“Yaşamayı öğrendiğimiz hayat, ayaklarımızın altından hızla kayıp gidiyor.”

İlk romanı “Dilek Kıyısı“nı Alef yayınlarından yayımlayan Rojda Akbay ile henüz başındaki yazma serüvenini, sanata bakış açısını, yaşamın kıyısındaki insanların kalabalıklar içindeki umutsuzluğunu, özüne yabancılaşmış aşkı ve kadınların özgürleşmesi üzerine konuştuk.

Mustafa Güçlü: Hukuk eğitimi almış genç bir avukat olarak okuyucularımıza kendinizi nasıl tanıtırsınız? Yazma serüveniniz hakkında neler söylemek istersiniz?

Rojda Akbay: Aslında yazmak benim için hem organik hem de karmaşık bir süreç. Yedi yaşında, okumayı ve yazmayı ilk öğrendiğim zamanlar elime kalem almış ve yazar olmayı dilemiştim. El yazısıyla doldurduğum minik bir öykü defterim vardı. Daha sonraki yıllarda hayatın ezici akışı içinde minicik bir çocukken yüreğimin en içten yerinden dilediğim hayalim ötelendi diyebilirim. Üniversiteyi bitirip çalışma hayatına atıldıktan sonra kimselere söylemeden kuytu köşelerde nadir de olsa bir şeyler karalamaya devam ettim. Hatta bu kitabın serüveni de böyle…

MG: “Dilek Kıyısı” ilk romanınız, yazma sürecinde ve yayınlatma aşamalarında ne tür zorluklar yaşadınız? Genelde ilk eserde yazarların çileli bir yolculuğu olur. Çünkü piyasa koşullarında tanınmamış, okuyucu potansiyeli olmayan genç bir yazarın kitabını yayımlamak yayınevi açısından ekonomik olarak birtakım riskler içerir. Bu konuda zorlukları nasıl aştınız, genç yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?

RA: Yazmaya başladığımda kitabımı yayımlatmak gibi bir düşünce yoktu aklımda. Daha çok çevremdeki insan ilişkilerini gözlemleyip kâğıda dökmek istemiştim. Yıllarca elime kalem almadığım için hem potansiyelimi görmek hem de hamlayıp hamlamadığımı tartmak da vardı aklımda. Bir amaç doğrultusunda yazmadığım için yazarken çok eğlendim açıkçası ancak elbette bir sanat eserine canlı bir organizma demek yanlış olmaz. Sanatçısıyla birlikte büyüyor, nefes alıyor, değişiyor ve yer yer de tökezliyor. Elimdeki romanı bitirdiğimde biraz da edebiyat dünyasını merak edip araştırmaya koyuldum ve tanınmamış bir yazarın kitabının yayımlanmasının neredeyse imkânsız olduğuna dair karamsar şeyler okudum. Benim gibi genç yazarların yazılanları okuyup hayallerine ket vurmalarını istemiyorum. Yazmak başlı başına yazarın ulaşabileceği en büyük doyumlardandır. Yazmaya devam etmelerini ve karamsarlığa kapılmamalarını tavsiye ediyorum.

MG: “Dilek Kıyısı” üç kadın üzerinden (Eylem, Alkım, Ekin) ilerleyen sürükleyici bir roman. Zaman zaman kadın sorunsalı, cinsiyet eşitsizliği üzerine vurgu yaparken bazen de günlük yaşamın içinde kaybolup giden hızın akışında eriyip yok olan dejenere olmuş aşklardan da bahsediyorsunuz. Her şeyin hızla tüketildiği kapitalist çağda sizce aşkın çelişkisi nedir?

RA: Aşk da kapitalist işleyiş ve tüketim kültüründen nasibini alıyor elbette. Romanların, şiirlerin, türkülerin, filmlerin ve türlü türlü sanat eserinin başat konusu aşk olmuştur ancak insanlığın arşivinde bir gezintiye çıktığımızda aşkın tanımının da yaşanış biçiminin de çağdan çağa değiştiğini gözlemleyebiliriz. Bunun birçok nedeni var. Sadece kapitalist ilişkilenme biçimlerinden bahsetmek olmaz. Kadının özgürleşmesi, toplumsal cinsiyet rollerine ve dayatmalara başkaldırılması, romantik ilişkilerdeki ve ev içindeki şiddetin, tahakkümün tartışılmaya başlanması ve bildiğimiz tüm ezberlerin karşısına eşit bir aşk tahayyülü konulmasını da bu dinamiklerden biri kabul ediyorum. Ancak elbette çağımızın en büyük çelişkisi aşkın da her şey gibi hızla tüketilip atılması ve egemenlerin yarattıkları tahribatın sorumluluğundan azade kılınması için kitlelerin odağının dağıtılıp pasivize edilerek sınırsız bir ‘ben’ ve ‘iyi oluş’ hali yaratılması! Her şeyi kendinden menkul algılayan, gündelik sorumluluklar listesiyle yaşayan ve etrafında kendine iyi gelmeyen ne varsa yakıp yıkması öğütlenen günümüz insanı için aşk kaostan başka bir şey değil. Sayısız seçeneğin olduğu flört pazarları, insanları sınıfsal çelişkiler sebebiyle sahip olamayacakları bir hayatın öfkesini dahi duymaktan meneden, mutlu olamadıkları için suçlayan sosyal medyanın ‘ruh sağlığı uzmanları ordusu’ ve çeşit çeşit bireyci dayatma… Bir zamanlar satır aralarındaki tasviri ile dahi bizi kendimizden geçiren aşk ölüyor. Emeğimize, insanlığımıza ve yeri geldiğinde acılarımıza dahi sahip çıkacak olan bizleriz.  Karakterlerimi aşkın ve yetişkin olmanın ne olduğunu çözmeye çalışırken savrulan, sevmek eyleminde bonkör olsalar da özgürlüklerinden, bireyliklerinden de taviz vermemek için mücadele eden günümüz kadınları olarak okuyabiliriz. Bir çağın başlangıcına ve belki de bir devrin sonuna tanıklık ediyoruz. Yaşamayı öğrendiğimiz hayat, ayaklarımızın altından hızla kayıp gidiyor. Eylem, Alkım, Ekin çağdaşları diğer kadınlar gibi bol bol afallasalar da kendi yollarını çizme derdindeler.

MG: Klasik anlamdaki bir romanda; çatışma ve merak duygusunu merkeze alan olay ögesi bulunur. Romanın alt yapısında sosyolojik çözümlemeler vardır. Günümüzde teşvik edilen popüler romanda ise bu tür yönelmeler yoktur. İç konuşmalar, psikolojik çözümlemeler ve birbirine eklenen durum tasvirleriyle roman gerçekliğin yüzeyinden akar gider. Sizin daha çok ikinci türe yakın durduğunuzu görüyorum. Bu bilinçli bir tercih midir? Yoksa ilk romanın getirdiği yol arayışlarının olağan sonucu mudur?

RA: Kendimi bir kategoriye sokmak istemiyorum. “Çatışma–dönüm noktası–çözülme” gibi şematik yapılarla sınırlı kalmak da istemiyorum. Benim için hikâye, bir karakterin içinden geçtikleriyle şekilleniyor. Eylem ve çevresindeki kadınlar, hayatın olağan akışı içinde ayakta durmaya çalışan, büyük emelleri olmayan insanlar… Eylem ’in hikayesinde çarpıcı dönüşler de var ama daha sakin ve yavaş bir anlatı kurarak inşa ettiğim karakterlerin hayatlarıyla örtüşmesini istedim. Elbette sosyolojik çözümlemeler mevcut ancak klasik bir anlatı ile sunmadım.

Edebiyatta tek bir doğrultu olduğuna inanmıyorum. İlk romanımda böyle bir anlatıyı uygun buldum. Bu, anlatı tarzı tasvir ettiğim karakterlerin yaşamlarıyla da örtüşüyor. İlk romanın getirdiği bir yol arayışı diyemem ancak daha sonrakilerde anlatmak istediğim hikâyeye göre daha farklı bir sesle de konuşabilirim.

MG: Romanda kadın sorunsalı ele alınırken sürekli aldatan, aldanan, günü birlik ilişkiler çemberinde yıpranan, yorulan tiplemeler öne çıkıyor. Kadın sorunsalını romanınıza kurgusal düzeyde yansıtırken ülkenin gerçekliklerini düşündüğünüzde okuyucunun sınıfsal katmanlara ait gerçekçi bir izlenime sahip olduğunu ya da olabileceğini düşünüyor musunuz?

RA: Dilek Kıyısı, her okuyucunun dünyasında aynı tasavvur etmeyebilir, bu oldukça doğal. Cinsiyete dayanan sorunların farklı katmanlara tezahürünü aktardığımızda bu pek çok tartışmayı da beraberinde getiriyor. Orta sınıfa mensup eğitimli kadınların gündelik yaşamda karşılaştıkları zorluklar, kuşak çatışmaları, aşk ve özgürlük arayışları anlatılıyor. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu da ülkenin gerçekliğine ve sınıfa dair bir konudur. Gerçekliği tek bir düzlem olarak değerlendirdiğimizde dünyayı algılayış ve deneyimleyişimiz de sınırlı kalabilir. Kendimi hikâye anlatırken bir kalıba sokmak, herkesin tasvip ve tahayyül edebileceği sınırlarda gezmek istemiyorum. Aslında kadınların olduğu masalarda konuşulanları ayan beyan anlatmak ve tartışmaya açmaktı amacım. İlişkilerdeki şiddet, aldatma, hoyratlık, yüzeyselliğin toplumsal bir sorunun sonucu olduğunu, kapitalist erkek egemen dünyanın ilişkilere sirayet edişini katmanlı bir şekilde anlatmak istedim. Cinsellik, aile yaşantısı, kamusal ve özel alan deneyimleri, sosyal ve kamusal eşitsizlikler kadın sorununa dairdir. Kadınların kadeh tokuştururken birbirlerine içtenlikle açtıkları dertlerini kurgusal bir dünya aracılığıyla da olsa görünür kılmayı da önemli buluyorum.  ‘Özel olan politiktir’ hayatta benimsediğim temel ilkelerdendir. Ben cinsiyet kimliğime ve kişisel deneyimlerime dair pek çok şeyi bu öğreti sayesinde anlamlandırabildim. Benim yaşam mücadelemi, insan ilişkilerindeki konumlanışımı epey kolaylaştırdı. Sınıfa dair bir deneyimi de bu prensiple algıladığım için olanı olduğu gibi, didaktizm de yapmadan anlatmak istedim. Buradan geliştirilebilecek tartışmaları ve eleştirileri okuyucuya bırakıyorum.

MG: Kitabınızda anlatım aracı olarak dili ustaca kullandığınızı görüyoruz. Üslubunuzdaki kusursuzluğa bakarak çoğu insan bunun ilk roman olduğunu zaten söyleyemez.

Benim gördüğüm kadarıyla roman diline sahip ve türe ait incelikleri kısa sürede kapacak kadar yetenekli olduğunuz. Bu bağlamda sanatsal üretim yönünden önünüzün açık olduğunu görebiliyoruz.

Fakat bunun yanında içeriği sosyolojik bir çözümlemeye dönüştürme, ülkenin yakıcı sorunlarını ve sınıf çelişkilerini ortaya koyma konusunda biraz daha yol almanız, edebi çizginizdeki tercihinizi netleştirmeniz gerektiğine inanıyorum.

Gelecekteki sanatsal yolculuğunuzda edebi tercihleriniz, olası yönelimleriniz hakkında neler söylemek istersiniz?

RA: Bunu söylemek ve düşünmek şimdi ilginç geliyor ancak ufak bir çocukken de öykülerimde hayata dair minik bir kesit seçip esprili ve sade bir dille anlatırdım. Sanıyorum yaşadıkça ve deneyimledikçe anlatacaklarım da benimle doğacak, olgunlaşacak ve yetişecek. Kendimi içinde doğup büyüdüğüm toplumsal gerçeklikten ve çelişkilerden ayırmam mümkün değil, hiçbir zaman da bunu yapmayacağım ancak bu toplumsal çelişkileri işlerken kendime has bir tarzda yapacağımı söyleyebilirim.

MG: Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında kendinize yakın hissettiğiniz yazarlar var mıdır? Bunları hangi yönleriyle kendinize yakın buluyorsunuz?

RA: Fransız yazar Annie Ernaux. Kadın cinselliği, özgürlüğü, kürtaj, aşk gibi konuları tam da olması gereken yerden ustalıkla işliyor. Yönümüzü bu topraklara döneceksek Duygu Asena’yı örnek verebilirim. Kitaplarını yıllar önce okumaya başladığımda kadınlara dair cesur anlatısı beni etkilemiş ve ilham vermişti.

MG: Kitabınızın okuyucuyla buluşalı kısa zaman oldu. Piyasada kitabınızın dağıtım süreçleri biraz zaman alacak, bu esnada yayınevinizle planlayacağınız okur yazar buluşmalarınız olacak mı? Ben yine de alışık olunduğu üzere sormak istiyorum; yeni roman hazırlığınız var mıdır?

Okuyucularınıza gelecek planlarınız hakkında neler söylemek isterseniz? Yayınlanan binlerce roman arasında okumak için sizi neden tercih etsinler?

RA: Mutlaka olacaktır, okur yazar buluşmalarını duyurmak için sabırsızlanıyorum. Evet, roman hazırlığım var. Yazmaya ömrüm yettiğince devam edeceğim. Yukarıda anlattığım gibi özellikle genç kadınların romanımı okudukları zaman kendilerinden çok şey bulacaklarını ve ‘Evet, bunu ben de yaşamış veya hissetmiştim!’ diyeceklerini düşünüyorum. Olağanüstü öykülerin olağanüstü üsluplarla anlatıldığı edebiyat dünyasında genç kadınlar çoğu zaman kendilerine yer bulmakta zorlanıyor. Kadınlara dair sıcak ve mütevazi öyküleri benimsemiş bir kadın olarak okurlarımın da kitabı bitirdikleri zaman hayatlarına dair bazı soru işaretlerini gidermiş olmalarını, başarısız hissettirildikleri sosyal ve kamusal dünyada karşılaştıkları sorunların toplumsal kökenli olduğunu, umutsuzluğa kapılmamaları gerektiğini amaçladım. Dilerim satır aralarından başlayarak birbirimizin hayatlarına dokunabiliriz.

MG: Son söz olarak okuyucularımız adına teşekkür eder, yolunuzda başarılar dilerim.


Avrupa Demokrat (14 Mayıs 2025)

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin 2025 Bahar sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar