Sessiz Çöküş: Adaletin, Vicdanın ve Umudun Erozyonu

Toplumların çöküşü bazen savaşla, bazen ekonomik krizle gelir; bazen de sessizce, gündelik hayatın içine sızar. Sessiz olan en tehlikelisidir; çünkü fark edilmez. Toplumun içine sinmiş, alışkanlığa dönüşmüş, adım adım ilerleyen bir yıpranma hali… Eskiden manşetlerde infial yaratan olaylar artık birkaç saatlik gündem malzemesi. Kadın cinayetlerinden siyasi baskılara, eğitimdeki çöküşten yoksulluğun derinleşmesine kadar her şeyin olağanlaştığı bir dönemden geçiyoruz.

Adalet, siyasetin elinde bir koz haline geldiği günden beri toplumdaki güven duygusu eriyor. İktidar, eleştiren gazetecileri, muhalif siyasetçileri, sivil toplum temsilcilerini uydurma suçlamalarla cezaevine gönderebiliyor. Bir dönem bu baskılar en çok Kürt halkının meclis ve belediye düzeyindeki seçilmiş temsilcilerini hedef alıyordu. Belediyelere kayyumlar atanıyor, belediye başkanları ve meclis üyeleri tutuklanıyor; yüzlerce partili yargılanıyor. Bu uygulamalar hâlâ sürüyor. Aradan sekiz, dokuz yıl geçti; o dönemin eşbaşkanları hâlâ cezaevinde. Somut deliller olmadan, siyasi saiklerle hazırlanmış iddianamelerle özgürlüklerinden mahrum bırakıldılar. Bu, hukukun adalet dağıtma işlevini yitirip iktidarın baskı aracına dönüştüğünün en açık göstergesi.

Bu tabloyu anlamak için üzerinde yaşadığımız coğrafyanın yapısını hatırlamak gerekir. Türkiye tarih boyunca çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı bir yerdi. Yüzyıllar boyunca farklı kimliklere, inançlara ve dillere mensup halklar burada yan yana yaşadı. Fakat bu çeşitlilik, siyasi iktidarlar tarafından bir zenginlik olarak değil, yönetilmesi gereken bir risk olarak görüldü. Daha da kötüsü, farklılıklar zaman zaman iktidarların elinde birer araç haline getirildi; toplumun bir kesimi diğerine karşı kışkırtıldı, kimlikler çatışma malzemesi yapıldı. Böylece kutuplaşma derinleştirildi, demokrasi zayıflatıldı. Demokrasiyle birlikte adalet sistemi de çöktü; hukukun caydırıcı gücü aşındı.

Bunun en çarpıcı ve acı örneklerinden biri kadın cinayetleri. Kanayan bir yara olmaktan öteye geçti, neredeyse rutinleşti. Her gün yeni bir isim, yeni bir hikâye… Faillerin çoğu “iyi hâl” indirimleriyle korunuyor. Ceza sisteminin caydırıcılığı kalmadı; kadın yaşamı yeterince korunmuyor. Toplum, bu haberleri bir hava durumu raporu izler gibi tüketiyor; öfkesi ertesi günkü gündeme kadar sürüyor.

Eğitim sistemi ise uzun süredir rotasız. Son otuz yılda defalarca değişen müfredatlar, sınav sistemleri ve öğretmen atama politikaları öğrencileri adeta siyasi hesapların deneme tahtasına çevirdi. Üniversite mezunları işsiz; öğretmenler ise atanamıyor. Eğitim artık düşünmeyi değil, yalnızca test çözmeyi öğretiyor. Bu nitelik kaybı, ülkenin uzun vadeli geleceğini de tehdit ediyor.

Ekonomide tablo net: Üretim yerine tüketime dayalı model, ülkeyi dışa bağımlı hale getirdi. İthalat arttı, borç büyüdü, enflasyon temel ihtiyaçları bile lüks haline getirdi. Pazar çıkışında yere düşen sebzeleri toplayan yaşlılar, çöpten ekmek arayan çocuklar… Bu görüntüler bir anlığına vicdanları sızlatsa da hızla unutuluyor. Krizi hissetmeyen küçük bir kesim ise lüks içinde, sanki başka bir ülkede yaşıyormuş gibi yaşamını sürdürüyor.

Siyaset, sorun çözme kapasitesini çoktan kaybetti. İktidar, başarısızlıklarını geçmişin hayaletleriyle örtüyor; muhalefet ise geleceğe dair net bir vizyon sunmak yerine iktidara yüklenmekle yetiniyor. Yolsuzluklar, usulsüz ihaleler, çıkar ilişkileri birkaç gün konuşuluyor, sonra gündem değişiyor. Toplum, bu kısır döngüye uyum sağlamış durumda.

Bir ülkenin çöküşü sadece ekonomiyle ölçülmez; adaletin aşınması, eğitimin çürümesi ve toplumsal vicdanın körelmesi, çöküşün asıl göstergeleridir. Hukuk bir kez araçsallaştığında, adalet herkese lazım olana kadar bekler. Ama o gün geldiğinde artık çok geçtir.

Muhalefete baktığımızda ise, miting meydanlarında atılan sloganlardan öteye gidemeyen bir siyaset görüyoruz. Kimileri, partinin başına yeni bir isim gelirse her şeyin düzeleceğini söylüyor. Oysa asıl soru şu: Bu sorunlar sadece lider değişimiyle mi çözülür, yoksa mevcut ya da yeni liderlerin halkın gerçek ihtiyaçlarına cevap veren, uzun vadeli ve tutarlı politikalar üretmesiyle mi? Cevap ne olursa olsun, bu soruları sormadıkça gidişatı değiştirmek mümkün olmayacak.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar