“Birinci işkenceci- Bana bak İbrahim, İçeride gayet iyi hijenik işkence makinesi var. Biz senin gibilerini çok gördük. Makineye bağlandı mı bülbül gibi öterler.
İbrahim- Ne makinesi
İkinci işkenceci- Öttürücü
Birinci işkenceci-Ama tabii ben işkenceden yana değilim. Sevmem. İnsan insana böyle ayıbı yapmamalı.
İkinci işkenceci- Biz bir şey yapmıyoruz ki amirim. Makine otomatik. Basıyorsun düğmesine makine yapıyor. Ortada bir ayıp varsa makinenin ayıbı. “- Pardon filminden bir diyalog
Makine hep insanın yorgunluğunu hafifletme duygusunu bir uzantısı gibidir. Sadece doğaya hâkim olma güdüsü makinelerin ortaya çıkmasını tam açıklamıyor gibi. Büyü veya büyülenme hikayesinin arkasında da insanın yorgunluğunu hafifletme, korkularını yenme ve doğaya hâkim olma yok mudur? Gykes’in yüzüğü gibi görünmez olma anlayışı kaç bin yıldır var.
Ya bedeni aşağılama kültürünün kökenleri ne kadar eski. Mısır, Mezopotamya, Zerdüşt kültürü ve Orfeus’çuluk ve felsefi boyutu olarak biçimlenen Pisagor’culuk. Platon ve Aristoteles’i Pisagor’cu kültürden kopartamayacağımız gibi bedeni aşağılama kültüründen de kopartamayız. Beden bir mezar tiksinti verici bir madde, maddiyat dünyası, insanın düşünsel varoluşunu engelleyen ona sapkınlıklar yaptıran şeytani bir et yığınağı gibidir. Perhiz kültürü buradan şekillenmiştir. Maddenin reddi düşüncenin öne çıkartılması birazcık yorgunluktan kurtulma güdüsü ve doğaya hâkim olma. Bütün bunlar algının matematikleşmesini evrenin maddeden kopartılarak sadece düşünsel bir olgu olarak anlaşılmasını sağlamıştır. Aristoteles’e göre köle insan değil bir makinedir. Aynı şeyi kadınlar içinde der. Çalışmak aristokratın işi değildir. Bu görev bir makine olarak görünen köleye verilir. Makinelerin çıkışı bir araç ve araç çeşitlenmeleri yaratmakla birliktedir. Bir aracın ortaya çıkardığı küçük bir enerji olsa da, her zaman doğa olaylarını çağrıştıran ve doğa olaylarının ortaya çıkardığı enerjinin düşsel anlamda karşılığına oturmuş gibidir araç. Mistikleştirme ile doğadaki enerji hep o araçlara yüklenmiş gibidir. O artık bir kılıç değil kapıları deviren bir enerji yüküdür. İlk yapılan gemilerde geminin koçbaşı gibi ön tarafının at kafası şeklinde yapılması başka nasıl anlaşılır. Denizdeki dalgaları yaran bir at.
“Canlıları makinelere benzetme kavramı yeni değil. 16. yüzyılda büyük filozof, rasyonalist Rene Descartes, hayvanları çok karmaşık otomatlara benzetmişti. Günümüzde birçok teknoloji uzmanı, makine düşüncesi adını verdiğim bu kavramı yeniden canlandırıyor; çevremizdeki (ve içimizdeki) her şeyin değiştirilebilir, tamir edilebilir ve kopyalanabilir birer aygıt olarak düşünülebileceğini öne sürüyorlar. Onlara göre, insan varlığı en nihayetinde süslü püslü bir bilimsel olgudan ibaret.”
Makinelere buradan bakmak lazım gibi. Doğaya hâkim olma, bir dinlenme isteği ve iktidar güdüsü. Descartes’in matematiksel ve makineleşmiş evreni sadece tanrıyı işaret etmez. İnsanın doğaya egemenliğini de işaret eder. Kendi doğasını ve doğayı yok etmek adına kazanılacak bir zafer güdüsünü işaret eder. Aydınlanma kültürünün en büyük handikabı onun özne merkezli olması ve doğayla insan arasındaki ilişkiye gözünü kapatmasıdır. Akılcı kültürle doğa matematikleşmiş veya geometrik parçaların alanı olarak şekillenmemiştir. Rasyonelleşme mekanik bir insan algısına dayanırken insanla doğa arasında ilişki insanla otomat arasındaki ilişkiye benzeşmiştir. Doğayla insan arasındaki ilişki akılcılığa dayalı metafizik söylemlerle iki ayrı olgu gibi algılanmıştır. Düşünce ile madde arasındaki kopukluk doğa ile insan arasındaki diyalektik birliğin görünmesini engellemiştir. Hala doğa merkezli düşünsel bir doku oluşmamıştır. Marksizm ile şekillenen doğanın diyalektiği anlayışı bir yönelim olarak önümüzde duruyor.
Kapitalizm bütün dünyayı işgal edecek ve ele geçirecek şekilde hareket etmesinin nedeni insanla doğa arasındaki ilişki ve diyalektik birliğin görünmesini engelleyen aydınlanmayla bir felsefi doku oluşmamasıdır birazda. Feodalite ile mücadele eden burjuvazi feodalitenin dünyasını yıkarken pozitivizm adına bilim ve tekniği dünyayı işgal etmenin aracına dönüştürmüştür. Bütün aydınlanma süreci sadece feodalitiyeyi yıkma değil doğayı ele geçirme alt yapı ve üst yapı kaynaklarının kapitalist devletlere boşaltılması ve dünyanın sömürgeleşmesi ile biçimlenen yoğun köle emeğinin ortaya çıkartılması ile birlikte gitmiştir. Aydınlanma felsefesinin bir ayağı olan akılcılığı bu kapitalist işgal politikasından ayrı düşünmenin imkânı yok gibi.
Aydınlanma ve Fransız devriminin yarattığı etki ve bunun diğer ülkelerde ulusal devrimleri, krallığa ve mutlakiyetçiliğe dayalı yönetimleri yıkması 18. 19 yüzyılların tartışılan ve bilinen olgularıdır. Pozitivizm ideolojisinin şekillendirdiği ilericilik ve gericilik anlayışı bu sürecin belirgin burjuva ideolojisidir. Bu süreçte sömürge ilişkileri ve sömürgelerin oluşumu ulusal devrimler üzerine yüzlerce şey söylenmiştir. Emperyalizm ve emperyalizmin gelişim boyutları yoğun bir şekilde irdelenmiştir. Fakat bilimsel teknik gelişim üzerine çoğu şey söylense de, bu gelişim ile makineler arasındaki ilişki biraz kapalı kalmıştır. Bilimsel teknik gelişiminin somut karşılığından biride makinedir. Makine ile başlayan üretiminin yoğunlaşması ve bu yoğunlaşma ile şekillenen fabrika anlayışıdır. Emperyalizmin üst yapıda biçimlenişi banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesi iken alt yapıda ise makinelerle biçimlenen fabrika üretiminin şekillenişidir. Üretiminin yoğunlaşmasını ve standartlaşmasını sağlayan bu üretim bütün manifaktür ve feodal üretim biçimlerinin parçalanmasını sağlarken sömürge veya gelişmemiş ülkelerle emperyalizm arasındaki ilişkiyi belirleyen önemli bir olgu olmuştur. Bu anlamda emperyalist ülkelerdeki manifaktür üretiminin yıkılması ve makineleşmeyle biçimlenen fabrika üretiminin yaygınlaşmasının yarattığı dezavantajları yoğun bir şekilde kullanmıştır kapitalistler. Geçmiş manifaktür sürecinin ideolojik sorgulanması üzerinden şekillenen anlayış kapitalistlerin sömürgeleri ellerinde tutmak için ve yeni sömürgeci anlayışı yaygınlaştırmak için gerekli ideolojik atmosferi yaratmıştır. Çoğu gelişmemiş ülkelerde şekillenen mandacılık ve mandacılık ideolojisi içindeki farklı emperyalistlerle işbirliği sorununu belirleyen önemli etkendir makineler ve fabrikalaşma.
Makineler ve fabrikalar ilişkisinin diğer yanı ise zamanın üretime göre bölünmesi ve emek yoğunlaşmasının sağlanmışıdır. Sadece vardiya sisteminin yaygınlaşması değil ürünün bütün süreçlerini ve ideolojik atmosferini kapsayan bir zaman anlayışının oluşmasıdır. Ürünle zaman arasında ve böylece ürünle yaşam arasında bütün hayatı kapsayan ve içine alan ideolojik bir yaşam biçimi oluşmuştur. İşçinin her dakikasını hesaplayan bu hesabı ürünle ilişkili gören bir ideolojik anlayış yaygınlaşmıştır. Zamanın bölünmesidir ürünle ilişkili hale dönmüştür. Böylece sadece ürün ve zaman bir ideolojik atmosfer içinde şekillenmemiş ürün ve boş zamanda bu ideolojik atmosferin önemli bir unsuru olmuştur. Kapitalist ideolojinin biçimlenişi ile bu boş zamanın kapitalistlere uygun bir şekilde ve işçi sınıfının kapitalistlerin başına büyük sorun olmayacak şekilde organize edilmesini sağlamıştır. Kitle kültürü ve kitle kültürü ile biçimlenen işçi tipolojisi bir makine veya otomata uygun ve artı değer sömürüsünü de sürekli sağlayacak ideolojik boyutta biçimlenmiş.
Emperyalizm ile ortaya çıkan faşizm, kitle kültürü anlayışı, tek tip insan veya otomatiğe bağlanmış insan zamanın her anının ürünle ilişkilendirilmesi ile ilgilidir. Emperyalizm veya faşizmin yarattığı bu baskılandırma veya bu baskılandırmanın farklı uzantıları olan milliyetçilik, ırkçılık, dincilik oluşturulan kitle kültürünün ürünle ilişkilendirilmesi ve zamanın organize edilmesidir. Bu anlamda din. Milliyetçilik, ırkçılık zamanın ele geçirilmesi organize edilmesi ile bir ideolojik araca dönüşürken aynı zamanda meta derkesine iner. İslam artık İslam değildir. Türk artık Türk değildir. Alman ırkı artık Alman ırkı değildir. Onu belirleyen birincil unsur organize edilmiş zamana uyumu ve ürünle ilişkisidir. Bu sadece ulusallık ve onun biçimlenişi süreci değildir. Makine ve fabrika düzeninin getirdiği bir ideolojik boyuttur. Bu boyut çoğu kereler fordizm üzerinden tartışılmıştır. Fakat fordizm daha çok emperyalizmle ilgili bir ilişki olarak görünmüş bu anlamda sömürgeler ve geri kalmış ülkelerdeki ideolojik atmosfer es geçilmiştir.
Emperyalizm sadece teknik bilgi taşıyıcısı değil diğer yandan bir makine taşıyıcısıdır. Makine yoğunlaştırılmış emek süreçlerinin farklı bir şekilde devamını sağlarken işçi sınıfının merkezi bir güç olmasını da engelleyen ve sermayenin daha yoğun kazanmasını sağlayan bir araçtır. Üretimin merkezine makinenin yerleşmesi üretim süreçlerindeki yaratıcılığın işçi sınıfının elinden almasını da sağlayan bir araç. Biz soruna sadece makine diye bakmayalım, Makinenin varlığını sağlayan bilimsel ve teknik gelişimi görerek hareket edelim. Böylece üretim ile işçi sınıfı arasındaki bağ kopar ve üretiminin bütün alanları kapitalistlerin denetimine geçer. Kapitalistlerin işçi sınıfına bağımlılığı makinelere bağlılığa dönüşür. Günümüz dünyasında teknik ve bilimsel gelişim fabrika dışına çıkmış böylece bilimsel ve teknik gelişim ile işçi sınıfı arasında bağ kopuktur. İşçi sınıfının yanında olması gereken bilim ve teknik emekçileri üründen aldıkları paydanın artması ile ve bu alanlarda yaratılan rekabet ortamlarıyla işçi sınıfından uzaklaşmış kendi içinde sermayeye hizmet eden bir kasta dönüşmüştür. Bu kasta dönüşen sınıfın çalışma ortamları çok çeşitli özgürleştirici koşullarla desteklenerek yetenekler yığınağı algısı yaratılarak ve rekabet ortamının güzellemeleri ile refah ve huzur içinde yaşayan bir zümreye dönüşmüştür. Bilimsel ve teknikteki bu dönüşüm ürünün ortaya çıkış süreçlerini etkilemiştir. En önemlisi üründeki temel alan üretimden daha çok pazarlama ve hizmet sektörüne dönüşmüştür. Ürünün üretimi ile pazarlama ve hizmet sektörü arasındaki bağlarda farklılaştığı için üretim alanındaki işçi ile pazarlama alanındaki işçinin birlikte mücadele etme olanakları ortadan kalkmıştır. Taşeronlaşma, fason üretim, dijital pazarlama, fast food çalışma biçimleri işçi sınıfının ortak aidiyet ve ortak örgütlenme yaratmasını engeller biçimde şekillenmiştir. Bu çalışma biçimleri örgütlenmeye yeterli zeminde olmadığı için işçi sınıfının dönüştürücü enerjisini ortaya çıkmasını da engeller konumdadır. Dünyadaki işçi sınıfının giderek örgütlü gücünü yitirmesinin başında bu nedensellikler vardır. Bu anlamda ideolojik mücadelenin önemi daha da artmıştır.
“Emek aracı, makine haline geldiğinde, insan gücünün yerine doğa güçlerinin ve deneyimlere dayalı alışkanlıkların yerine doğa bilimlerinin bilinçli şekilde kullanımının konmasını gerektiren bir maddi varoluş biçimi kazanır. Toplumsal emek sürecinin manifaktürdeki yapılanması tümüyle özneldir, parça-işçilerin bir araya getirilmelerinden ibarettir; makine sisteminde ise büyük sanayi, tamamen nesnel bir üretim organizmasına sahiptir; işçi, bunu, üretimin son biçimini almış maddi koşulu olarak karşısında hazır bulur. Basit el birliğinde ve hatta iş bölümü aracılığıyla özgülleştirilmiş el birliğinde, tek tek işçilerin yerini toplumsallaşmış işçinin alması, hâlâ az çok tesadüfe bağlı görünür. Makineler, ileride belirtilecek bazı istisnalar dışında, yalnızca, dolaysız olarak toplumsallaşmış ya da ortaklaşa emekle işletilebilir. Demek ki, emek sürecinin iş birliğine dayalı karakteri, artık, bizzat emek aracının doğasının dikte ettiği teknik bir zorunluluktur.” (1)
Marks Kapital’de bu sürecin insan ile doğa arasındaki bağın kopması olarak değerlendirir. Makine insanı doğanın içinden alır yeni toplumsal üretiminin başat olduğu yeni bir doğa içine alır. Elin mekanikleşmesi ve otomatlaşma bu süreçle şekillenir. İnsanın elleriyle biçimlendirdiği ürün emeğin yoğunlaşma süreci ile ortaya çıkan makinenin görevi olur. Beden ile doğa arasındaki ilişki makine ile insan arasındaki ilişkiye döner. İnsanın doğadan kopuşu sadece beton ve demir uygarlığının şekillenişi değildir. Şehir ürüne göre biçimlenir hız rekabet ortamında ürünün birincil öğesi olur. Arabalar, trenler, metrobüsler, yürüyen merdivenler, asansörler. Artık ayaklarımıza bakınca onları görüyoruz. Bir parçamız ve uzuvlarımız gibi. Bunu sadece bilimsel ve teknik gelişim olarak görmemek lazım. İnsan doğasının kendinden ve dış doğadan kopartılması olarak görmek lazım. İşçilik kapitalizmle birlikte ortaya çıkan makineleşme ve buna bağlı olarak şekillenen mekaniklik insan doğasının tektipleşmesini sağlarken yaratıcılığının geliştirmesini engeller. Çünkü kapitalizmde birincil olan ürün ve üründen alınan artı değerin büyümesidir. Bu anlamda kapitalizm insani olguları gözetemez.
“Bir insanı bölümlere ayırmak, eğer hak etmişse onu ölüme mahkûm etmek, eğer hak etmemişse onu katletmektir. Emeğin bölümlere ayrılması bir halkın katledilmesidir.”(2)
Her makine ile kapitalizm daha büyük rant elde ederken, işçi sınıfı ile makine arasındaki ilişkide azalır. Makineler kendi egemenliğini sağlarken tekellerin tröstlerin egemenliğini artar. Bu diyalektik bağ ise sömürgeler ve emperyalizm arasındaki savaşımda her gün emperyalistler daha karlı ve sömürgelerin daha bağımlı hale gelmesini sağlar. Aynı zamanda küresel sermayenin oluşmasını sağlar. Böylece fabrika alanı ve biçimlenen pazar sömürgelere de şekillenirken, bilim ve teknolojinin denetimi küresel sermayenin elinde kalır.
PROFESYONEL YAZAR
Şimdi bir filozof var. Sadece cuma günleri tam akşam yedide yazılarını Facebook’a koyar. Tam yedide. Niye cumartesi ve pazar günleri çok okunsun ve tartışılsın diye. Fakat tartışılsın diye bu filozof! herkesi arar. Ta cumadan.
Sordum niye böyle yapıyorsun ey filozof diye,
dedi ki, ben profesyonel yazarım.
Bu profesyonel yazarımız, pardon filozofumuz pragmatizme karşıdır.
Profesyonel yazar işin mizahı. Kapitalizm uzmanlaşmayı yaratırken, saatleri böler. Hele profesyonellerin bütün saatleri kapitalizmin yarattığı bu standarlaşmaya uygun biçimlenir. Sadece saat dörtte bütün telefonlara bakarlar. Saat on birde kahvaltı yapar. O sıra kimse rahatsız edemez onu. O bir akit ve dakik bir profesyoneldir. Sadece cumartesi günleri aşık olur, aşk şiirleri yazar. Pazartesi, sendromu var. Olsa olsa psikolojik yazılar olur. Salı sadece ağır metinler okur ve yazar. Çarşamba buhrandır, ekonomi yazar. Maşallah bukalemun gibidir. Her güne uygun giysi değiştirir. Hafta içi koyu, hafta sonu spor. Kolay değil profesyonel olmak. Yemekleri de profesyoneldir. Yağlıyı sadece pazarları yer. Kuruyu hiç yemez. Öğle yemeği mısırlı salata, akşam az pişmiş pirzola. Hiç değişmez bu standartlaşma. Yoksul mahallerde kimse göremez onu. İğrenç ve mide bulandırır oralar. Hele dumanlı kahveler, nefes alınacak yerler değildir. Sizde bilirsiniz bir profesyonel yazar, hiç bir şekilde pazara gitmez. Bir zirzopla, hapçıyla, altılı manyağıyla arkadaş olmaz. İşi ise bunu yapar fakat bu da mekanik bir süreçtir. O profesyonel yazardır. Saati ve zamanı bellidir. Bu işlerde duygusallığa yer olmaz. Çünkü kültür endüstriye dönmüştür sorun insanın insanlaşma ve özgürleşme süreçlerinin dışına çıkmış şirketlerin biçimlendirdiği marka ve imaj yaratma süreçlerine dönüşmüştür.
Dil kendi geniş alanını kapitalizmin çalışma alanı içinde bulur. Yaşam dediğimizde o yaşamı belirleyen unsurları reddetmenin imkânı yok gibidir. Sürekli satışa, reklama, tanıtıma ve üretime dayalı bir dilsel doku yaşamın önemli alanını ele geçirir. Aynı durumu eğitim alanında da görebiliriz. Çalışma hayatı ile eğitim iç içe geçer toplumsal statüyü belirler. Bu anlamda ürünün ortaya çıkartma ve pazarlama süreçleri içindeki hız dilin şeklini dokusunu belirler. İşaretler, emir kipleri, anlamsal karşılığı bulanık mecazlar, bu hız ve baskılandırmanın yarattığı argo dilin genel yapısı olur. Sözcük dağarcığının darlığı ürünün hızla çıkarmaya dayalı şekillenen dilin belirgin özelliğidir. Ürün ile bu hızlı tempoda bütünlüklü ilişki kurulmasına zaman kalmaz. Düşünmek yerine sadece emir kipleri içinde koşturan makineleşmiş veya otomatlaşmış topluluklar veya insanlar şekillenir. Olgusal bilinç bütün yaşamı kapsar nedenselliklerin dışlandığı ve her şeyin pragmatizm veya yarara dayandığı bir makineleşmiş dilsel doku oluşur. Bu dilsel dokudan dolayı olayları veya üretim süreçlerini bütünlüklü kavrayacak ideolojik bakış oluşmaz. Böylece algılarla rahat bir şekilde yönetilecek toplumsallık şekillenmiş olur. Algıların sürekli olduğu doku kendi içinde bir simülasyon yaratır. Bu sanal gerçeklik nesnel gerçeklik gibi algılanır.
“İnsanların bugünden hatta geçmişten yola çıkarak geleceği kestirme alışkanlığı var. Buradaki varsayım, şu ana kadar işimize yarayan şeylerin gelecekte daha gelişkin bir biçim alarak işimize yarayacağı. Fakat yeni gerçeklik şu: Üstel ve tümleşik teknolojik değişimlerin etkileri daha fazla, bu yüzden yarın dünün devamı olacak gibi gözükmüyor. Aksine, geleceğin tümden farklı olacağı kesin; çünkü geleceğin varsayım çerçevesi ile geleceği teşkil eden mantık farklı olacak”
Geleceği kuran biziz demek ne kadar doğru veya geleceğe dair verilen kararlarda bütün insanlığın sorumluluğu var demek ne kadar doğru. Neoliberal politikalar sürüp götürtürken insanlığı buna karşı ortak karar almasının imkânı yok gibi. Seçim sistemi ile şekillenen kapitalizm böylece temsiliyet yanılgısını yaratarak tartıştırmadığı olgularla insanları büyük bir karanlıkta bırakıyor. Hayatın her yanını kapsayan sermayenin rekabetin yarattığı rant güdüsü bilim ve teknolojinin de bu güdüyle teslim olmasını sağlıyor. İnsanlığı korkunç bir karanlığa yuvarlıyor. Belirsizlik ve bu belirsizlikte bilmemiz gereken ilk olgu hiçbir şekilde kapitalistlere güvenilmez.
Geleceğin dünyasında makineler ve robotlar her yanımızı sarar. Bu gün bunu böyle görmemizin nedeninde teknolojinin gelişiminden etkisi olsa da film sektörünün cabası da tartışılmaz. Bilakis bilimkurgu, fantastik ve polisiye filmler makinelerle robotlarla kuşatılmış bir insanlık sunar. İnsanlar mı, makineler mi güçlü sorusu hep ayakta kalır. Bu bilinmezlik sorusunun nedeni günümüz teknolojisinin gelişimi ile ilgilidir. Felsefeden ve eleştiriden kopuk bir bilimsel gelişim ve teknolojik alan vardır. Toplumun rızası alınmadan veya böyle bir rıza gerek duyulmadan bilimsel gelişim ve teknolojik alan gemi azıya almış gibidir. Burada sinema alanının işlevi alınmamış rıza alırmış gibi bir işlev yüklenmesi ve gerçeklikten kopuk sanal bir algının oluşturulmasına destek vermesidir.
Makineler ve teknolojik gelişime dayalı gelecekçi akımlar an’ın gücüne ve an içindeki iktidarın olanaklarına dayanır. Öncesiz bir tarih anlayışı ile hareket ederken hızı ve makineleri, teknolojiyi an’ın merkezine yerleştirir. Böylece öncesiz mekân algısı oluştur ve tartışma ve eleştiri imkanları ortadan kalkar. Yıkım ve yıkımın yaratacağı psikolojik algı değerlendirilmez. Gelecek sorgulanmadan bilimsel ve teknolojik gelişim içine atılır. Böylece yalnızca kaos ve karmaşanın içinden veya kapitalizmin yarattığı çelişik durumdan çıkılıyormuş algısı yaratılarak mutluluk ve kurtuluş söylemleri ile insanlık geleceğin girdabına sürüklenir.
Bu otomatizm ve bilimsel ve teknolojik gelişim kapitalizmin artı değer sömürüsünün dışında ve sınıf savaşımından kopuk sadece insanlığın egemenliğine sunulmuş gibi verilir. Kitle iletişim araçları ve akademisyenler bu işlevi yerine getirirken kapitalizmin yoğun sömürü olanakları için yol açmış olurlar. Nedensellikten kopuk bu algı ile denilmek istenen makineler saf ve masumdur çocuklar gibi onlar düşünemezler. Bu anlamda korkmaya gerek yok. Gerçekten aradığımız bu mu? Sorun makinelerin ve teknolojik gelişimin ile kapitalizmle şekillenen rant ekonomisini gölgelemek ve teknolojik ve bilimsel gelişim arasında düşünsel boyutun ortadan kalmasını sağlamaktır.
“Sarsıcı bir örneği, giderek daha da çok tartışılan ihtilaflı bir meseleyi, ektogenezi ele alalım: Yani, bebeğin anne karnı dışında, yapay bir rahimde büyütülmesi fikrini.27 Yapay rahimde gelişim, gelecek 1 5-20 yıl içinde uygulanabilir. Teknolojideki “Evet, yapabiliriz” tavrının, en temel insani kaygılan bile nasıl geçersiz kılabileceğine en büyük örneği teşkil ediyor. İnsan üremesine bu fütüristik yaklaşımı uygulamak, kadınlar için hamileliğe kıyasla daha külfetsiz olabilir; hatta daha verimli olup, nihayetinde daha ucuza da gelebilir. Ancak bence bir bebeğin bu şekilde doğması tamamen insanlık dışı ve zararlı olacak. Sizi bilmem ama ben bu tarz kavramları ortaya atanların ve destekleyenlerin mantığını anlamakta zorlanıyorum.” (5)
Makineleri tek başına değerlendirmek imkânsız gibi. Bilimsel ve teknik gelişim ve bunun yaratıklarının içinde görmek lazım. Genetik ile şekillenen bilim veya bilişsel teknoloji öte yandan robotlar ve yapay zekâ. İşin diğer tarafı artık hayvan organizmalarına müdahale sürecinden sonra insan organizmasına müdahale edilme sürecindeyiz. Bunun nasılı bir bilinmezlik ekseni içine atıyor bizi. Yani bir yandan sürekli gelişen çok cinsellik ve trans halinin yaygınlaşması diğer yandan insanın organizmasının oynanması ile farklı cinselliklerin yolunu açacak gibi. Bütün bunlar insan doğasıyla oynanmasının sonuçlarına dair ne diyeceğimizi yetersiz bırakıyor. İnsanın geçmişten gelen doğasına dair bir şeyler diyebiliriz ya genetik yapısıyla oynanmış insanlara ne diyeceğiz. İnsan ve doğası veya doğa sorunu hala yeterli bir açıklanma ve bilinçlenme yaratmamışken. Bunun yanında insanın gelişim evreleri içinde melankolinin veya hastalıkla yaşayan bireyin önemli etkileri vardır. İnsanın kendi güçsüzlüğünü kendi olanakları ile aşmasının yerine bu gün genetikle oynanma veya dışarıdan bilinç verilmesi veya sürekli sistemin işleyişine uygun bir varlığa dönüştürülmesinin anlaşılacak hiçbir yanı yoktur. Simülasyonlar ve bu simülasyonların biçimlendiği dünya da insan bir algı makinesi olarak görünüyor. Onun bilinçli bir insan olduğuna dair düşünsellik yok oluyor onun algılarla şekillenen bir varlık olduğu anlayışı ile hareket ediliyor. Özgürleşme ve insanlaşma süreçlerinin yerini algısal süreçler alıyor. İhtiyaçların yeme içme barınma ve sağlık olarak gören kapitalizm insanın bilinçli bir varlık olarak görmekten sürekli kaçıyor.
Ve bütün bu süreçler insana mutluluk ve huzur verecek gibi dayatılıyor.
Teknoloji ve bilimin gelişimi insanlığı ve dünyayı nereye götürüyor belirsizliğinin diğer yanı ise bilim ve teknoloji elinde tutan sermaye gruplarının yaratacağı ideolojik mutluluk ve kurtuluş halesidir. Bunun ihtiyaçlara dönüştürmesi insanın insan kendi varlığının dışında bir başka doğaya doğru yönelmesini sağlayacaktır. İnsan mı makine mi anlayışı yaygınlaşacak makine insanın bir parçasına dönüşecektir. Bu sanallaşmanın içinde insanın insan olarak öteki insanla ilişkiye girmesi olanaksızlaşacaktır.
Fakat bu dijitalleşme kendi ben’inin devamı varlığının vazgeçilmez bir parçası haline dönmüş durumda. Genel psikolojinin belirleyen bu dijital ortam ve bu ortam içinde şekillenen sanal algılar toplamının sürekli bir simüle etmesi ve simülasyonun doğal ilişki biçimine dönüşmesi artık insanoğlunun içinde çıkılmaz bir noktaya doğru götürüyor. Sanal algının somut ilişkiden kopmasına makineler ve dijitalleşmiş yaşamın merkeze geçmesini sağlıyor. Doğaya veya doğasına yönelmesi gereken insan makinelere ve dijital ortama yöneliyor.
Sorun bir izler çevre yaratmak değil bu duyguyla girilen bu alan insanın makinenin içine gömülmesini sağlarken, yaşamının diğer alan ve zamanın tamamıyla artık bu ortamın belirlemesidir. Burada önemli olan her anın dijitalleşmesi veya sağlığımıza işimize dair bir yardımcı olarak dijital ortamın şekillenmesi ve bu şekilleniş ile ben ile makineleşen dünya arasındaki ilişkinin ben’in önüne geçmesidir. Ben yerine makineler ve dijitalleşmiş bir ortamın kendisinin var olmasıdır. Genetik bilimin gelişimi ve bununla birlikte insan yapılacak müdahalelerin belirsizliği bilimin birincil işlevinin ranta dönüşmesi insan mı yoksa mutant mı ikileminde dijitalleşmiş ve makineleşmiş insanın mutant deme ihtimali her gün daha da artıyor. Bütün bu ilişkiler insanın kendi doğasının veya insanla doğa arasındaki ilişkinin yok edilmesin sağlarken insan kendinde uzaklaşarak bir mutant biçimine dönüşecek gibi görünüyor.
“Demek oluyor ki, emeğin üretkenliğindeki gelişmeyle sağlanan emek tasarrufu,8 kapitalist üretimde, kesinlikle iş gününün kısaltılmasını amaçlamaz. Bu tasarrufla güdülen amaç, sadece, belli bir meta miktarının üretimi için gereken emek-zamanı kısaltmaktır. İşçinin, emeğinin üretici gücünün yükselmesi sonucunda, örneğin, bir saatte eskiden elde edilenin 10 katı kadar meta üretmesi ve dolayısıyla her bir parça meta için eskisinin onda biri kadar emek-zaman harcaması, onun eskisi gibi 12 saat çalıştırılmasına ve ona 12 saatte eskiden olduğu gibi 120 parça yerine 1200 parça meta ürettirilmesine kesinlikle engel olmaz (…) Demek ki, ilk olarak, yalnızca nicel bir fark söz konusudur. Görülmüş olduğu gibi, belli bir sermayenin ürettiği artık değer kütlesi, bir tek işçinin sağladığı artık değerin, eş zamanlı olarak çalıştırılan işçilerin sayısıyla çarpımına eşittir. Bu sayı, kendi başına, artık değer oranı veya emek gücünün sömürülme derecesi üzerinde hiçbir etki yapmaz ve genel olarak meta değeri üretimi bakımından da emek sürecindeki her tür nitel değişiklik önemsiz görünür. Bu, değerin doğasından çıkan bir sonuçtur. On iki saatlik bir iş günü 6 şilinde nesnelleşiyorsa, bu tür 1200 iş günü 6 x 1200 şilinde nesnelleşir. Bir halde 12 x 1200, diğer halde 12 iş saati ürüne dahil olmuştur. Değer üretimi söz konusu olduğunda, çok sayıda kişi, her zaman, çok sayıda tek kişi demektir. Dolayısıyla, değer üretimi açısından, 1200 işçinin kendi başlarına üretimde bulunmaları ile aynı sermayenin kumandası altında birlikte üretimde bulunmaları arasında herhangi bir fark yoktur.”(6)
Demek ki, emek zamanının tasarrufu ile bilimsel ve teknolojik gelişim arasında bir ilişki yok. Bu ilişkiyi şekillendirecek ve toplumsal bilinci taşıyacak siyasal hareketler yoksa, işçi sınıfının sekiz saat çalışma hakkını isteme durumu ortaya çıkmayacak. Oysa emperyalizm bu gelişim evresinde beş saatlik ve altı saatlik bir çalışma insanlığa rahat bir şekilde yeter. Makineleşme ile kaybedilen hak sadece işçilerin çalışma saati ile ilgili değil doğal olarak. Birde bilim ve teknolojinin gelişimi ile insanlığın ortak mirasının kapitalistler tarafından el konulması vardır. Burjuva hukukun şekillenişi de bu ortak mirasın gaspına dayanır.
Bir işçinin ortaya çıkardığı artı değer tekeller ve karteller sürecinde bütün çalışanların ortaya çıkardığı artı değer böylece bütün işçilerin çıkardığı artı değerin çarpımına eşittir. Bu artı değeri bütün olarak el koyan ve yeni sermaye olanakları olarak kullanan kapitalisttir. Burada sorun olan ise işçi sınıfının bölünmüşlüğüdür. A Makinesinin oluşumu sürecinde şekillenen emeğin örgütlü olmaması ve bölünmüşlüğü artı değerin sömürülmesi sürecine örgütlü müdahaleyi de engeller. A makinesinin bir parçasını yapan işçi kendi alanı olarak o parçanın alanı olarak görür. Kapitalist ideoloji o parçayla makine arasında ilişki kurmasını engellerken, işçi sınıfı mücadelesi yapanlarda süreç içinde bu parçalanmışlığı kanıksar ve bu kanıksanmışlığı ideoloji haline getirir. İşçi sınıfı ideolojisinin bütünlükten kopuk siyasal mücadele yapmasını sağlayanda bu bütünlükten kopuştur.
Neoliberal politikalarla birlikte postmodernizmin ve postmodern solun oluşumuna buradan bakmak lazım. Uzmanlaşma kapitalizmin sürekli dayattığı fason ve parçalı üretim, taşeronlaşma, ötekileştirme politikalarıyla ırkçılık ve milliyetçiliğin üretim alanında yer bulması işçi sınıfını olguları bütünlüklü kavramasını engellerken ideolojik alanda yaşama parçalarla bakan postmodern anlayışın çıkması olağandır. Bütünlük işçi sınıfı mücadelesi yapanların A ürününe dair üretim yapan kapitalistlere karşı o ürünü ortaya çıkartan işçi sınıfını kapsayacak bir ideolojik mücadele ve örgütlenme süreci ile ilgilidir. Sadece sermaye küresel olmamıştır. Sermaye ile sermayenin ürettiği üründe küreselleşmiştir. A ürünü artık A ülkesinin veya A ulusal şirketin değil küresel emek alanında ürünüdür. Sermayenin dolaşımına ve bununla birlikte şekillenen emeğin dolaşımına bakmadan yapılacak her mücadele ister istemez postmodern mücadele olacaktır. Bu gün ülkemizde biçimlenen ulusal solun yaptığı tersten postmodern ideolojinin biçimlenmesini sağlamaktır. Emeği ve emeğin süreçlerini sadece ulusal sınırlar içinde gören ve uzmanlaşma ile biçimlenen fason parçalı üretimi, taşeronlaşmayı ve bunlara karşı işçi sınıfının mücadelesini ürün ve ürünün şekillenme süreçlerinden kopartan her ideolojik boyut postmodernizmi yeniden üretir. Biz işçilerin ulusallaşmaya ihtiyacından daha çok enternasyonal bir mücadeleye ihtiyacı vardır. İşçi sınıfını kozmopolitik (dünya vatandaşı) yapan bu süreç göz ardı edilerek mücadele yapılamaz. Sadece postmodernizm üretilir. Bu gün yapılan budur. Makineleşme yani bilimsel ve teknolojik gelişim ile bütün küre ele geçirilmiş iken sadece ulusal alanda mücadele yapmak körlüktür.
- Gerd Leonhard, Teknoloji ve İnsanlık
- Marks, Kapital, Yordam Yayınları
- Urguhart, Familiar World, Londra 1855, Kapital’den alıntı
- Gerd Leonhard, Teknolojiye Karşı İnsanlık
- Gerd Leonhard, Teknolojiye Karşı İnsanlık
- Kapital, Marks, Yordam Yayınları

