Bir Pamuklu Şeker Satıcısı Yıldız Ecevit

Toplumda hakim kılınmış düşünceler ve değerler, hakim sınıfların düşünceleri ve değerleridir, bu hakim düşünceler ve değerler, hakim olmayan sınıflara o kadar derinden sızar ki bu bir normallik halinde algılanır; normallik ise iktidarın kendisini meşrulaştırdığı durumun ta kendisidir.” – Komünist Manifesto, Marks ve Engels

Yıldız Ecevit’in Türk edebiyatında postmodern açılımlar veya kurmaca bir dünya kitaplarını okudukça zehirli bir şeker satıcısı tipolojisi gözümün önüne geldi sürekli. Kırmızı başlıklı kız hikayesindeki kurt ve Yıldız Ecevit. Fakat bu malını ballandıra ballandıra anlatan pazarlamacının yöntemi ile bir kültür kuramı oluşturulması ile ilk defa karşılaşmıştım. Böylece her konu başlığında tuhaf bir şekilde o şeker satıcı ile karşılaştım. Yine de eleştiri kitleyi kırmızı başlıklı kız ve kendini kurt olarak görmemeli. Postmodernizm ve kültürün ideoloji haline getirilerek kitleyi esarete mahkum etmenin yolu bu olmamalı.

Edebiyatın insanı insana gösteren bir yanı olduğu gibi edebi eser içinde şekillenen eleştiri insanın devrimci yanını ve toplumsal bilincinin oluşmasında önemli etkendir. Sanat eserindeki devrimci dönüşüm edebi metnin içine yerleşmiş estetik hazla ilişkilidir. Sanatın olumsamadan çıkması var olana eleştirel yaklaşması, yani olumsuzlama süreci sanat eserinin estetik nesne olması ile bağlantılıdır. Fakat bu çelişki ve çatışkılar nereden nasıl kendi kendine mi doğuyor. Bu olumsuzlama insan emeğinin sömürüsünün devamlılığı ile ilgilidir. Sanat eserini estetik nesnede yapan bu sınıf savaşımın şekillendirdiği süreçtir. Postmodern edebiyat ise kapitalist sistemle işbirliğinin edebiyatıdır. Bu durumdan kopardığımız an postmodern edebiyattan hiçbir şey anlamayabiliriz.  Sanatın bir eğlenceye oyuna dönüştürülmesi ve metalaştırılması kitle ile sanat arasındaki bağın eleştirel dokusunun parçalanması ile sağlanır. Yıldız Ecevit’in genel postmodern sanat övgüsü kitle ile sanat arasındaki bu bağı görmemeye ve kitleyi esarete mahkum eden postmodernizmi sahiplenmeye dayanır.

Sanat eseri uzam, zaman ve mekan içinde ortaya çıkar. Bu diyalektik birlik tek başına olmayacağı gibi, ayrışmayı da kabul etmez. Sanat eserinin bütünlük yaratma hikayesi ve entelektüel kimlik kazanma olgusu bu birliğin içindedir. Sanatçı tek tek nesnelerini seçerken veya bir biçim (ifade yolu seçerken) bu birliğe dikkat eder. Olguların veya nesnelerin tarihselliği, oluşturduğu içlem ve kaplam sanat eserinin hem özgünlüğünü, hem tarihsel dokusunu, düşünsel zenginliğini şekillendirir. Bütün bunlar sanatın bütünleştirici dokusunu ortaya çıkartırken, sanatçının zorunlu olarak bir entelektüel görevi yerine getirmesini sağlar. Sanatçı sanat eseriyle bir bileşen yaratırken bu olgulara dikkat eder. Fakat bütün bunların hepsi sanat eserinin seçkinleşmesini ve yetkinleşmesini sağlarken (estetik nesne dediğimiz budur)  aynı zamanda yoğun bir düşünsel üretimi işaret eder. Postmodern sanat bu düşünsel sürecin ve tarihsel bilincin reddine dayanır.  Bu anlamda sanat eserini bir mekan içine şıkıştırır ve öncesiz sonrasız nedenselliklerinden kopuk fragmanlara dönüştürür.

Düşünce üretmek kavramlar üzerinden olabilir. Kavram bilgisi olmayan kişi sanılarını gerçeklik gibi bize dayatır.  Platon’un mağara alegorisi sanılarla gerçeklik arasındaki kopukluğu göstermesi anlamında ilginçtir. Genellikle sanılar öncesiz ve sonrasızdır. Burjuva ideolojisi sanılardan hareket eder. Bu yüzden burjuva ideolojisi düşsüz ve tarihsizdir. Genel olarak bu ideolojinin içinde olan insanlardan atılım beklemek doğru olmamalı. Yıldız Ecevit ise postmodernizmi bize atılım diye sunar.

Bir sanat yapıtı toplumsal gerçekliğin kaynağı olduğu gibi varlık alanına açılan kapıdır. Bireysel pratik alanımızda bize parçalanmış olarak görünen dünya, sanat eseriyle o parçalanmışlık duygusunu yok eder bizde bütünlüklü bir dünya algısını geliştirir. Bireyin toplumsal bütünlük algısının oluşmasında sanat eserinin büyük etkisi vardır. Kapitalist üretim biçimi sürekli parçalayarak üretim alanlarını daha yoğun sömürü imkanlarına olanaklar yaratır. Bunun yanında üretimle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi de daraltır. İşçi sınıfının üretimde daha etkin olmasını sürekli azaltır. Böyle olunca işçi sınıfının toplumsal üretimime müdahale etme olanakları azalır. Kapitalist üretimle yeni alanların ortaya çıkmasıyla birlikte bu yeni alanlarda uzmanlaşmalar başlar. Diğer yandan hem birlik duygusunun yitirilmesine hem kollektif bilincin oluşmasına engel yeni üretim biçimleri ortaya çıkar. E-ticaret, Self servis, otomasyon, taşeronlaşma ve benzeri üretim biçimleri yaşamımızın bir parçası olur. Uzmanlaşma ve otomasyon üretimin daha etkin bireyci tipleri ortaya çıkarmasını sağlar. İşçi sınıfının azalmasına ve  birlik duygusunun körelmesine neden olur. Bu noktada sanat yapıtıyla iç içe olmayan uzmanlar ve işçi sınıfının bütünlük algısı azalır. Bunu aşabilmenin yolu ise uzmanların ve işçi sınıfının sanat yapıtıyla doğru ilişki kurmasıyla aşılır. Çünkü gerçeklik algısının oluşumda, varlık sorununu bütünlüklü bir şekilde algılayabilmesi ve birlik duygusunun oluşması için estetik nesne olan sanat eserine yönelmesi lazım. Sanat eserinin direnişçi özü bu toplumsal kaynaşmayı sağlamak toplumsal gerçekliğin üretimini göz ardı etmeden varlık alanına açılmak olmalıdır. Gerçekçilik dediğimizde bu bütünlük algısını yeniden üreten sanat eserinden bahsettiğimizi unutmamalıyız. Postmodern sanatın temel özelliklerinden biri kapitalizmle girdiği işbirliğiyle ilgilidir. Bu yüzden sanatı an’salın içinde boğar ve toplumsal çelişkileri tartışmaktan ve bütünle ilişkisini göstermekten kaçınır. Burada sanat eseri sadece bir rant nesnesi metadır.

Düşünce üretmek kavramlar üzerinden olabilir. Kavram bilgisi olmayan kişi sanılarla bir şeyler söyler. Sanılar o anın uzamında belki bir şeyleri karşılar. Bu bazılarına! bütünlük gibi görünebilir, ama öyle değildir. Genellikle sanılar öncesiz ve sonrasızdır. Burjuva ideolojisi sanılardan hareket eder. Bu yüzden burjuva ideolojisi düşsüz ve tarihsizdir. Genel olarak bu ideolojinin içinde olan insanlardan atılım ve devrimci dönüşüm beklemek ne kadar doğrudur. Büyük çoğunluk ise bunlarda atılım! bekler. Daha doğrusu kapitalizmin yarattığı algı ile bunların atılım yaptıkları algısı yaratılır. Yıldız Ecevit’in savunusu da kapitalizmin üreticisi olmuş postmodern edebiyatı devrimci bir edebiyat olarak göstererek bir sanal algı yaratmasıdır.

Postmodern edebiyat üzerine yapılan tartışmalarda, postmodernizmin modern edebiyatın devamcılığı hep vurgulanır. Bu yöntemi Yıldız Ecevit’te uygular. Fakat hangi modernizm sorusu pek sorulmaz. Böylece postmodern edebiyatın kitsh yanı gizlenmiş olur. Postmodern edebiyata etki ile modern edebiyatın klasik yanı gösterilirken böylece postmodern edebiyat seçkin bir edebiyatmış halesi yaratılır. Aslında sermayenin veya kültür endüstrisinin hegemonyası ile ve küresel pazarların şekillenişi ile postmodern edebiyatın yükselişi (Bu zorunlu diyalektik bir yükseliştir.) arasındaki bağ hep göz ardı edilir.

Peki burada göz ardı edilen nedir?

İkinci Paylaşım savaşı ile birlikte dünya emperyalizminin kültürel merkezi Paris’ten Newyork’a  geçmiştir. Böylece yaşlı Avrupa aşağılanması başlamış yerine hürriyet taşıyan genç Amerika halesi dolaşmaya başlamıştır dünyada. Kültürün yönetilmesi ve yönlendirilmesi şekillenen kültür endüstrisi sanatın metalaştırılması veya sanatın markalaşması süreciyle birlikte devam etmiştir. Dünyanın Amerikanlaşması aynı zamanda dünyadaki kültürel alanın ele geçirilmesi sürecidir bu. Bu süreç Sovyetlere karşı başlatılmış olsa bile genel amacı kitle kültürü içinde dünya işçi sınıfının yabancılaşmasını sağlamak ve işçi sınıfının sınıfsal bilinç edinmesini engellemek ve kitle kültürü içinde bir tüketim nesnesine indirgemektir. Özgürlük derken kapitalizm bu gerçeklikten kopmamak lazım.

Böylece sanat şova dönüşmüş sanatçı ise şovmen olmuştur. Postmodern tartışmalarında her zaman sanat ile şov arasındaki ilişkiyi bu Amerikan şov kültürüdür unutmamak lazım. Şov sanat eserinin markalaşması ile ilişkilidir. Ödül, imaj, menajerlik, ikonlaştırma dünya küresel piyasasını ele geçirmek için izlenen yoldur.  Bu süreç Paris merkezli edebiyattan kopup Amerikan merkezli bir edebiyata geçiş olduğu gibi sanatın sermayenin hizmetine girmesi sürecidir. Dünya sanatının kitschleşmesi ile postmodern edebiyatın ortaya çıkışı arasında böyle bir bağ vardır. Demekki modern ötesi veya sonrası (postmodernizm) burjuvazinin devrimci yanının reddi üzerinden doğmuştur. Ötesi ve sonrası, bu tarz aşılmayı işaret eden dilsel söylemler çok kullanılır. Oysa aşılma değil ortada bir çürüme vardır. Sanat ile kapitalizm veya krizler arasındaki ilişkiyi göz ardı ederseniz, sorunu ötesi ve sonrası gibi sözcüklerle kurtarmaya veya simülasyon yaratmaya dayandırırsınız.

Eleştiri alanı kendi içinde bir özneler birliğini tasavvur eder. Buradaki imkan sözün ötekine geçtiğine veya alımlayıcının ikna edildiğine dair bir bilinç dokusuna dayanır. Farklılıklarımıza rağmen birbirimize tahammül etme ve farklılıklarımıza rağmen birlikte yaşama güdüsünün oluştuğuna dair bir algının sürekliliğini sağlayan oluşturulmuş kitle kültürü ve bu kültürü şekillendiren kültür endüstrisidir. Bu algı ise demokrasinin yaşanırlığını ve zorunluluğunu  ifade eden birliktelik durumunun kamusal alanda şekillenmesini sağlar.  Demokrasinin oluşumu ile eleştirinin ve birlikteliğe tahammülün özdeşleştirilmesi sömürünün de öncesiz ve sonrasızlığını veya sınıf savaşımının nedenselliklerini ortadan kaldırarak bir sanal algı yaratır. Yabancılaşmanın içselleşmesidir bu süreç Son aşamada özerklik ve demokrasinin evrensel olduğu duygusu ile toplumu sarar sarmalar. Bu algı kendi içinde kapitalizm ve demokrasinin bir arada olabilirliği güdüsünün ortaya çıkmasını sağlar. Bu sağlama ve ortaya çıkan durum artı değer sömürüsü ile şekillenen kapitalizmin demokratik dokusunu bir illüzyon alanına dönüştürür. Gerçekten kapitalizm ile farklılıklara tahammül bir arada olabilir mi? Gerçekten kapitalizmle ortaya çıkan kamusal alan ve bu kamusal alana dayalı demokratikleşme bir özgürleşme olanağı yaratabilir mi? Yoksa sözcüklerle dünyayı kurtarmaya çalıştığınız sanısıyla sizde simülasyonlar yaratmaya mı devam ediyorsunuz. İşte postmodern sanat bu işlevi sürekli kılar. Sözün dolaşımı ile gerçekliğin değiştiği algı ile bizi sarar. Söz sanal alanda var olurken toplumsal yaşamda işlevsizleşir.  Bu illüzyon söz ve eylem arasındaki ilişkinin bitmesini saplayan illüzyondur. Postmodern dünya bu illüzyon üzerinden sürekli simülasyonlar yaratır. Bütün bunların hepsi var olan kapitalist sistemi kanıksamamızı sağlar. Böylece bu simülasyonun üreticisi olur. Modern mağara alegorisi budur. Sanılar alemi üzerinden kurulan faşizmi diktatörlükleri değişmez gerçeklikler olarak algılarken daha yoğun sömürü ve tahakküm dünyayı esir alır. Postmodernizmin yarattığı esaret ve illüzyon böyle bir diyalektik birlikte dinamik bir dokuda var olur. Bu durumun üreticisi olan bizler bu durumu aşacak olanda bizleriz.

Şov ve şovmen ilişkisine dair birkaç şey daha söylemek lazım. Kant estetiği sanatçıyı bir sorumluluk ahlaki ile baş başa bırakır. Sanat ve sanatçı eylem halinde bir öznenin biçimlenmiş halidir. Oysa kapitalizm geliştikçe kendi içinde sürekli bir toplumsal nefret oluşur, bu nefretin içinde bütünlük algısının parçalandığı bencilliğin (ego) öne çıktığı bir nihilist dandy (züppe) kültürü şekillenir. Kapitalizm bu bütünlükten kopuk sadece gösteri alanında (sahnede) olmak isteyen bu egoistleri sürekli körükler. Böylece bunları ikonlaştırırken kitle kültürünün ve meta satışının dayanaklarını bu dandyleştirdiği ikonlar üzerinden yapar. Magazinin toplumsal hegemonya kazanması ile veya kitle kültürünün magazinleşmesi bu dandy kültürü üzerinden şekillenir. Sürekli yarışma kültürü içinde egonun körüklendiği dünyamızı bu egoist insanlar sarar.

Yıldız Ecevit’in bütün yazılarında bu yanılsamalı bencillik duygusu ile kapitalizm arasındaki ilişkiye dair tek satır yok gibidir.

Yıldız Ecevit’in dediklerine bakalım biraz.

Yine aynı yıllarda, bir başka yazar fantastik öğeyle olabildiğine özgürce oynamaya başlar. Postmodern dönemin, edebiyatı kurmaca bir oyun olarak gören yaklaşımını ilke alan Nazlı Eray, düşlerine sınır tanımaz; farklı gerçeklik düzlemlerinin içinde uçarı bir biçimde dolaşır, geçmişi ve geleceği birbirine dolaştırır, düş gücünün aşabileceği her yere ve zamana taşır kurgusunu. Geleneksel gözlüklerle bakıldığında niteliksiz gibi görünen bu metinler, edebiyatın eğlendirici özelliğini ön plana taşırlar. Nazlı Eray’ın fantastik metinlerinin Türk edebiyat tarihindeki önemi, uzun yıllar gerçekçi ve güdümlü bir çerçeve içinde tek boyutlu gelişen bir ülke edebiyatının sınırlarını, inanılmaz bir pervasızlıkla zorlamasında yalar. Çoğunluğun , edebiyatın kanla yazıldığını düşündüğü bir ortamda , renkli bir kelebek gibi dans edercesine uçuşu r Eray’ın metinleri, yerleşik ölçütleri umursamaksızın.(1)

Edebiyatta ve özgürleşme diyalektiğini düş kurma (fantasya) üzerinden değerlendiren Yıldız Ecevit düş kurma ile düşünce veya anlam üretimi arasındaki bağı görmeden bir değerlendirmede bulunuyor. Bu değerlendirmeye dayanarak düş kurma ile özgürleşmenin ve düşünsel zenginliğe varmanın iç içe olduğunu söylüyor. Tek başına bir düş olmayacağı gibi anlam üretmeninde imkanı ortadan kalkar. Düş nedensellikleri, ilinekleri, bağıntıları gördüğü noktada başlar. Ayakları havada bir düş kurma eylemi sadece insanın toplumla bağını kopartır ve onu bencilliğin, bireyciliğin içine atar. Düş zorunlukları aşmaya çalışır bu yüzden bütüne yönelir ve bütünü görerek aşmaya çalışır. O yüzden kendi kurtuluşu ile insanlığın kurtuluşu arasındaki diyalektik ilişkiden hareket eder.

Düş kurmak sanatların merkez alanıdır. Düşün sanat eserinde eksik olması, sanatın büyülü halesini yitirmekle iç içedir. Düş kurmakta emek ister. Rasgeleliğin veya düşün çocuksu dünyadan getirdiği ile yetinmek düş kurma eylemini anlamamaktır. Günümüz sanatçılarının çoğu düşün sanatsal önemini anlamaktan uzak bir yaşam bicimi ortaya koyuyor. Bu ise statükoları ve alışkanlıkları üretmekten başka bir işe yaramıyor.

Düş kurmakla gerçeklikten kaçış birleşik olgular olarak görünür çoğu kereler. Oysa düş gerçekliği yeniden devrimci bir özde üretmek ve var olan gerçekliğin kabul edilmesine dayanır. Düşün devrimci özü buradadır. Gerçekten hayatımızın düşsel evreninde bir rastgelelik egemen midir. Somut olgulara dayanmayan düşsel bir evren var mıdır. Hayır. Fakat Yıldız Ecevit böyle bir algı yaratmak istiyor. Gerçekçi edebiyatın düşsel evreni redettiği algısını yaratmak istiyor kendince.

Bu biçimci/seçkinci edebiyat, yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın, anlam yitiminin doruğa ulaştığı bir çağın edebiyatıdır; yitip giden anlamı, sanatın aşkın boyutunda, yozlaşmanın/ sıradanlığın üstüne çıkarak farklı bir düzlemde, farklı bir gerçeklik ontolojisi içinde yakalamaya çalışır. Çoğu yerde salt yaratıcılığın buyruğu altındaki bir estetist gibi davranır romancı. Ancak, aynı tanım altında sınıflandırılmaya çalışılan aydınlanma kökenli sosyolojik /kültürel modernizmden ana ilkelerde tümüyle karşıt bir eğilim göstermesine karşılık, estetik modernizm kimi noktalarda ona yaklaşır. Çağını sorgulama eğilimi, eleştirel bilinç ve her şeye karşın, yitip gittiğini bile bile anlamın ardında oluş, bu kesişme noktalarını oluşturan ilkeler arasında başta gelenlerdir. Ancak, sosyolojik /kültürel modernizmin estetik düzlemdeki  sözcüsü konumunda olan geleneksel-gerçekçi roman, bu ilkeleri misyonu görerek sözel düzlemde doğrudan metne taşırken, estetik modernizmin yazan sorgulamayı da, anlam arayışını da çoğunlukla biçim aracılığıyla örtük bir düzlemden verir.(2)

Yıldız Ecevit’in bütün bu postmodern edebiyat savunularına bakınca insan şaşırmadan edemiyor. Bu tartışma ve estetik öne çıkartılırken postmodern sanatçılarda şu basit soruyu hiç sormamış gibidir. Anlamın olmadığı veya bulanık anlamın olduğu, bütünlüğün olmadığı bir eseri neden okuyalım?

Sanatı bir simge anlatımı olduğu gerçeğinden uzak değerlendiren Yıldız Ecevit ve devamındaki postmodernler böylece sanatla bütünlük arasındaki ilişkinin amorf edilmesine destek verirler. Sanattaki bütünlük ilkesi simgenin oluşturulması ile ilgilidir. Bilinç akışı yöntemi bilinçaltının devinimi, belirli çağrışımlarda imge düzeyinde kalma bütün bunların hepsi ifade edilen simgenin kurgudaki şekillenişi ile ilgilidir. Simge ve bütünlük ilkesi sanat eserinin olmazsa olmaz koşuludur. Bu yüzden gerçekçi edebiyata yönelik ardaşıklık, somut coğrafya, sosyolojik olma özelliği, çağrışımların kullanımı, fantazya, bilim kurgunun kullanımı, öyküsel olma söylemi gerçekçi edebiyatın gelenek olarak içinde var olan olgulardır. Postmodernlerin bu eleştirisi gerçekçi edebiyatın oluşturduğu metinlerden en önemlisi şiir sanatı ile roman, öykü, müzik arasındaki ilişkileri irdelemekten kopuk eleştirilerdir. Sorunu simgenin bütünlük ilkesine göre oluşturulması ve düşünsel boyutun bilinçli birliğini anlamaktan geçer. Yoksa şu yukarıda sayılan çoğu olgu postmodern edebiyattan önce gerçekçi edebiyatta vardır. Peki saldırı neye yapılır. Simge, simgenin kurulumu ve bütünlük ilişkisine dairdir.

Postmodern yazın simge yerine kurgunun başa konulması şeklinde eser üretiminde bulunur. Böylece sanat eserine bütünlük katan simge dışarıda kalır. Biçim sanat eserinin dokusunu belirler. Eser eklektik ve çocuksu oyun biçiminde şekillenir. Buradaki çocuksuluğu bir masumiyet olarak görebiliriz fakat bu tam olarak yapılanı karşılamaz. Son aşamada bu çocuksuluk masumiyetten daha çok üretilecek esere bilinçli bir şekilde yöneliminin reddidir. Böylece kurgu öne çıkar kurguyu belirleyecek olan simge dışarı atılır. İlkel bir yazın (popüler veya yoz) kurgu ve özgürleşen sanat adına egemen olur.

Basit bir gerçeklikle sözümü kapatayım. A kişisine söz verdiğinizde o sözü tutmak zorundasınız. Tutmak dürüstlüğünüz ölçütü olurken, edebiyatta ise sahiciliği biçimlendirmek olur bu. Sıradan insan sözle eylem arasındaki ilişkiye buradan bakar. Söz ve eylem birliği bu kadar basittir aslında. Söz ve eylem birliğinin olmadığı sanat eseri veya sanatçı olabilir mi. Bütünlük ve simge olarak saldırdıkları olgu sanat eserindeki söz ve eylem birliğidir. Amaç sanatla toplum arasındaki bağı kopartmaktır.

19. yüzyılın son on yıllarına değin bu birey-insan, edebiyat yapıtlarının kahramanıdır, gerçek kahraman özellikleri taşımaktadır. Edebiyat biliminde ona henüz metin figürü ya da protagonist gibi silik tanımlar uygun görülmemiştir. ‘Tanrının bir sureti’dir  Faust; ‘Hazırım evreni yen i bir yörüngede gezmeye/Yeni uzayların katıksız eylemliğine,’ der; bilme, öğrenme isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. ‘En yüksekte ve en derinde ne varsa / Kavramak İst[emektedir] tini[y]le.’ Kendi duvarlarını aşmalı, “Dünyayı özünde bir arada tutan / Ne olduğunu bilme[li} (…); / Onu devindiren güçleri görmeli’dir.(3)

Yıldız Ecevit anlam ve anlam yaratma süreçlerini genel olarak düşüncenin ortaya çıkardığı sonuçlar olarak görürken kahramanlık eylemini de bilimde değişen paradigma içine yerleştiriyor. Bu idealist mantık öncülünü düşünce olarak alırken toplumsal yaşam ve değişimlerinin görmemek ve bir adım ilerisi düşünsel üretimde düşünceyi merkez alan ve toplumsal yaşamı gözetmeyen bir yerde duruş sağlıyor. Yıldız Ecevit’in yaptığı da bu. Kahramanlık ideoloji ile sömürge ve sömürgeleşme ve ulus ulusallaşma süreçlerini dışarı da bırakırsanız kahramanlığı da soyut bir düşünsel üretim olarak görmek mümkün. Odisseus’un yolculuğunu sadece bir gemiyle gezinti olarak görürseniz o gemiyle kolonizasyon arasındaki ilişkiyi göremezsiniz. Kahramanlık ile koloni arasındaki ilişkiyi; 16. yüzyıl ve devamcısı bireyi kapitalizmin gelişimi ve dünyayı pazara ve sömürgeleştirmeye yönelik ulusallık ve bu ulusallığa bağlı kahramanlık içinde görmezseniz ortaya çıkacak sorunları göremezsiniz. Kapitalizmin gelişimi ve emperyalizme geçişini göremezsiniz. En önemlisi sermaye oluşturmakla özne arasındaki ilişkiyi göremiyor. Özne kendi varlığı ile sanatsal bir üretimde bulunurken bunun aynı zamanda bir artı değer ortaya çıkartma süreci olduğunun farkında değildir. Bu süreç sadece kendini sanatla var etmek olduğu gibi, diğer yandan sorgulanmaya müsait olmayan bu alan sanatın kapitalist sermayeye dönüşme burjuva ideolojisinin ulus ideolojisi içinde şekillenme sürecidir. Yazar ile kahramanlık bu sürecin dışında değildir. Yıldız Ecevit bilimi, düşünceyi toplumdan kopartıyor ve onların bağlamlarının dışına çıkartarak öncesiz ve sonrasız hale getirtiyor. Böylece postmodern edebiyatı meşru hale getiriyor.

Fakat üsteki alıntıda aydınlanma sürecini sadece sanat ve tanrı ilişkisi olarak görmek ne kadar doğrudur. Öznenin doğuşu ile tanrıdan kopuşu gördüğümüz  gibi, insanla, doğa ve toplum arasındaki ilişkinin yeniden biçimlenişidir bu. Bilimin merkeze alınması olduğu gerçekçi bakışında merkeze alındığı bir süreçtir bu. Sadece özne merkezli bir dünya değil bilim merkezli bir dünyaya yöneliyordur insanoğlu. Yıldız Ecevit olgunun bütününü görmemek için aydınlanma sürecini sadece insanın tanrılaşması olarak göstermek istiyor.

20. yüzyılın ikinci yansındaki estetik ise daha farklı bir yönelim gösterir. Artık edebiyat dış ya da iç dünyayı, somut ya da soyut yaşamı anlatmaktan çok, ‘kendini’ anlatmak istemektedir; objektifi doğrudan kendi üstüne çevirmiştir. Anlatı metinlerinde çoğu kez bir yazar-anlatıcı, söz konusu metnin nasıl kurgulandığını anlatmaktadır okuruna, onunla kurgu sorunlarını tartışmaktadır. Metnin kişileri ise farklı bir ontolojinin insanlardır; onların etten kemikten çok, ‘dilden’ oluşmuşlukları vurgulanır; yaşadığımız dünyada değil de kitap sayfalarında var olmaktadırlar. Postmodern edebiyatın öncülerinden Beckett, onlara, ‘sözcükten adam’ anlamında ‘homo logos’ der.”(…) “Metin ise, daha önce başka yazarlar tarafından yazılmış metinlerden izler taşıyan ‘metinlerarası’ (intertextual) bir doğayla bütünleşerek gelişir. Geleneksel edebiyatın, ağaçlardan/çayırlardan oluşan doğasının yerini, harflerden/sözcüklerden/kitaplardan oluşan yeni bir dünya almıştır. Bu yazı evreninde eskil metinlerin kişileri kendi evlerinde gibi dolaşırlar.(4)

Sanat eserinin estetik nesne veya özgünlüğünün yitirilmesi veya estetik nesnenin yapıntıya dönüşmesi postmodern edebiyatın neden metinlerarasına geçtiğini göstermesi açısından bu anekdotlar önemli. Böylece sanat eserini kendisinin ölçütü yine sanat eserleri olurken sanat eserinin toplumsallıkla arasındaki ilişki dışarıda bırakılır. Eser artık dilsel bir mekanizmadır, eleştirinin kendisi bu dilsel mekanizmaya uygunlukta şekillenir. Esere dair söz ve eylem birliğinin üzerinden bakarak bir sahicilik çözümlemesi ve gerçekçilik irdelemesi yapmanın imkanı ortadan kalkar. Bu metinlerarası süreç sanatın sanat için varlığı gibi görünse de, sanatın metalaştırılması sürecidir.

Bu metalaştırma sürecinin önemli özelliği şimdiye kadar sanat eserinde yapışık olan ve onu estetik nesne haline getiren biricikliğin veya özgünlüğün yok edilme sürecidir. İşte postmodern edebiyatın başladığı nokta burasıdır ve sermayenin sanatı tahakküm altına alma süreci de.

Öncelikle şunu bilmek lazım sanat eserine biriciklik katan sadece özne değildir çoğul özneler ile de bu süreci yaratılır. Bu çoğulluk çalma veya eklektik olmaya dayanmadan yaratıcılığı ortaya çıkartarak olabilir. Sinema veya tiyatro bu kollektif yaratıcılığın ortaya çıkarıldığı sanatlardır. Demek ki sorun özneyle ilgili değil özneyi veya özneleri tahakküm altına almakla ilgili ve devamında toplumu tahakküm altına almadır.

Genel olarak  postmodern edebiyat ve bu edebiyatın uzantısı polisiye ve bilim kurgu, fantastik roman veya sinema kişiye yönelik zekanın (bilincin değil) öne çıkarıldığı eserlerdir. Zeka daha çok özneye yönelik bir farkındalık ve özellik katarken, bireyciliği körükleyen ve sahnede olma güdüsüyle gösteri mantığıyla bir hareket eder. Böylece kendi farkındalığının ve bireysel özellikler gösterinin içine gömülür. Zeka, gazetelerden ve magazin basımından gelen şok etme mantığıyla hareket eder. Böylece zeka, bireyciliğin ve toplumsal mücadeleden kaçışın, sınıfsal sorunların tartışılmadığı ve şok etmenin öne çıkarıldığı makyavelist bir anlayışla şekillenir. Zeka artık şapkada tavşan çıkartan sanatçı adı altında bir hokkabazın alanı olur. Bu hokkabazlık  sanat eserinin her alanına işler. Çalmanın hazza dönüştüğü bu zeka böylece çok çeşitli biçimleri istediği gibi kullanan profesyonel bir biçim hırsızıdır. Cambazlık, hokkabazlık ve oyun adı altında çalmanın hazzı bir hırsızın edebiyata bir büyücü olarak sunulmasıyla devam eder. Buradaki çalma eklektik olarak verilse de bize tam olarak öyle değildir. Şok etme ve şova yönelik postmodern edebiyatta çalma tek tipli protiplerin sürekli üretimine dayanır.

Tiyatroda, romanda fazla olmasa da, sinema da dejavu duygusunu veya tekrar duygusunu   yoğundur. Sinemanın kendi içinde tekrarı ve kendini yenileme olanaklarının azlığı, (çünkü kitlelerin manipülasyonuna dayanır) ve repliklerin kitle kültürüne uygunluğu, alınan alkış ile tekrarın çoğalması ortaya çıkar. Alkış geniş kitle dayanağını oluşturmanın önemli bir dayanağıdır. Replikler ortak sahneler geçmişte yakalanmış kitle tabanının devamını sağlamak ile ilgilidir. Çünkü artık satılan bir replik veya ortak sahneler vardır. Kitle kültürünün oluşumu ile sermaye arasında böyle bir ilişki bulunur. Bu ise artık sanallaşmış insandır yani hafıza sorunu yaşayan insan. Bu insan eyleyen değil seyreden insandır. Bu durumun yarattığı  dejavuyu bir kültürlü insan hali olarak görenlere duyurulur. Yıldız Ecevit’in postmodern edebiyat övgüsü kitle kültürünün oluşturan tüketim ve görselleşme ideolojisinden kopartarak yapılan değerlendirmelerdir.

Postmodern dünya da ruhuna şeytana satanların (kapitalistlere)  ortaya koyduğu yapıntılar bize sanat eseri olarak gösterilir. Böylece kapitalizmin güdümüne girmiş çağın kurnaz tanrısı, bize zeka olarak sunulur. Bu ise ikonlaştırmanın zorunlu durağıdır.

Sanatın temel özelliği dış dünyayı bir bütünlük ve o sürecin kendine özgü iç çatışmaları ve zenginlikleri içinde yansıtmak olması gerekirken, postmodern sanat bunun tam tersi bir anlayışla kendini konumlandırmasıdır. Postmodernin dış dünya algısı bir kaos ve bütünlüksüz karmaşa içinde bir dünya algısıdır. Aynı durum direk yazarın iç dünyasını da gösterir bize.  Dış dünyayı çözememenin veya çözmek için gayret göstermekten vazgeçmiş insanla karşılaşırız. Artık bu insan için sanatla bir toplum açıklaması veya insan açıklaması anlayışının dışına çıkar. Sanat sadece bir eklektik kurmaca, oyuna dönüşür. Böylece sanat eserinin vereceği estetik hazda kuru bir oyun dürtüsünün getirdiği hazdır. Böyle bir haz ilkel toplumdaki insanın duyduğu haz olabilir ama günümüzün kültürel bir varlık olarak var olan insanı karşılamaz. Amerika da bazı sinema ve sanat ürünlerinin genel olarak onla on iki yaşındaki bilinci karşılayarak yapıldığını biliyoruz. Bu gün postmodern sanatta bize hep gerileten ilkel bir sanatın sermaye tarafından topluma dayatılmasından başka bir şey değilmiş gibi geliyor.

N O T L A R

(1) Yıldız Ecevit, Türk Edebiyatında Postmodern Açılımlar, İletişim Yayınları

(2) Yıldız Ecevit, Türk Edebiyatında Postmodern Açılımlar, İletişim Yayınları

(3) Yıldız Ecevit, Türk Edebiyatında Postmodern Açılımlar, İletişim Yayınları

(4) Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünya, İletişim Yayınları

Önerilen makaleler

2 Yorum

  1. Mustafa Hocaya not:
    İsmet Alıcı’nın Yıldız Ecevit yazısında birçok cümle, imla noktalama, dizgi yanlışları var. Bu da metni gölgeliyor. Keşke İnisiyatife koyarken yeniden edite etseydiniz. Ya da şimdi kaldırıp düzelttikten sonra yeniden koysanız. Bu hâliyle eleştirilebilir.

    1. Alıcı bu konuları ciddiye almıyor. Yazılarını düzeltmek oldukça zaman istiyor. İsterseniz kendisiyle bu konuda konuşabilirsiniz.

MayaKültür için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar