Tarih her zaman rakamlarla yazılmaz; bazen tek bir gün, bir halkın kaderini mühürler.
İşte Dersim 1937–38 de böylesi bir gündür; yalnızca bir tarih değil, bir imzayla ölümün kapısını aralayan kara bir anıdır.
Resmî belgeler buna “harekât” der; biz ise “tertele.”
Çünkü bu bir operasyon değil, bilinçli bir tasfiyedir.
Bir halkın belleğini, varlığını ve geleceğini hedef alan planlı bir uygulamaydı.
Devletin dili rakamlarla konuşur: 13 bin, 30 bin, 50 bin…
Ama biz biliriz ki o rakamlar, aslında birer ağıttır.
Her biri; donmuş bir çocuğun bedeni, yutulmuş bir annenin çığlığı, taşın altında unutulmuş kemiklerdir.
O sayılar, yalnız insanı değil; bir kültürü, bir hafızayı da yok eder.
Dersim’de yalnız bedenler değil, bir dil, bir inanç ve bir yaşam biçimi de susturuldu.
“Medeniyet” adıyla dayatılan, bir tek tipleştirme projesiydi.
Çünkü bu zihniyet için farklılık bir tehditti—ve tehdit, her ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılmalıydı.
Ulus-devlet, çoğulluğu değil, teklik ideolojisini kutsadı.
Farklı olan, düşman ilan edildi.
Ama unutturma arzusu, unutuş getirmedi.
Çünkü hafıza kolay silinmez.
Munzur’un suları hâlâ fısıldar.
Dağlar susmaz.
Toprak, her adımda tanıklıktan vazgeçmez.
Bu yaşananlar sadece bir dönemin politikası değil; insanı ruhundan budayan bir aklın iz düşümüdür.
Modernleşme kisvesi altında, insan kalbine müdahale edilmiştir.
Ve her müdahale, bir suskunluk yarası olarak kalmıştır.
Ama suskunluk, bir gün dile gelir.
Çünkü hafıza, bazen en derin sessizlikte konuşur.