Cinselliğin bastırıldığı toplumlarda kadınların samimi, ya da içten davranışları çoğu zaman yanlış anlaşılır. Bu davranışlar, kadının bilinçli ya da bilinçsiz şekilde “ilişkiye davet” sunduğu şeklinde yorumlanır. Ancak bu algı bireysel bir yanılgı değil, derinlemesine yerleşmiş kültürel kodların ve sosyolojik koşullanmaların bir sonucudur.
Özellikle ataerkil normlarla şekillenmiş toplumlarda, kadın bedeni ve kadın davranışı üzerindeki denetim yalnızca hukukla ya da ahlaki söylemlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda günlük yaşamda, bakışlarda, yorumlarda ve sessiz kabullerde de kendini gösterir. Kadının gülüşü, konuşma biçimi, duruşu ya da göz kontağı bile çoğu zaman erotize edilerek yorumlanır. Bu da kadınların toplumsal ilişkilerde sürekli olarak “acaba yanlış mı anlaşılırım?” kaygısıyla hareket etmelerine neden olur ve dostane, sağlıklı iletişimlerin önüne set çeker.
Bütün bu toplumsal kodlamanın temeli ise çocuklukta atılır. Daha oyun çağında kız çocuklarına “fazla gülme”, “sesini alçalt”, “kendini fazla gösterme”, “el âlem ne der” gibi cümlelerle öz güven kırıcı, sınır koyucu mesajlar verilir. Kız çocuğunun duyguları bastırılır, ifadeleri törpülenir. Öte yandan erkek çocuklarının taşkınlıkları “çocuktur, yapar” denilerek tolere edilir. Erkek olmak; daha özgür, daha serbest ve sorgulanmaz bir kimlik gibi sunulur. Bu dengesiz yapı, bireylerin duygusal gelişimini zedelerken, kadın ve erkeğin birbirini anlamasını da zorlaştırır. Kadın içine kapanır, erkek duygularını bastırmayı “güç” sanır hale gelir.
Kadınlar, zamanla bu yanlış anlaşılma ve etiketlenme riskine karşı daha sert, daha korunaklı davranış kalıplarına yönelir. Ne yazık ki bu durum, kadınların içsel dişil enerjisini köreltir; sezgilerden, zarafetten ve duygusal derinlikten uzaklaştırır. Kadın kendi doğasından uzaklaştıkça, toplum da insani niteliğini kaybetmeye başlar. Çünkü kadın; üretendir, dönüştürendir, doğurandır.
Ancak burada önemli bir ayrım yapmak gerekir: Bu dönüşüm, yalnızca kadına yöneltilen tehditlerden kaynaklanmaz. Asıl mesele, sistemin kadının dönüştürücü gücünü bastırmak için onu belirli kalıplara sıkıştırarak şekillendirmesidir. Kadının eğiten, dönüştüren, üretken gücünden çekinen sistem; onu tanımlayan, sınırlayan ve edilgenleştiren yapılar kurar. Çünkü kadın değişirse toplum da değişir, sistemin dengesi sarsılır. İşte bu yüzden, kadın üzerinde kurulan kontrol yalnızca bireysel değil, sistematik ve tarihsel bir müdahaledir.
Bu noktada yeniden düşünmemiz gereken şey, toplumsal olarak “kadın” ve “erkek” kimliklerini nasıl inşa ettiğimizdir. Cinsiyet odaklı değil, insan odaklı bir yaklaşım benimsenmedikçe bu çarpıklığın önüne geçilemez. Davranışları, ifadeleri ve duyguları cinsiyet merceğiyle değil, insaniyetin ortak diliyle değerlendirmeyi öğrenmeliyiz.
Kadının zarafeti, erkeğin gücüyle değil; insanın insana duyduğu saygıyla anlam kazanır. Bugün ihtiyacımız olan şey, kadın ve erkeği karşıt kutuplar değil, tamamlayıcı özneler olarak görebilmek; birbirimizle önce “insanca” ilişkiler kurmayı öğrenmek. Cinsiyet sonraki aşama; asıl mesele insan olmakta.