadim selamı ve gülen yüzüyle elimde; onun şiirinin derinliklerinde, incindiği, sevindiği şeylerin, yaşadığı kırgınlıkların izini sürerken engin bir yüreğin sularından ne kadar çok erken geçtiğimizi anlıyor, kederli sokaklara uçurtmasıyla koşan Ceylanpınar’dan dünyaya büyüyen bir çocuğun coşkusunu düşlüyorum.

Çemberinde bütün dünyanın ezgilerinin farklı dillerde, gökkuşağının renkleriyle dolaştığını, selamlaştığını ve kucaklaştığını görmek mümkün. Bu selamın hem kaynağı hem alıcısı yaralanmış insanoğlunun yeryüzündeki talihsiz kaderidir bence. A. Rahim, bu yazgının mayalandığı bir coğrafyanın nice yıkımlarına, acılarına şahit olan yüreğiyle bir serçe gibi çırpındı durdu. Savaş çığlıklarının gölgesinde, barbarların gürzüne karşı güzellikler adına sonsuz kez kanat çırptı.

Kitabın bütününe baktığımızda; “ölüm, yara, aşk, acı, çöl, serçe” gibi izleklerin şiirin tematik yapısına uzun soluklu dizelerle örüldüğünü görüyoruz. Şair içindeki, ıssız çölündeki anlamı, biriktirdiklerinin dipsiz kuyusunu, bir anlatıcı olarak aktarma çabasında gösterdiği titizlikle ses tekrarları ve imge sıçramalarıyla gerçekleştirmiş. Bu da şiirde, şairi didaktik bir tuzağa düşürmeden lirik bir akışın önünü açmış.

Hızla çevirdiğim sayfalar arasında, acıların ilmeğinde, bireyselden toplumsala, tekilden çoğula yol alırken kabuk bağlamayan yaraların öznesi şair, uzak dağları selamlayan, kentlerde vurulan çocukları da unutmuyor. Oğullarının kemikleri bir kolide kapısına bırakılan anaların bitkin yüzündeki dilsiz çığlığını ayrıca tarihe not düşüyor.

O boşlukta sessizlik boşlukta çaresizlik boşlukta kıvranan 

ömrümüzün keşkeleri çatışıyor.

Oysa o an çocuğunun cesedini kargoyla alan bir annenin

Sevincini ve kederini soğuk yüzlü bir gazete sayfasına

Yakıştırmakla meşgulsün.”( Syf:63)

Yara, yaralanmış insan, bir sarkacın ucunda, kentler, dağlar, sokak ve koskoca bir dünyanın yanlışıyla dövünüyor. Ölümle yaşam döngüsü birbirinin terkisinde gece-gündüzü, kış baharı zorluyor. Bu ritmik akış, hiç durmadan sürerken yaşamın çıngırağı Dicle kıyısındaki badem çiçekleri dallarında uyanıp yenileniyor baharın muştusuyla şafak söküyor.

“doğmak o mucizevi var oluş, hiç çekici gelmiyor bana.

Doğmak ve doğu hep ölüme gebe, işte gizem orada.”(Syf:34)

“dağlarda akan suya, kabuk bağlamayan yaraya söyledim.

Sonunda kırık bir ömrün bakiyesidir insan.” ( Syf:52)

“Dünyanın tüm çiçekleri, dünyanın tüm sözcükleri benden daha 

yalnız, benden daha yaralı değil mi sence?” (Sayfa:93)

İnsanın yarası olduğu gibi, evlerin, sokakların, kentlerin de derininde sızlayan bir yaranın bakiyesi yaşamın her vuruşunda ister istemez kendini hatırlatıyor onun şiirlerinde.

“Bak bu gül çıkmazı, hala bir yaradır surların bedeninde.

Bak bu özgürlük sokağı, duvarlarında özgürlük sloganları.” ( Syf:102)

Aşk da şairin şiirlerinde hiç bitmeyen kadim yaralarının belki de birincil müsebbibidir. Aşktan kaçarken yine aşkın merhametine sığınması çelişki gibi gelebilir. Yaşadığımız topraklarda kendi ellerimizle baldıran zehrini aşk adına gönüllü olarak içmemiş miyiz çağlardır?

“Aşkı taşıyamayan varoş çocuklarıyız o çocuklara inanırım,

barikatta çocuklar ölür.”  (Syf: 84)

“Diyarbekir’de aşk zaten hep tenhadır.

Özlüyorum, dedim ya, aslında korkuyorum da.”( Syf:98 )

Çöl, dizelerde bilmediğimiz içten içe özlediğimiz düş yolculuğudur artık.  Düşenler, kalkanlar, çarşıları ışıtan bakırcılar, yenilenen günün şarkısına aldanan serçeler göçer bir yandan ıssız kalplerden uzak geçitlere, dağlara…

O dağlar, kentler, yoksul varoşlar, tekin değildir hem bir hayalin arzusu hem ayaklanmış bir kalbin kendini feda edecek cesaretinin göstergesidir.

“Ellerinde pankartlarla düşüyor akranlarım, ıssız meşeliklerden

 Işıltılı kentlere bakıyor akranlarım

Patikalardan, o vakitsiz atlar gibi nehirlere akıyor akranlarım.” (Syf:31)

Ölüm ki nerede olursak olalım zaman durduramıyor ki vakitsiz ölümü, inandığı, sınandığı dağlar, sustuğu kadınlar, koskocaman bir eyvahla çınlayan gökyüzüne dönüşüyor. İşte şair bu çınlamayı toparlayıp bulutlardan, göç yollarından şiirin orta yerindeki maviye yerleştiriyor.

“İnandığın dağlardan ölüler iniyor şehre

İnandığın kadınlardan ah, inandığın dağlardan hep eyvah kaldı

sana.”(Syf:18)

Ölümle Tanrı aklına her geldiğinde Nietzsche’nin yamacına düşüyor soluğu, onun karanlığındaki Tanrı’nın ışığa koşan kelebeklerle dansını görme hevesiyle koşturuyor kentin yıkılmış, karanlık dar sokaklarına.

“Sen güneşin diliyle konuşuyorsun. 

Sen işçilerin, sen dövüşenlerin, sen zafere koşanların diliyle.

Dans etmeyi bilen bir tanrıya inanmak istiyor Nietzsche, sen şiire !

“Bir şiirden kalan şeydir insan.

Taş yerine fırlattığın kalbin yoruldu, biliyorum.

Artık, çıldıran sözcüklerle vurabilirsin kendini!”

Ölümle iç içe geçen acı metaforu, şiirin bütüne yayılmış baskın bir duygusal var oluşu sergilerken şairin ısrarla dönüp dolaştığı bir uğrak yeri, sessiz bir sığınak olmuş. Kelebeğin ömrü kadar sade ve şeffaf bir ömrün var oluşundaki bu dinginlik, bütün sesleri susturan bir senfonide dengbejin hüznüne dönüşmüş.

“Kelebeğin tasası uçmak, şairin tasası ölmekti.

Bir daha çiçeklerine konmayacak o kelebek

Bir daha sevmeyecek hiç kimseyi o şair. 

O şairin sözcükleri nerede?” ( Syf:15)

“Ölünce insan sessizliğe ve uğultuya mı gömülür?

Sahi uğultunun gölgesi var mı?“(Syf:26)

 Ölüm, kimi zaman şairin cesaretle bulmaya çalıştığı yeniden doğuşa, aramaklı haliyle onu yollara düşüren bir simgeye dönüşüyor. Bu yolculuk, onun için anlamıyla derinleşeceği bir gölgenin arayışın ta kendisiÇöllerdeki gezginin kızgın kumlar arasında murat eylediği bir gülün ay aydınlık özlemidir artık ölüm.

“Bir gül koyuyorum kalbinin orta yerine.

Demir kapılarında serseriliğimin bedelini ödemeye gidiyorum.

Sahici bir ölüm, anlamlı bir yokluk bulmaya.” (Syf:26)

Ölüm bütün sıfatlarından azade aynı zamanda korkulmadan yürünecek bir mahirlik gerektiriyor onun kitabında. Tıpkı düşen yaprak, sular, telaştaki serçeler gibi sade ve telaşsız sessizlikte bir yolculuk hali.

“Yaprak düşmekte mahirdir.

Ben ayağa kalkmakta mahirim.

Zaman akmakta, sular ölmekte mahirdir

Göz yaşlarını ellerimle sildim bir seçenin,

Serçeler uçmakta mahirdir.”( Syf:83

Ölüm istediği zamanda vurur, bekletmez hiç öyle insanı. O anlamda hiç de masum değildir. Ama bu belirsizlik dünyadan payını alan biri için ne kadar öngörülemez şeyler taşısa da artık hiçbir şey ifade etmez. Dünyadan hevesini alan acılı bir yürek için kucaklaşmanın saati ve vakti küçük bir ayrıntıdır sadece.

“Eylül, istediği yerden vuracak beni yine.

Gireceğim mezarı biliyorum.

Dünyadan payımı aldım.

Sadece boş anılarımda bakıyorum gökyüzüne.” (Syf:26)

Anne imgesi önceki şiirlerinde izlek olarak pek yer almamasına rağmen bu kitabında yüreği burkularak üstünü kanat kanata çizdiği yaralarının tomurcuğu, geçmeyen iz olarak karşımıza çıkıyor.

“…Dünya derin bir yaradır demişti annem.” (Syf:19)

“Ceylanların tel örgülere arasında tutsak edildiği o kentte

Annemin kokusunu arıyor babam.

“Akşam mor fesleğenleri suladı annem, sabahında kokusunu bile

 bulamadık. Annem nerede?”( Syf:109)

A. Rahim en verimli çağında aramızdan ayrıldı, çağına ve yurduna karşı aydın bir şair olarak sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirdi. Ülke sorunlarına uzaktan bakanlar gibi yaşanan cehennemin acılarına duyarsız kalmadı. 

O yüzden onun şiirinde Diyarbekir bir dekor değil, çekilen acıların, yitip giden düşlerin içinde yeniden sokaklarında haykıran çocuklarıyla güzelleşecek bir kenttir.

Yangınların tam ortasında, yaratılan korku ikliminde, halkına karşı sorumluluklarını her iki dilde yerine getirdi. Toplumcu çizgide yazdığı şiirlerle popüler kültürün fenomen, star şairlerinden olmayı tercih etmediğini gösterdi. Sesi kısılmak istenen devrimci şairler kuşağının gür sesli itirazı oldu.

Şiirleri yankılanan bir çığlık gibi elbette okuyucuda karşılığını bulacak, insanlık ırmağından göğe yükselen yusufçuklarla yıldızların kardeşi olacak. Acılarının ve sevdasının kentinde bekliyor olacak dağlardan ve kuşatmalardan dönen akranlarını.

Sesimizin kısılmak istendiği çağda, şiir her zaman başkaldıran küçücük bir serçe olarak çölleri aşacak, o büyük cesareti kuşanacak.


Mustafa Güçlü – 09.05.2025

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin 2025 Bahar sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar