İçinde şiir olmayan sanat eksiktir. Hep söylerim, insanlığın düş-düşün yolculuğunun tek yumurta üçüzleri şiir, müzik ve dans olduğu için. Bu üçüzler yazı öncesi çağlardan beri insanın kendini, doğayı ve kâinatı anlama ve anlatma söylemi olmuşlardır. İster şiir, öykü, roman; ister resim, heykel; ister tiyatro sinema hangi metne baksam ondaki şiiri ararım. O metinlerle doku uyumu sağlayamıyorsam, bana göre elbette, sebebi şiirin eksikliğidir.
Ancak, iskele sancak… Öyle metinler vardır ki onları okumak bazen bir çağı, bazen bir ülkeyi, bazen de insanlığı okumakla eşdeğerdir. 20. Yüzyılın şiir üçüzleri Nâzım Hikmet, Neruda ve Aragon’dur.
Pablo Neruda’nın “Canto General” Evrensel Şarkı’sı sonunda Türk okuruyla buluştu Adnan Özer’in İspanyolcadan çevirisiyle. (Can Yayınları, 2020)
Adnan Özer ikinci baskı için yazdığı önsözde şu bilgileri vermektedir. “Kitap, Amerika kıtasının, özellikle Latin Amerika’nın, doğasal unsurlarını, sömürgeciliğin gelişinden XX, yüzyıl ortasına kadar tarihini, yaklaşık beş asırlık bir zaman içinde, sosyal mücadeleleri, siyasi olayları otobiyografik hikâyelerle birlikte anlatır.”
“Hikâyeyi anlatmak için buradayım” diyen Neruda siyasi kaçak olarak saklandığı yerlerde yazmıştır bu büyük, lirik anlatıyı, şiirin doğasına ve ruhuna derin bir bağlılıkla. Büyük insanlığın, yani çoğunluğun, azınlık görülmesine karşın bir isyan metnidir bu.
Dedim, dedim de… Bunları yazarken hanidir zihnimden geçen altyazı bir kez daha öne çıkardı kendini. Konu; Toplumcu Gerçekçi Şiirimiz…
Bu kavramın ilk ifadesi Attila İlhan tarafından kullanılan “Sosyal Realizm”dir. Daha sonra dönemin baskıcı siyasi atmosferi sebebiyle “sosyal” kavramı sosyalisti çağrıştırdığından onun yerine Türkçesi olan “toplumcu” sözcüğü kullanılmaya başlamış ve yaygınlaşmıştır.
Bunları yazarken rahmetli babamın, “Oğlum biz sosyal kelimesini kullanırken çekinirdik” deyişini hatırladım. Malum sosyal kavramının ilk çağrışımı sosyalisttir.
Biz konumuza devam edelim. Ancak şu ifademi de sinek pislemedik bir yere yazınız lütfen. “Eski Çin’de kızların küçük ayaklısı makbulmüş. Bu nedenle de kızlara küçükken demir ayakkabı giydirirlermiş.”
Bu tartımda ilk yapılacak şey Nâzım Hikmet dışında Sosyalist Gerçekçi şairlerimizin kitaplarında tematik bir tarama yapılamasıdır. Şairlerin tema dökümü yapıldıktan sonra konu sınırlamasının Çin’de kızlara giydirilen demir ayakkabı göndermesinin tartışılmasına girilebilir. Ağıt ve ajitasyon dışındaki tema ve söyleyişleri pek merak ediyorum.
Yaşadığımız coğrafyanın kültür katları dikkate alındığında insana, hayata ve topluma neden anahtar deliğinden bakıldığının temelinde, tarihe sebep-sonuç ilişkisi bağlamında analitik ve bütünsel bir bakış açısı olmadığı görülecektir.
Ayrıca eğer ifadenin belirleyici iki kavramı “sosyalist/toplumcu ve gerçekçilik” olduğuna göre bize babadan ve dededen miras bu anahtar bu kapıyı neden açmıyor, anahtar mı arızalı, herif kilidi mi değiştirmiş sorularını sormak gerekmez mi?
İnsanlık tarihini okurken sömürgeciliğin ikinci kez tarih sahnesine çıkmasıyla yaşanan o büyük kırılmanın sonuçlarını irdelemek gerekmez mi? Sömürgeleştirilen toplumların o dönemde hangi sosyoekonomik süreç içinde oldukları görmezden gelinirse ulaşılan nokta kaçınılmaz olarak, salt bizim için değil, dünya için de yanılgı ve yenilgiler silsilesi olmayacak mıdır?
Sömürgelerde ilkel komünal toplum hayatı yaşan insanlara yapılan katliamlar, orada işgücü kalmayınca Afrika’ya dalarak orada da ilkel komünal toplum hayatı yaşayan siyahileri gemilerle Amerika’ya taşıyarak ikinci köleci çağ başlatılınca neler yaşandığını görmezden gelmek ne bedellere sebep olmuştur. Amerika’da, Afrika’da, Avustralya’da ve uzak Asya’da egemen yapı sömürgeciler olunca o toplumların kendi dinamikleriyle bir burjuva sınıfı oluşturamayacaklarını düşünememek nasıl bir zafiyettir. Köleleri gelişen süreç içinde bir gecede azat edip, siz özgürsünüz, sabah tarlaya işe gelin diyen egemen yapı onları evsiz ve az da olsa gıdasız sokağa atmıştır. Bugün Brezilya’da hâlâ kalıntıları görülen “teneke mahalleler” o dönemin arkeolojik yapılarıdır.
Sınıfların oluşumunu sürecini hatırlayınız lütfen. Önce efendiler oluşuyor. Tek üretim aracı olan toprak aile ekonomisi ile işlenemediği için savaşlardaki esirlerden köleler oluşturuluyor. Zaman içinde kölelerin çocukları doğuştan köle olduğu için de döner köle sitemi gelişiyor. Sömürgeci dönemde yani ikinci köleci çağda o toplumlarda egemen yapı efendiler, sömürgecilerdir. Burjuvazi oluşmayınca onun oluşturup geliştireceği bir işçi sınıfı da yoktur. Gerçeklik kölelerin gömlek değiştirmesidir.
İşçi sınıfı tarihi süreç içinde Avrupa’nın batısında vites atan kapitalimin sömürgelerden gelen kaynaklarla sanayileşmeyi sağlamasıyla oluşan bir yapıdır. Bu yeni döneme de modern toplum adı verilmiştir. (Modernite, modernizm) Bu yeni sosyoekonomik yapı, bugün birey dediğimiz insan tipini oluşturacaktır. Krala, kiliseye biat etmeyen insan… Birey.
Bizim gibi yarı sömürge bir toplumdan emperyalizme karşı bağımsızlık, varoluş savaşı verilerek, devrimle kurulmuş bir toplumda ne sermaye birikimi ne de burjuva sınıfı vardır. Var olan yapı yeterli sermayesi olmayan ticaret erbabı, ki ticaret Osmanlı döneminde Gayrı-Müslimlerin denetimindedir ve Osmanlı’dan kalan dört fabrika vardır. Bursa Hereke İpek İplik, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz deri fabrikaları… Hangi burjuvazi, hangi işçi sınıfı? Nüfusun %80’i kırsalda yaşayan bir toplumsal yapı. Yapılan da çağının gerisinde bir tarım ve hayvancılık.
İşte anahtar kapıyı sadece bizde değil, dünyada da bu sebepten açmıyor. Bu konu bütün dünyada tartışılsa keşke. Batıdaki kapitalist ve emperyalist ülkelerde dünya sömürüsünden elde edilen artı değerin bir kısmı işçilere dağıtılarak onların proleterya diktatörlüğü (işçi sınıfı iktidarı) devre dışı bırakılmıştır. Bunda batıdaki sosyal demokrat, sosyalist vb partilerin emperyalizmin stepnesi olmaları da baş rolü oynamıştır. O partiler emperyalizmin dünya sömürüsünü gündeme getirmeyerek, hatta o ülkelerdeki gerici ve bölücü projelerine destek vererek artı değerden aldıkları küçük payın bedelini fazlasıyla ödemiş ve ödemektedirler.
Buradan annemin kurabiye kalıplarına geçebiliriz.
Annem kurabiye yaparken göz kararı aldığı hamuru ezip üstüne kalıpla bastırırdı. Al sana yıldız, kalp, hilal…
Kalıplar bize kolaylık sağlayan icatlar, yapılar, kavramlardır. İnsan genellikle ezberlediği ve/veya ona ezberletilen kalıplarla düşünür. Bu durum onun olayları, olguları analiz etmesini, sebep-sonuç bağlamında analitik düşünmesini engeller. Artık insan bir engellidir ve bu zaafının da farkında değildir. Ezberler kutsal metinlerdir onun için.
Batıda yaşanan sosyoekonomik süreç kaçınılmaz olarak yeni kavramların üretilmesini de beraberinde getirmiştir. İnsanın yaşadığı süreci anlama ve anlatma yolculuğu. Örneğin kökeni sömürge ve yarı sömürgen olan toplumların aydınları kapitalist, sömürgeci, köleci, emperyalist toplumlarda, yaşanan süreç gereği oluşan kavramlarla kendilerini, toplumsal ilişkilerini anlamaya ve anlatmaya çalışırlarsa yanılgı ve yenilginin boy çukuruna düşerler. Onlar artık sömürge aydını olarak tanımlanacaklardır.
İşte bu sebepten “Sosyalist Gerçekçilik” kavramını bir kurabiye kalıbı gibi kullanmak yerine her toplum kendi yaşadığı sosyoekonomik süreci sebep-sonuç ilişkisi bağlamında analiz ederek kendi gerçekliğini kavramak zorundadır. Bu yapılmadığı sürece üretilen metinlerin kendi toplumları ve hayatla doku uyumu sağlaması mümkün olmayacaktır. Bunlar beni anlamıyorlar, demek de havada kalacaktır. Bu durumun somut işareti sosyalist olduğunu ileri süren yapıların, 1980 öncesi dahil, kaç sendikada örgütlü olduklarıdır. Bir de günümüzde sendikalı işçi sayısı ile 1980’de Türkiye’de sendikalı işçi sayılarının karşılaştırılması, elbette nüfuslara oranlayarak, sınıfsal analizin önem ve değerini ortaya çıkaracaktır.
Sanatçının beslenme tarzı…
Sporcuların nasıl diğer insanlara göre herkes 3.000 kalori ile günü geçirirken ona 6.000 kalori gerekirse sanatçı da çok farklı metinlerden beslenmek zorundadır. Bir diğer deyişle tek tip beslenme sağlığa zararlıdır. İkinci boyut çoğalmada akraba arası evliliklerin getirdiği genetik sıkıntılardır. Hep aynı pencereden, aynı cam derecesiyle hayata bakmak onun kısırlaştıracaktır. Bu nedenle ne okursam ne seyredersem hep içindeki şiire ulaşmaya çalışıyorum. Neruda’nın hayata, dünyaya ve tarihe bakış açısındaki genişlik onun gerçekten toplumcu/sosyalist ve gerçekçi olduğunun yansımasıdır.
Sonuç olarak sosyalistlerin yapması gereken şiir veya sanat da söz konusu olsa dünya ve ülkenin sınıfsal analizini yapmaktır. Batının kurabiye kalıplarıyla oyalanmak değil.
Gazanfer Eryüksel