Toplumcu Gerçekçilik Bağlamında Tevfik Fikret

İnsan yaşamındaki keşif veya icatlara baktığımızda keyfilikten doğmadıklarını görürüz. Maddi ve kültürel bütün öğelerde bu böyledir. Çünkü davranışlarımız amaç ve anlam odaklıdır. Tersini savunmak gerçekliği çarpıtmaktır. Bunlar yaşamımıza öyle yerleşir ki bizimle adeta organik bağ kurarlar. Besleriz birbirimizi: “karşılıklı fayda ilkesi” uyarınca! Ben bunlardan dil ve sanata odaklanacağım. Dil harf, alfabe ve sembolleriyle bir icat değil midir? Evrimsel süreç içindeki tecrübelerimiz ve aklımızın soyut işlemlere yatkınlığından doğmuştur. Dilin icadı insanın belki de en önemli devrimidir. Kullanışlılığı ise hızla sahiplenilmesine yol açtı. Hiçbir şey dil kadar kamusal olana açık değildir. Her türlü katkıya da duyarlıdır. Bir sözcüğün kimden, hangi sınıftan geldiğiyle ilgilenmez. Yaşamdaki karşılığına bakar. Bu, dilin kendi içinde ivmesine olanak hazırlar. Bireyden dile dilden bireye aktarım olur. Tabii ki toplum bünyesinde! Burada karşılıklı fayda ilkesi devreye girmiştir.

Dilin ilk zamanları sözeldir. Fakat toprağa yerleşip de üretimin boyutlanmasıyla söz, yaşamı omuzlayamadı. Söz hamur gibi her şekle açık, desteksiz ve anlıktı. Bu, uygarlığa evrilen insanlık için sorundu. Tarihin zoru yeni bir icadı dayatıyordu. Sözü bir zaman ve anlam içinde durdurmanın yolu yok muydu? Öyle ki herkes aynı şeyi yakalasın sözde. Söz uçmasın, kalsın. Serbest çağrışımla sezdirdiğim şey, yazının doğmasına yol açtı. Böylece söz ve yazının yol ayrımı belirdi. Yazı, tarihteki yolculuğumun kodlarını sakladığı gibi toplumlardaki olan biteni de yansıtır. Dilin amaç ve anlam için ortaya çıkışı kendisinden yazıya, yazıdan sanata geçer. Bu, varoluşumuzu zenginleştiren ölümsüz aktarımdır. Nasıl? Size “Kıvranan Ülkemiz” isimli bir şiirden kısa iki bölüm sunayım: “Çoluk çocuğumuzu, evimizi barkımızı / Koruması gerekenler diyor ki / Hadi gidelim, çalıp çırpalım…” Aklımız karıncalanmaya başlamışken, şiirden birkaç dize daha: “Balçığa saplanmış kuşları andırıyor insanlar / Her yer pis, herkes hırpani / Çömlekçi kasnağı gibi boş dönüyor ülkemiz / Hırsızlar zengin, zenginler hırsız / inim inim inleyen yoksullar diyor ki: / Irmaklar baştan sona kan, insanlar içiyor o kanı / Susuz kalmışlar gibi” 1 Sorarım size: Bu şiir hangi ülke ve çağa aittir? Sanırım sorunların güncelliğine bakıp ülkemize ve çağımıza dersiniz. Mantıksal olarak öyle. Ama bu, binlerce yıl öncesine ait bir Mısır şiiri! Merakınızı tetiklemek için tam tarihini söylemeden geçiyorum. Sözden yazıya, yazıdan sanata bir amaç ve anlam yolculuğumuz var. Bir de bu bağlamı bütünleyen gerçekçilik var. Konuşacağımız sanattaki toplumcu gerçekçilik ise yalnız sanatsal tercih değil, yaşanılanları konumlandırmada pusula işlevi görüyor. Hele günümüzde. Andığımız şiirin gücü de buradan gelmiyor mu?

Toplumların özellikle çalkantılı dönemleri sanatı da ivmelendirir. Geçiş dönemlerinde de böyledir. Çünkü birey ve toplumun değişim momentlerinin yakalanıp yansıtılması gerekmektedir. Bu moment, sanata öz ve özellikle biçim yönünden basınç uygular. Basıncın çok hissedildiği bu dönemlerde sanatın avant garde çıkışları ve akımların sağanağına tutulması bundandır. Ortam alacakaranlıktır ve herkes olanı sezdirmek ister. Sanatın kahin damarı kabarmıştır. Dışarıdan gelen siyasi baskı sanatın içsel baskısıyla buluştuğuyla yeni bir biçim patlar. Yeni anlatı olanağı doğar. Ama nereden gelirse gelsin basınç; mutlak olan, sanatta yarattığı devrimdir. Sanatçı bir şekilde bu baskıyla yüzleşir. Elbette sanatın yönsemesini bir nedenle açıklamak doğru değildir. Siyasi baskıya, baskın neden diyelim. Sanat doğası gereği susturulabilen alan değildir. İsyan ve itirazlarını gösterebilmek için manifestolara başvurur. Kendini yeniden gözden geçirir. Amaç, çağı sanatla yansıtmaktır. Bu açıdan en bireysel düşlemlerden bir nesnenin takıntı düzeyinde anlatılmasına kadar her ne varsa çağı yansıtmak içindir. Dikkatli okur bu bireysellik kokan havadan çağı solur. Bu yüzden akımlar / manifestolar / avant garde anlayışlar sanatın refleksif çıkışlarını imler. Karanlıkta havai fişek gibi patlayarak olası yolları gösterirler. Karanlıkta küçük bir kıvılcım oldukça uyarıcıdır. Şiirinden alıntıladığım Mısırlı şair gibi toplumcu damardan geçen Tevfik Fikret ve şiirini konuşacağım. Çünkü toplumcu gerçekçi sanatın yolculuğunu ve günümüzdeki karakterini sanat/çı/eser bağıyla daha somut yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Bu damardaki sanatçıların her birini puzzle’ın parçası olarak düşünürsek; toplumcu gerçekçi sanat da hak ettiği yere oturur. Bunun için de Tevfik Fikret’e yönelmeden toplumcu gerçekçiliğin kendisine bakmamız kaçınılmaz görünüyor.

Toplumcu sanatın köklerinin insanlığın ilk dönemlerine kadar gittiğini düşünüyorum. Bunu açacağım ama bir hatırlatmada bulunayım. “Sanat, toplum/cu/luk, gerçek/çi/lik” gibi kavramlar donmuş kavramlar değildir. Kendilerine özgü has damarları olsa da insanlığın gelişimine uygun seyir izlediklerini söylemek mümkündür. Yani deyim uygunsa bu kavramlar “kervan yolda düzülür” hesabınca, tarihsel dokuya bağımlı kalarak içeriklerini doldurmaktadırlar. Tabii ki maddesel ilişkilerin eşgüdümünde! Bu kavramları diyalektiği içinde görmek son derece önemlidir. Kavramları dondurmak olsa olsa kapitalizmin işidir. Sanata ve gerçekliğe bakışımızın farklılaşmasına bir alıntıyla değindikten sonra fikrime döneceğim. “İlk insanda sanat, sadece sanattı. Sanatın doğuşu sayılan Yontma Taş Devri döneminde son derece dar ve kısıtlı araçlara sahip olan insanoğlunun ilk sanatsal ürünlerini de bu dönemde verdiğini görürüz. İlkel araçlara sahip olunması, tarih öncesi insanın sanatını biçim, hacim ve renk duygusuyla sınırlamıştır. Bu yüzden tarih öncesi sanatçı estetikçi değildir. Ancak yine de dönemin insanının zanaatçı olduğu neredeyse kesindir. Doğaya karşı tutunabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için araç gereçler yapar, buradan da kurallarını oluşturur. Bu yüzden tarih öncesi insanın sanatı gerçekçidir.” 2   Gerçekçiliğiyle, toplumcu sanatın köklerinin insanlığın ilk dönemlerine kadar gitmesini sanatın; “insan eylemlerini yansıtışına yönelik tavrına” bağlıyorum. Özellikle birliktelik ihtiyacının kaçınılmazlığı ve iş bölümünün ilksel aşamaları bunu gerektiriyor. Sanat herkesin olduğundan herkes adına eylemek zorundadır. Sonradan sanatın toplumcu ayağının aksamasında özel mülkiyetin ve sınıfların etkisi vardır. Kapitalizmin bireyi toplumdan yalıtma ısrarı ise destansıdır. Ama sınıfsallık en doğal haliyle muhalifini yaratır.

Önce söze bindirilen tepki sonra yazıya aktarıldı. Elbette yazı ilkin seçkinlerin kullandığı bir ayrıcalıktı. Yoksullar bilinç ve olanak yönünden yazıdan uzaktı. Bilim, sanat ve felsefenin başlatıcısı olarak aristokrasinin görünmesi bu çelişkidendir. Belki de yoksullar bunları yaptılar da yazıya aktaramadıkları için uçup gitti. Elimizde nadiren kalan parçalardan bunu biliyoruz. Andığım şiirin tamamı okunur ve derinliği de göz önüne alınırsa… Bu yetkinliğe ulaşmış ürünlerin öncesinin çok güçlü olması gerekiyor. O halde toplumcu gerçekçiliğin izleri tarihin çok derinlerinde yatmaktadır. 19. yüzyılda akım olarak beliren toplumcu gerçekçilikten farklı isim ve içeriklerle. Bu farklı isimlendirmeyi Veysel Çolak yetersiz de olsa şöyle görüyor örneğin: “Toplumcu Gerçekçilik her dönemde bir başka tamlamayla karşılanarak ortalık biraz daha puslandırılmıştır. Sosyalist Gerçekçilik denmiştir. İnkılapçı Realizm denmiştir. Toplumsalcı Gerçekçilik denmiştir. Behice Boran’da başka, M. Ali Aybar’da başka, Mihri Belli’de başka tanımlar kullanılmıştır. Bir düşünce sisteminde kavram birliği sağlanamıyorsa, yaşayan kuramdan; bir kuramın varlığından söz edilemez. Toplumcu Gerçekçiliğin Türkiye’de düştüğü uçurum budur işte.” 3 Veysel Çolak isimlendirme üzerinden bir sorunu işaret etmiş. Tabii kendi ülkesinin yazın sınırları içinde. Oysa toplumcu gerçekçilik evrensel olgudur. Hiç değilse anayurdunda, SSCB’de kurama dönüşürken birçok yönden incelenmeyi hakkediyor.  Kaldı ki kutuplu dünyada bile sanatların bir şekilde bağ kurdukları görülür. SSCB’de gerek devrim gerekse devrim öncesi Çarlık Rusya’sında Gorki, Tolstoy, Lunaçarski, Plehanov, Belinski, Lukacs, Ziss vd sanatçıların tartışmaları ve ürünleri bu kaynağı beslemek içindi. Gramci, Adorno, Luxemburg, Brecht de başka yerden yükü omuzladılar. Aynı mahallenin mizaçları farklı çocukları oldular. Toplumcu gerçekçiliğe karşı bir kaşıkta fırtına koparanların, “güdümlü sanat” benzeri sıfatlarla yaftalayanların art niyetli olduklarını düşünüyorum. Elbette toplumcu gerçekçilik olmuş bitmiş bir şey değildir. İlerlerken sendelemesi ilerlemediği anlamına gelmez. İçsel tartışmaları da zenginliğini gösterir. Oluş halindeki yaşamın sanatının da oluş halinde olması gerekir. Öz ve biçime yönelik sorunlarını aşmak yolunda duyarlıdır. Nereden gelirse gelsin, sanatın evrensel mirasını yok saymamıştır. Ama eleştirilerini de esirgememiştir. Eklektik davranmamıştır. Sanatı, araç olarak görmemiştir. Bunu böyle algılayanlar gözlerinin önündeki bir ağaçtan ormanı göremeyenlerdir. Siyasi tavrını belirlemekle sanatı araç olarak görmek çok farklı durumlardır. Sovyet sanat ve estetik kuramcılarından Avner Ziss şöyle diyor örneğin; “Estetik dogmatizm… ‘Önce siyaset sonra sanat’; dogmacılığın parolası budur işte. Böyle bir yalıtlaştırma sanatın özüne ters düşer. Sanat, ustaca boyanmış bir ideoloji değildir; Siyasal anlam yapıtın dokusunda bulunur ve ondan önce asla gelemez, ayrıca kendisini orada özerk biçimde de göstermez.”4

Gerçekliğin kendisi kadar sanata yansıması da farklı olagelmiştir. Hiç şüphesiz gerçekçilik toplumcu gerçekçiliğin tekelinde olmadığı gibi onunla da başlamamıştır. Burjuva Gerçekçiliği veya Doğal Gerçekçilik’i anımsatıp geçiyorum. Mısır şiirindeki gerçekçiliği vurgulamam bundandı. Hatta dekadan sanat bile toplumdaki çökmüşlüğü göstermesiyle gerçekçiliğe katkıda bulunur. Aslında gerçekliği farklı yansıtan bütün anlayışlar toplumcu gerçekçiliğin havzasına dökülür. Toplumcu gerçekçilik ufku göstermekle onlardan ayrılır. Gücü de buradan kaynaklanmaktadır. İyi de gerçekliği yansıtmadan önce ne olduğunu bilmek gerekmez mi? Gerçek’in neliği, yaşamımızın vazgeçilmez sorunudur: “Gerçeğin ne olduğu sorusu yüzyıllarca sorulagelmiş. Sanatçılar, düşünürler, eleştirmenler, yazın kuramcıları çağlar boyunca sormuşlar. İnsanın dışında, insandan bağımsız bir gerçek, gerçeklik var mıdır? Varsa bu gerçekliğin boyutları nelerdir? İnsan düşüncesi hangi düzeyde, hangi oranda algılayabilir? Algılananlar gerçekliğin kendisi mi yoksa gölgesi mi? 5 Sorular da cevaplar da alır başını gider şu durumda. Aslolan insanın ama her düzeyde insanın gerçeklik ihtiyacıdır. Cevaplar farklı olsa da hatta zıt olsa da! Biz toplumcu gerçekçiliği ölçüt alarak Tevfik Fikret’i konumlandırmaya çalışacağız. Tevfik Fikret’in küçük burjuva aydın/sanatçısı olduğunu unutmadan. Öyleyse; “Toplumcu Gerçekçilik sanata ve yazına nasıl bir işlev yüklemektedir?… M. Şolohov, Nobel Ödülü konuşmasının bir yerinde sözü bu soruya getirerek şunları söyler: ‘Okuyucuya namuslu söz söylemek, halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatırken kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirmedeki yetenekleri adına inanç salmak. Bütün dünyada barış için mücadele etmek ve yazdıkları kanalıyla yazılarının ulaşabileceği her yerde barış savaşçıları yetiştirmek, insanları ilerlemek için duydukları soylu ve doğal isteklerinde birleştirmek. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek büyük güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için, bu gücü, insanların ruhunda güzeli yaratmaya yöneltmesi, insanların iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum.” 6 Kişiliği ve eserleriyle bu tanımlamayı dolduran Tevfik Fikret’in gerçekçi yazın içerisinde analizi kaçınılmaz oluyor.

Ne diyordu Krapçenko: “Gerçekçilik, toplumsal yaşamda daha çok yanılsama ve boş inançların körüklenmesine, insanın kendini ve başkalarını aldatmasına yarayan göstergeleri ‘tahtından indirir.’” 7 Sınıflı toplumlarla birlikte bize bu yanılsamaların ısrarla dayatıldığını görüyoruz. Buna karşı gerçekçi anlayışların geliştiğini de! Antik Mısır şiirinin bize söylediği de budur. Doğal olarak sorunlara karşı tarihte hazır reçeteler yoktur. Tarih, Hegel’in tinsel açılımı da değildir. Zaten bunları savunduğumuzda ilahi veya idealist olana saparsınız. Yukarıda değindik: Gerçekçilik farklı aşamalardan geçse de yansıttığı şey topluma ve bireye ait gerçekliktir. Bu yüzden sanatçı çağının verili koşullarından yalıtılamaz. Sanatçı o varoluşta devinir. Tevfik Fikret’e böyle yaklaşacağız. Toplumcu gerçekçilik, zeminini güçlendirmek istiyorsa öncülerini böyle analiz etmelidir. Bu şekilde, hangi gerçeklik türü olursa olsun, verilerinin toplumcu gerçekçiliği beslediğini görür. Hangi gerçeklik toplumdaki çürümeyi göstermez ki? Toplumcu gerçekçilik bir basamak daha atlayıp, çürümeye karşı çözümü de sezdirir. Böylece diğer gerçeklik algılarını eleştiri süzgecinden geçirip içselleştirme yoluyla onları aşar. Fikret bu gerçeklik bileşimlerinin merkezinde yer almakla da incelenmeyi hakkediyor.

Tevfik Fikret’i anlamak için yaşadığı ortamı bilmemiz gerekir: “Bir sanatçıyı ve sanatını gerçek kimliğiyle tanımak, anlamak için, onu yaratan toplum yapısını bilmek gerekir. Toplum yapısı bilinince, yaşamın estetik görüntüsü olan sanat da sanatçı da kolay anlaşılır… 19.yüzyıl, feodal Osmanlı yaşantısının, eski yaşam koşullarının yavaş yavaş yıkıma doğru gittiği bir dönemdir. Birçok siyasal, askeri, mali ve ekonomik sarsıntılara ve değişimlere sahne olmuştur. 1879 Tanzimat Buyruğu’ndan sonraki gelişim ve oluşumlar ve batının kapitalist ülkelerinin de etkisiyle dört büyük sınıf ortaya çıkmıştır. Bu sınıflardan birincisini, saray ileri gelenleri ve devlet adamları ile İstanbul’da ve taşrada yaşayan, sarayla ilişkisi bulunan bir kısım toprak sahipleri, eşraf, asilzadeler ve ulema; ikincisini, çoğunluğu Türk ve Müslüman olmayan ticaret burjuvazisi; üçüncüsünü, küçük mülkiyet sahibi olan esnaf ve köylü tabakaları ile memur kesimini de içeren küçük burjuvazi; dördüncüsünü, henüz örgütlenmemiş, sessiz ve bilinçsiz gibi kalan amele ve ırgatlar (işçi ve köylü) oluştururlar.” 8 Tevfik Fikret küçük burjuva sınıfının bir üyesi olarak, eskinin kabuğunun giderek çatladığı, yeni olanın ise henüz doğmadığı ortamda fikirlerini ve sanatını oluşturuyor. Geçiş dönemlerinin sanatçısı olmak oldukça zordur. Çünkü geçmişle bağınızı koparmak ve o belirsiz geleceği hem savunmak hem de yaratmak zorunda kalırsınız. Yaratmak zorundasınız çünkü karşınızda örnek yoktur. Tarihin beklemesi de yoktur deneyselliği de! Tarih anlıktır. Ne yaparsanız o anda yaparsınız. O fırtınalı dönemde değerler birbirine çok karışır üstelik! Geçiş dönemi sanatçılarının gel- git tavırları buradan kaynaklanır. Dönemsel yapı kişilerin tercihini aşacak kadar baskın olur. Kişileri yanılgıya sürükler. Yeri gelmişken bunu Tevfik Fikret’ten örnekleyelim. Toplum ve sanat konusundaki görüşleri ilerici olan Fikret, dilde sadeleşmeye hiç de olumlu bakmaz. Hece ölçüsünün dili hafifletme ve sadeleştirmedeki etkisini küçümsemiştir. Hece ölçüsünü küçümsediğinden olacak ki sadece çocuk şiirlerinde (Şermin) kullanmıştır. Oysa Fikret’in günümüzde de şiirinin gücünü kıran ve yayılmasını engelleyen o ağır dilidir. Bunu, Servet-i Fünûn Dergisi’nin yöneticisi ve en önemli şairi Tevfik Fikret üzerinden şöyle gösteriyor Kenan Akyüz; “Servet-i Fünûn Devri, – Şinasi ile ilk adımını atmış olan-, dilde sadeleşmenin Mehmed Emin’le başlayan yeni bir hamlesini görmesine rağmen, bu harekete yabancı, hatta muhalif kaldı. Onlara göre; ‘Osmanlıca, o günkü haliyle, gelişmiş, güzelleşmiş, hiçbir şekilde ıslahına lüzum olmayan bir dildi. Zaten, asırlar boyunca yerleşmiş olan yabancı kelimeler dili Osmanlıca olarak zenginleştirirken, bir yandan da Türkçe olarak fakirleştirmişlerdi. Türkçe artık kelime hazinesi hemen hemen tükenmiş olan bir dildi. Onu -yeniden ve kendi öz kaynaklarından besleyerek- zenginleştirmek çok güçtü, hatta imkânsız bir işti.” 9 Gerek toplumdaki çürüme ve belirsizlik gerekse kendilerine “gelecek” olarak gördükleri batıya karşı çekince ve yabancılıkları, dönemin sanatçılarını üst düzeyde etkilemiştir. Bunlara rağmen Fikret’in düşünceleri ve sanatı toplumcu bilinçle yol alır. Kelimenin tam anlamıyla devrimcidir. Yanlış nereden gelirse gelsin, itiraz eder. Padişaha da evvel desteklediği ama iktidara geldiklerinde haksızlıklar yapan İttihat Ve Terakki zihniyetine de! Onun için aslolan toplum ve gerçekliktir. Öyle ki 1896’dan ölümüne yani 1915 yılına kadar giderek ivmelenen kararlı bir mücadelenin içindedir. Aşiyan’ına kapandığı yalnızlığında bile sanatıyla topluma nasıl katkıda bulunacağının hesabındadır. “1901: Fikret, Servet- i Fünûn ’dan ayrılıyor, dergi kapanıyor ve yazarlar dağılıyor. Artık Fikret, gözle görülen hastalıkların nedeninin yapıdan geldiğini ve toplumu ilgilendirdiğini kesinlikle anlıyor ve kalemini toplumcu mücadelenin emrine koyuyor. Ancak bu ortamda (II. Abdülhamit’in despotik yönetimi yılları, H. Ç) serbest şiir yazıp yayımlamak güç olduğu için her biri bir ‘devrim bildirisi’ olan şiirlerini çoğaltmak ya da gizliden gizliye basmak suretiyle elden ele dolaştırarak bu mücadeleyi sürdürüyor.” 10 Öyle ki 1906’da II. Abdülhamit’e suikast girişiminde bulunulmasını gözünü kırpmadan onaylıyor ve şiirleştiriyor: “Ey şanlı avcı damını (tuzağını, H.Ç) beyhude kurmadın / Atdın… Fakat yazık ki, ne yazıklar ki vurmadın!” (Bir Lahza-i Teahhur) 11 Yeri gelmişken, belki de şiir tarihi içinde hiçbir şairin şiiri böylesine siyasetle paralel gitmez ve canlı imgeler oluşturmaz. 1908 yılında Selanik’te devrim hazırlıkları sürerken İhtilal Teşkilatı adına Millet Şarkısı’nı yazması da böyledir, 1912’de onların iktidarı dönemindeki yozlukları görüp Han-ı Yağma’yı yazması da! Bu, şunu gösterir: Fikret hiçbir zaman bir ideolojinin “adamı” olmamıştır. Bildiği gerçeğin gözü kara neferi ve toplumunun gerçekçi sanatçısı olmuştur. Zaten bu ayrıksı yapı bir şaire “Sis” veya “Han-ı Yağma” gibi muhteşem şiirleri yazdırabilir. Bu tavır sanatçıların omuzlaması gereken önemli bir mirastır.

Doğal olarak Tevfik Fikret de dönemin olanakları içinde düşünen ve tepki veren biridir. Sınıfların belirginleşmediği/çatışmadığı bir ülkede sanatçının idealist gelecek beklentisine girmesi veya ütopik düzlemde kalması gayet anlaşılırdır. Örnek alınan batının düşünsel tartışmalarından uzaklığı yaratan şey ise kaynak sıkıntısıdır. Osmanlı aydını birçok eserden haberdar değildir. Bildikleri ise dillerine çevrilmemiştir. Üstelik iki kutbun sorunlarındaki öncelikler farklıdır. Yüzlerce yıldır devlet argümanıyla yatıp kalkan aydınlar için, diğer sorunlar teferruattır. Böyledir ki örneğin, Kapital’in bağlamı çok çok uzaktır kendilerine. Varsa yoksa güncel politika ve kişilerdir çoğunlukla dertleri. Fikret bu ortamda ne kadar özgün düşünebilirdi? “Fikret, olayları diyalektik açıdan değerlendiremediği için, içinde bulunduğu karanlık ortamın ve döküntü düzenin esas nedenlerini bilmemektedir… Batının ütopik insaniyetçi düşüncelerinin etkisi altında kaldığı için, sosyal sınıflar arasındaki gelişme yasalarını anlayamamış… Yine diyalektiği tam olarak bilmediğinden devrimi gerçekleştirecek bir ‘emekçi sınıfı gücü’ de düşünemiyor.”12 Dönemin koşulları içinde düşünüp tepki vermek” dediğimiz şey budur işte! Toplumda sınıflar belirginleşip karşı karşıya gelmemişse şair niyet okuyamaz ya. Fikret sorunu sezmiş ama adını doğru koyamamıştır, demek daha doğru görünüyor. Şöyle: Analiz zayıflığından dolayı Fikret, sorunların kaynağını daha çok padişah ve dinsel yapıda görüyor. Tam da toplumun algılayacağı bir tavırdır bu! Birçok padişah bunun için devrilmemiş midir? Kim ne yapsın sınıf/mücadelesini? Üstelik ortada bir de doğu toplumları için açıklanamaz bir paradoks vardır. Batıda sosyalistler, sermayenin aparatı gördükleri “devlet”i yıkmaya çalışırken, doğu kutsallaştırılmış devleti ayakta tutmaya çalışıyordu. Bu paradoksal yapı içinde aydın/sanatçı sınıf mücadelesine nasıl yaklaşacak? Fikret’i nasıl konumlandıracağız bu tabloda? Tevfik Fikret kanlı canlı bir sınıf mücadelesinin içinden geçmediğinden, sorunları daha çok duyumsamaları üzerinden algıladığından en fazla ütopik sosyalist olarak tanımlanabilir. Fikret’in ütopik sosyalist ve büyük bir hümanist olduğunu şu dizeleri özetlemiş olur: “Toprak vatanımdır, insan soyu milletim…İnsan / İnsan olur ancak, bunu anlarsa inandım // İnsanoğulları birbirinin kardeşi… Bir düş! / Olsun, ben o düşe de bin canla inandım” (Haluk’un Amentüsü) Sınıfsallığın pratik ve teorisinden uzaklığına rağmen, halkın sistemler değiştirir gücünü fark ediyor: “Onlar yaptıkları hatalar yüzünden o kadar çürümüşlerdir ki, bugün ancak sizin, benim bir araya gelip de sesimizi çıkaramayışımızdan güç buluyorlar. Onları bizim korkumuz yaşatıyor. Biraz kendimizi gösterelim, bakın nasıl sinerler ve düşerler.” 13

Tevfik Fikret’in ilerici bir atılım olarak anlaşılması gerekmektedir. Toplumcu, gerçekçi ve gözü kara bir sanatçı olarak… Nazım Hikmet’in Tevfik Fikret’le ilgili tespitini anmakta yarar var: “Fikret yaşadığı devirde, bulunduğu muhitte, en iyi ve en ileri ne olmak mümkünse, onu olmuştur.” 14 Olması gereken de bu değil midir? Bunu başaran her şair toplumcu gerçekçiliğin doğal üyesidir. Yazımı şairin şaire ve aslında şiire yüklediği inancın güzel dizesiyle sonlandıralım: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1-Eski Mısır’dan Şiirler, YKY, Çev: T. Sait Halman, s: 66

2-Sanat ve İktidar, Kanguru Yayınları, Aydın Şimşek, S: 35

3-Mürekkebin İçtiği Ses, Öteki Yayınları, Veysel Çolak, S: 43

4-Estetik, Hayalperest Yayınları, Avner Ziss, Çev: Yakup Şahan

5-Türk Dili Dergisi, Yazın Akımları Özel Sayısı, Sayı: 349, Gerçekçilik Üzerine Yargılar, Emin Özdemir

6- Türk Dili Dergisi, Yazın Akımları Özel Sayısı, Sayı: 349, Gerçekçilik Üzerine Yargılar, Emin Özdemir

7- Aktaran, Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, Everest Yayınları, S: 141

8- Tevfik Fikret ve Devrim, Yorum Yayınları, Mehmet Bayrak, S: 12

9-Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılap Yayınları, Kenan Akyüz, S:233-234

10- Tevfik Fikret ve Devrim, Yorum Yayınları, Mehmet Bayrak, S:33

11- Tevfik Fikret ve Devrim, Yorum Yayınları, Mehmet Bayrak, S:35

12- Tevfik Fikret ve Devrim, Yorum Yayınları, Mehmet Bayrak, S:83

13-Aktaran, Mehmet Bayrak, Aktardığı Eser, Tevfik Fikret, Yaz: R. Eşref Ünaydın

14- Tevfik Fikret ve Devrim, Yorum Yayınları, Mehmet Bayrak, S:112

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar