İnsan Anlatamadıklarında Saklıdır!

Sessiz bir şekilde  şarkı söyleyen şairleri hiç gördünüz mü? Ben onları her yerde görüyorum. Dağda, ovada, yoldadırlar. Hatta içimde de nefes alırlar.Başını gök dışında nereye değdirsen, ordalar. Taşlar, yeryüzünün sessiz şairleridir. İçinde milyonlarca yılın birike birike gelen şarkısı var. Onları herkes duyamaz. Onlara dokunduğunuzda, zamanın en dibine ulaşıyorsunuz. Sizi içinde sakladıkları seslerle zamanın ötesine taşırlar. Gördükleriyle ve duyduklarıyla bu evrenin hafızasıdırlar. Bir darbe vursan tepki gelmez, fakat yarsan göğsünü, neler anlatır. Bir musallada döşek, bir parmakta yüzük olurlar. İki kalbi birleştirir, bir bedeni toprağa teslim eder. Tüm bunları sessini duyurmadan yapar. İnsan bazen tüm sesini bir taşa hapseder. Sert bir kabukla yaşam vadisinde yuvarlanır. Başka bir kayaya çarpıp yarılmayı bekler. Ancak  birlikte çatlayıp yarılanlar, birbirinin sesini duyar. O sesler birbirine tanıktır çünkü aynı denizin dibinde saklı duran sessizliği yaşamışlardır. Sessiz bir kaya olsak ölür müyüz? İnsan olduk, sonra heybemizde duran bir avuç ömürle bir tutam söz duyduk yaşamdan.

İnsan her şeyi anlatamaz; çoğu zaman ona bir taşın sessizliği ve sükûneti gereklidir. İçerden gelen bir ızdırap eşliğinde haykırmak istersin ama karşında zihni çürümüş ve kulaklarında kirli düşüncelerin tortuları birikmiş bir insana kelimelerin ustalık dolu anlamını anlatamazsın. Yırtarsın gömleğini ve çığlıklarını bir şimşek gibi fırlatırsın fakat dokunmaz ona. Karşında evrenin koca bir boşluğunu görürsün. Eğer acılar ortak değilse, zihinde duran kelimelerin anlam şemaları da aynı değildir. Eli yanmayan başka birinin ateşini nasıl hissedebiliriz? İnsan, anlam geçirgenliği dar olan bir zihin karşısında susmayı tercih eder. Anlatmak istediklerini biriktirir ve günün en aydınlık zamanında gözünüze gecenin en karanlık anını yerleştirir. O feri sönen göz, kalbe de acıların en büyüğünü yerleştirir. Susmayı tercih edip yıllarca tek kelime etmeden gidip gelenlerin karanlığından korkun!

Edebiyatın öykü sandığını kurcalarsanız, dilini yutmuş ve sükûnetiyle bize sessizliğin çıldırtan yankısını veren bir kadın bulursunuz. Bu, Cengiz Aytmatov’un Cemilesinden başkası olamaz. Usta yazar, edebi dili ve kurgudaki cesaretiyle bizi Orta Asya’nın bozkırında dolaştırır. Cemile, anlatsa kalbe değemeyecek, içine atsa kavrulacak yasak aşkıyla bize sessizliğin hakikatini sunar. Cemile, aşkın en saf halinin anlatıldığı bir Cengiz Aytmatov öyküsüdür. Eşi askerdeyken gönlünü askerden yaralı dönen başka bir adama kaptırır. Bunu tamamen dilinden hiçbir kelime dökülmeden, ruhunda devşirdiği gürültüyle yapar. Fakat bunu kimse duyamaz; bir kaya gibi sessiz ve sır doludur Cemile. Karşı tarafa gönderdiğimiz seslerle kendimizi ifade etmeye çalışırız fakat çıkan her ses, duygularımıza sansürün perdesini serer. Cemile duruşuyla, ağırlığıyla, içinde lav dolu bir yanardağın sıkışan öfkesiyle günlerini zamanın çöplüğüne dökerdi. Dile gelmeyenlerin uçurumunda duran sessizlik, bir iç hesaplaşmaydı onun için. Bir yandan aşkın merhamet ve şefkat dolu kucağında yeni doğan bir bebek gibi ihtiyaç halinde olmak vardı. Bir yandan olayı duyunca, “Altın saçlı bir kadın bile en aşağı erkekten daha aşağıymış, bize sağken karı mı bulunmazmış?” diyen askerdeki kocası vardı. Kocasının gönderdiği mektuplarda herkes en başlarda anılırken, o zayıf bir iki kelime ile en sona kalırdı . Kocasının ilgisizliği ve Cemile giderken ardından ettiği sözler, bu kararın haklılığı konusunda eline güçlü nedenler sunmuştu. Cemile anlatsa ne kadar kalplere dokunabilirdi? Kalbini sessizliğin deliye döndüren boşluğunda bir taşa dönüştürmüştü fakat yine onu yosunlar sarmıştı. Cengiz, “Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğunu en sarp yollarda yürüyerek buldun!” diyerek Cemile’deki sükûta bir gül bahçesi sunmuştu.

Sessizlik, kelimelerin öldüğü bir dil mezarlığıdır. Bazı insanlar ölmeden kendini sessizliğin mezarına gömer. Onlara iyi bakın. Harf kullanmadan gecenin içinden, zamanın astarını yırtarak gelirler. Dile olan ihtiyacın olmadığı yerdedir onlar. Sırtında duran çuvalda bir dilin binlerce kelimesini taşıyabilirler fakat kalp ve akıl arasında kurulu bir köprün yoksa, bir kelime bile harcamazlar. İnsanı ortadan ikiye bölen sessizlikler vardır; geceyi bitiren güneşten beter. Onlar ölümün yeryüzündeki temsilidir.

İnsanlar arasındaki diyalog eksikliği, bir anlamda iletişimin arttığını da gösterebilir. Sesler her şeyi veremez. Sessizliğin içindeki güçlü duyguya ancak bu şekilde ulaşabiliriz. Orası insanın duyularının en yoğunlaştığı noktadır. Sizin hiç dokunmadan ve onu duymadan karşınızda sevdiğiniz biri durdu mu? Belki dakikalarca durmuşsunuzdur. Sessizliğin boşluğunda kalplere doğru sevgi dalgaları çarpana kadar durursunuz. O boşluğun her zerresinde havada asılı duran tozları görecek kadar ince görüşlü bir gözüm olsa, dilimdeki binlerce kelime bahçesine değişmem. Bir kulak sesin her halinden etkilenebilir ama bir göz asla.

Bir insan anlatamadıklarında saklıdır. Onu anlamak istiyorsak, dile getirmediklerine odaklanmamız lazım. Dil, çoğu defa duygularımıza ve düşüncelerimize sansür uygular. Bir poşet dolusu sebze bir yemeğe dönüşünce poşetteki tadını kaybeder. Daha tarladayken tadılmalı. Kelimeler dilden dökülüp kulağın çukurunda doluşunca, anlam kaybına uğrar. İnsanın içindeki kelime tarlasına çıplak ayakla dalmalıyız. Dışımızda sese dönüşmeden onları fark etmeliyiz. Düşüncelere, duyguların  rahminde daha birer sessizlik tohumuyken dokunmalıyız. Belki elimiz yanar fakat dile değip soğuyacak olan kelimelerin ateşine teslim olmalıyız.

İnsanlardan sesi almak, tanı konulmadan araştırılmadan hastalıkların işaretlerini yok etmek gibidir. Bu durum korkunç olabilir. Hiç ummadığımız anda, kulakları yırtan bir çığlıkla dehşete düşebiliriz. Bu kaza süsü verilmiş bir cinayet de olabilir. Kendini sessizliğin ağacına asan dağılmış bir kader de olabilir. İnsana önce sessizken uzaktan bakmalı. Anlaşılmadığında, kader kuyusuna attığı her bir yorgun kelimeyi onunla birlikte çıkarıp göğün sütununa gözlerden akan mürekkeple çizmeliyiz. Kendini bir taşın içinde gömülü olan sessizliğe teslim eden Cemile’nin öyküsünden bize kalan cesaret ve direniş kelimeleriyle hayata bakmalıyız. Sonucu ne olursa olsun, ses çöplüğüne dönmüş hayat sahnesinde kendi kelimelerimize tutunmalıyız. Her sessizlik bir hikâye barındırır. İnsanın en temel gayesi olan anlaşılmak isteği peşini bırakmayacaktır. Bu amaç karşısında sükûnet şerbetini içip sarhoş olmadan zamanı avucumuzda ezmeliyiz. İnsanın hakikati, sesin parçalanıp yok olduğu bir duruşta saklıdır.

Hüseyin Boğurcu. Şubat 2025 Mardin/Midyat.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar