Portakal ağaçlarının ardında, bir bahar gibi akar durur Efrenk Deresi. O an aklına gelir işte, güzel babaların hırkaları, kokusuna doyamadığın limon çiçeği, ıssız kumsalların parıltıları, menevişlenen deniz. Hep aklının köşelerinden geçmiş yalnızlığın, ömrünün darası.
ÖN-DEYİ
Sen şehir şehir, ülke ülke gezersin, ben kitap kitap. Sen gidersin koşa koşa geçmişine, biz senin peşinde daha bugünü bile anlamadan… Biz kurnaz köylülerin tıknaz eşeklerinde birer Sancho Panza, sen yoksul yörüklerin zayıf atlarında bir Don Quijote!
Belleği dağarcığından mürekkep bir varlıktır insan. Hep unutur, yeniden hatırlar herşeyi…Hatırlamaktan başka çaresi, kurtuluşu yoktur ki; unutmaya başlamışsa aslında kaybetmeye başlamıştır [zaten]. Biraz da ölmeye..
HRİSTO TEYELİ
Yaz sabahının tazeliğinde yaylaların, dağların, turunç kokulu sokakların. Böyle bir şehirde konaklanan ve akşamlanan çocukluk, ah ne harika! İnsan ne düşünürse düşünsün, düşündüğü hep çocukluğu… İnsan ruhunun dehlizlerinin, karanlık kuyularının, caddelerinin ve sokaklarının zorunlu istikameti. Her seferinde gidip gidip toslayıp durduğu; o duvarlara, o aşılmazlara, o imge denizlerine, iyi ve kötü hatıralara.
Ne gazeteler ne dergiler ne de kitaplar toprağınıza susamış ruhunuzu sakinleştirir. Ne de güzelim gurbet türküleri ya da yarım yamalak hatırladıklarımız. [Ne yaparsa yapsın] geçmişiyle yaşar çünkü insan; hep ona hesap vererek. Geç[e]meyen geçmiş, hiç bitmemiş (bu)gün.
Ruhumuz hastadır, hislerimiz hasta. Bütün bir toplum, uygarlık hastadır. Çünkü hissettiklerimize boyna şekil vermektedir. Şekli şemaili, bir tarzı vardır bu kültürlü şaşaanın, elbet bir de bedeli. Her insan bir hissiyat ummanı, her insanda gizli binbir hissin tarz-ı hayatı. İnsanı, belki yabanıllıktan ayıran bu hastalığı. Koca koca şehirlerin çokça his kokan ağır havası. Birgün, sokak ortasında korunaksız, çekip vuracaklarmış hissinde yaşamamız misal. En bencil yabanıllık bile kendi dünyasıyla bunca ilgili iken; mecali yoktur insanın bir diğerini anlamaya, bilmeye… İşte bütün hislerinin tercümesi: İnsan için yaşamak, artık bir “zorundalık”tır.
OLA Kİ…
Ola ki dağların eteklerinden yürüyüp, dolana dolana sedirlerin arasından tırmanırken, yüreğinde bir kıpırtı hissedersen [ki gelecekte bunları yazacaksın, bütün kuşkularını içinde söndüre söndüre, yaşadıklarını da sündüre sündüre] bil ki hala yaşamaya direnenler var bu rezil dünyada!
Portakal ağaçlarının ardında, bir bahar gibi akar durur Efrenk Deresi. O an aklına gelir işte, güzel babaların hırkaları, kokusuna doyamadığın limon çiçeği, ıssız kumsalların parıltıları, menevişlenen deniz. Hep aklının köşelerinden geçmiş yalnızlığın, ömrünün darası.
Kızıllanan gökyüzü, yağmurlanmış çamların aydınlığı; ilkyazın yaprağa, çiçeğe boğulmuş koyakları. Sensiz ne yalnızlar şimdi ardıç ağaçları, ellerinle diktiğin çınarlar, Çataloluğun su kenarları.
Şimdi kabullen bütün bunları, ağaçların gövdesine sarıl, buz gibi akan sulardaki geleceğini. Çiçekler açtığında belki ya da baharın hiç gelmek bilmediği zamanlarda. İçinin üşüdüğü hiç gitmeyen kışlarda. Uzak dağların, uçurumların, kara ağaçların, pınarların seninle [artık]… sen Toroslarda bir Don Quijote! Arayıp tarayıp çocukluğun baharlarını, yazlarını, yayık ayranlarını, ata binen seksenlik dayılarını, bulgur pilavının tadındaki halalarını, yufka ekmekle paylaştığın hısımlığını, Çayırboğazlarını…ara, ara ki anlamak için ne kadar gerekirse kaostan kozmosa geçirmek için hayatı, oradan oraya savrulan insanlığınla. Böceğinden ağacına, suyundan kargasına, kartalına, yılanına, Osman’ın aydınına… [ne de tuhaf değil mi bu dünya].
Vicdansız dünyada vicdan aramak [ah neye yarar]. Göremeyen gözlerle merhametsiz dünyaya bakarak… Dinmek bilmeyen şiddet sağanağına: Ya Basta! Hayatın bittiği yerden, en dipten haykır artık! İnsan, kanlı bıçaklı, karanlığın içinde milyarlarca sinir hücresinden ibaret bir katil! Doğanın hürmetine karşı insanın hoyratı [türün, soyun kurusun!]. İşte buraya kadar uygarlığın. Şimdi eksile eksile yaşa bakalım…
TARİH KAPANIYOR: GEÇMİŞİ UNUT GELECEĞİ HATIRLA
Büyük kötülüklerin eşiğinde, öyle çaresiz, yapayalnızız. Gücümüz ne kadar yeterse geleceğe ne kadar unutabilirsek geçmişi [hatırlayıp bitirdikten sonra elbette]. Dağların dirençli çiçekleri, ormanın ferahlatan serinliği, denizin kokusu, sevdiklerimizin sesleri. Hayatı sevmenin büyük suçu, cana hasret olmanın utancı, kahrının kat kat olması, bir yumru gibi boğazına oturup. Oysa uzanıp ılığına kumun, deniz kestanelerinin dikenlerine, yüzünde beliren tebessümün…
Tütün yapraklarının çağıran kokusu, köylerin münzevi aydınlığındaki yalnızlık… Öğle sıcağından kaçıp kaçıp ahşap sofanın serinliğine… Bütün hatırladıklarımız, duru sular gibi akıp gidiyor arklardan hayatın içlerine. Kimbilir hangi belleğin toprağını sulayacak şimdi, koyaklardan aşağı ağaçların, sarmaşıkların, kara yılanların…
Eski şarkıların sarhoşluğu, insan olduğunu sandığın her an; seni alıp götüren uzak denizlere, ülkelere. Bir ömrü yaşamak kadar zordur onu kapatmak. İnsanın anlamanın zorluğu değil, mesele dinmek bilmeyen zorbalığı …
Yaratıcı bir soru şimdi: Tarih kapanır mı insan gitse? Biraz ferahlık doğaya, biraz neşe hayata…
BELKİ… [UMUT]
Belli ki geriye döndürülmez zaman [anla artık]; yalnızlığına, ıssızlığına bir çaresi yok insanın. Geriye bakmaksızın, hep ileriye atılarak yaşamanın o büyük ağırlığı. Hiç yazamayacağımız kadar engin ve bilge hayatın içinde küçücük bir sevinçle, miskin kuytulardan ayağa kalkacaktır umut… Aşkla yarattığın her günü bir sonrakine teyellediğin ömür. Dağ başlarının serinliği, bahçelerde elmalar, erikler, cevizin yaprakları, rüzgârda hışırdayan kavaklar, söğüdün salkım saçları… anla artık: Ya basta! Geçmişten taşıdığın her şeyde umut, zulme karşı çektiğin bir sustalı.