“Beni seviyor” diye başladı.
“O yüzden bu kadar kıskanıyor,” dedi.
Sonra sustu.
Aşk, çoğu zaman sarmalayan bir kucak gibi görünür ama bazen görünmez bir kafese dönüşür.
“Senin iyiliğin için” denir, kararlar alınır.
“Çok seviyorum seni” denir, sınırlar çizilir.
“Benimsin” denir, kimlik yavaş yavaş eritilir.
Ve bu tahakküm, “aşk” adıyla paketlenince, insan çoğu zaman bastırıldığını fark etmez.
Çünkü bastırılmak değil, seviliyor gibi hissettirilir.
Sevgiyle başlayan, ilgiyle sarılan o cümleler zamanla bir haritaya dönüşür;
hareket alanı daralır, ses aralığı kısılır.
“Ben sadece seni korumak istiyorum” denir ama aslında kontrol edilir.
Bu durum yalnızca bireysel bir zaaf değil; toplumsal olarak öğrenilmiş bir roldür.
Toplumsal Cinsiyetin Rol Dağılımı
Toplum, kız çocuklarına küçüklükten beri “önce sevilmeye layık ol” der:
“Uysal ol, nazik ol, fedakâr ol.”
Erkek çocuklara ise “koruyan, sahiplenen” olmayı öğretir.
Böylece kadının aşkı, çoğu zaman sabretmesiyle ölçülür.
Erkeğin aşkı ise kıskanmasıyla.
Bu, bireysel bir tercih değil; toplumsal cinsiyetin normatif düzenlemesidir.
Kültürel Kodların Gücü
Masallar, diziler, şarkılar…
Hepsi aynı hikâyeyi tekrarlar:
Kadın sevilmek için sessiz kalmalı, erkek sevmek için kontrol etmeli.
Bu tekrar, Pierre Bourdieu’nun “habitus” kavramında ifade ettiği gibi, davranışların içine yerleşir.
Zamanla kadın, kontrolü sevgi sanmaya başlar.
“Benimle ilgileniyor,” der.
“Çok kıskanıyor çünkü çok seviyor,” der.
Ve kendine ait olanı zamanı, alanı, sesi yavaş yavaş teslim eder.
Tahakkümün Sonuçları
Kadınlar çoğu zaman onları “seven” erkekler tarafından susturulur, hatta öldürülür.
Toplum hâlâ bu şiddeti “aşkın aşırılığı” gibi yorumlamak ister.
Oysa bu, aşkın değil, toplumsal cinsiyet temelli tahakkümün sonucudur.
Aşk, bir duygu olarak saf ve karşılıksızdır; sorun, aşkın yaşanma biçimindedir.
İlişkinin içine toplumsal roller, iktidar alışkanlıkları ve kültürel normlar girdiğinde;
duygu, eşit olmayan bir düzende yeniden şekillenir.
Dönüşümün Yolu
Bu mesele yalnızca özel hayata ait değildir.
Tahakkümü kırmak için bireysel farkındalık yetmez;
kültürel kodların ve toplumsal rollerin sorgulanması gerekir.
Aşk, bir duygu olarak taşkın, armağan, çoğu zaman karşılıksızdır.
Ama bu duygunun ilişkideki biçimi, içinde yaşadığımız kültür tarafından belirlenir:
Söz kime düşer, sınır kim tarafından çizilir, karar kimden çıkar…
Hak ve eşitlik, duygunun değil; ilişkinin zemini olmalıdır.
Eğer bir ilişkide aşk, birinin sesini kısmaya, alanını daraltmaya, benliğini eritmeye hizmet ediyorsa;
sorun aşkın doğasında değil, o duygunun tahakküm üreten biçimindedir.
Dönüşüm, duyguyu susturarak değil; onu eşit, özgür ve rıza-temelli bir ilişkiye tercüme ederek mümkündür.