Parti Edebiyatı Bağlamında Toplumcu Gerçekçilik

Devrimci gerçekçilik sınıfsal derinliği olan algısal çeşitliliğin uyumunu önceleyen bir bakış açısıyla sanatı hazır bir reçete olarak değil, yaratım süreçlerinde pek çok unsurun çatıştığı ya da ayrıştığı bir süreç olarak kabul eder. Gelinen noktada bilinen ezberleri tekrarlamak yerine zihin bulanıklığına yol açan, insanları bir makinenin arayüzü hâline getiren postmodern değersizliği ve onun dayattığı yabanıl dünyayı reddeder.

Sosyalist gerçekçilik, Rusya’da 1900’lü yıllarda ilk ürünlerini vermeye başlayan Çernişevski’nin “Ne Yapmalı?” adlı eserinde teorik temellerine ilişkin ipuçlarını izleyebildiğimiz bir sanat kuramıdır. Yazımızda çoğu zaman sosyalist gerçekçilik olarak da nitelendirilen kavram için biz ülkemizde kullanıldığı şekliyle toplumcu gerçekçilik tanımlamasını konudan sapmamak adına kullanmaya devam edeceğiz.

Bu kuramın resmi parti politikası hâline getirilmesi ve daha kapsamlı bir kültür hareketinin öncülü olarak yeni sosyalist insanın yaratılması için bir işlevsellik kazandırıldığı tarihin başlangıcı olarak 1934 yılına işaret edilir. Bilindiği üzere toplumcu gerçekçiliğin teorik olarak bir alt yapıya kavuşturulma sürecinin 1934’teki Sovyet Yazarlar Birliği’nin toplantısında alınan kararlar doğrultusunda Maksim Gorki tarafından deklare edilen bildirgeyle kuramsal çerçevenin çizildiği belirtilir.

Yine, Andrey Jdanov, Sovyet Yazarlar Birliği 1. Kongresinde yaptığı konuşmada: “Sovyet edebiyatımız “yanlılık” suçlamasından korkmuyor. Evet, Sovyet edebiyatının parçalarıdır, çünkü sınıf mücadelesi sona erer, sınıf edebiyatı olmayan, politik olmayan bir edebiyat yoktur ve olamaz.” diyerek gelecek döneme ilişkin politikaların ipuçlarını vererek doğal seyri de belirlemiş oluyor.

Birliğin kuruluşu 1932’de Mayıs ayında duyurulmasına rağmen, kuruluş kongresi ancak 20 Ağustos 1934’te gerçekleştirilebilmiştir. İlk kongreye yaklaşık 700 kişi katılmış, bunun 40’ı, 15 ülkeden davet edilen yazarlardan oluşmaktaydı. Çağrılanlar arasında iki Türk yazar; Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da bulunduğunu, Yakup Kadri’nin kongrede bir konuşma yaptığını da anımsatmadan geçmeyelim.

Parti temsilcilerinin de içinde bulunduğu örgütlenme komitesi başkanlığına atanan Gorki’nin öncülüğünde görev paylaşımı yapılarak sınıf kültürünü oluşturup ideolojik çizgiye işlevsellik kazandıracak çalışmalar başlatılmıştır. Sovyet edebiyatına yol gösterecek toplumcu gerçekçiliğe ait estetik öğretinin kuramsal alt yapısı bu süreçteki tartışmalarda geliştirilerek bir forma kavuştu ve parti kanalıyla pek çok tartışmanın odağında hayata geçirildi.

Ekim Devrimi kapitalizmin yıkılarak yerine alternatif bir düzenin kurulabileceğini tüm dünyaya imlemekle kalmamış ciddi bir alternatifin dünya ölçeğinde varlığını hissettirerek, sömürüsüz bir dünya hayalinin gerçekleşmekte olduğunu göstermiştir. Kapitalist yayılmacılığa karşı koyabilecek, var olan eşitsizliği ters yüz edebilecek yeni bir sistemin inşasının varlığı, karşı devrimci saldırıları çeşitlendirerek sistematik hâle getirmiştir.

Emperyalizmin çölleştirdiği dünyada kölelik düzenini tahkim eden kapitalizm, varlık sebebini ortadan kaldırabilecek, kendi ipini çekecek bir düzene geçişin başladığını görerek gardını almakta gecikmemiştir. Özellikle Stalin üzerinden diktatörlük vurgusu yapılarak toplumcu gerçekçiliğin yok sayılmaya çalışılması, geniş bir karartma operasyonuyla geçmişte kalmış artık geleceği olmayan bir sanat akımına indirgenmesi günümüze kadar sürmüştür. Oysa sorun ne proletarya diktatörlüğünde ne de toplumcu gerçekçiliktedir. Sorun, toplumcu gerçekçiliğin devlet politikası hâline getirilerek resmiyet kazandırılması bir anlamda sürecin altyapı- üstyapı diyalektik ilişkisi göz ardı edilerek yapay şekilde duraksatılmasıdır.

Yeni ortaya çıkan alternatif, binlerce yıllık kanlı düzeninin karşısında yeni insanı başarılı kılacak, onu bireyden topluma bütünsel olarak sarıp sarmalayacak çalışmalarla kültürel ve estetik dönüşümle kuşatmayı yarmak, saldırının olası etkilerini zayıflatmak için sanatı ideolojik bir olanak olarak görmüştür. Çünkü var olanı, yani ceberut düzeni sadece değiştirmek başarı için yeterli değildir. Yıkılanın yerine yeniyi koyarak onu dönüştürmek ve tarihin akış yönünü ileriye doğru çevirecek insanlaşma estetiğini içeren kültür hareketini de başlatacak hamleleri doğru çizgide yapmak gerekir.

İşte demin de bir üst paragrafta belirttiğimiz gibi sanatın kendine çizilecek sınırlara sığamayacak kadar derinlikli yaratıcı süreçleri içerdiğini gözetmeden ona birinci elden toplumu dönüştürecek eğitici rolün verilmesi sanatın özüne ve içsel dinamiklerine aykırıdır. Sanatın dili ile eğitimin dili arasında birbiriyle kesişmeyecek özellikler bulunur. Toplumu eğitmek amacıyla koşullanmış sanatın dili alıcıya göndereceği mesajlar bakımından daha yalındır. Asıl sanatın diliyse estetik yönüyle dönüşüme sağlayacağı katkı, binlerce yıllık ritüeller, kültürel birikimlerle yüklü soyutlamaların tarihindeki toplamdır. Sanatçı sınıf karşısındaki bir öğretmen gibi eğitici özellikleri bünyesinde barındırmasına gerek olmasa gerek. Eğitmek bireyde istendik davranışları koşullandırma yoluyla ortaya çıkarmaya çalışırken sanat koşullanmayı değil sorgulamayı öne çıkarır.

Toplumcu gerçekçiliğin kökenlerine ilişkin bir yazı hazırlamak amacıyla yola çıktığımıza göre süreci iki dönemde ele almak metodolojik olarak doğru bir yaklaşım olacaktır. Yani toplumcu geleneği 1934 öncesi ve sonrası olmak üzere iki dönem başlığı altında ele alırsak konuyu ilişkin aklımıza takılanları, olası belirsizlikleri ortadan kaldırabilecek soru işaretlerini etraflıca çözüme kavuşturabiliriz. Ayrıca anlattıklarımızı daha da detaylandırmak istersek birinci dönemi de devrim öncesi ve sonrası olarak iki alt başlık altında ele almak daha sağlıklı olacaktır. Tabii istenirse konu kronolojik olarak daha öncesine de götürülerek realizm anlayışına kadar taşınabilir.

Şimdilik konu başlığımıza sadık kalarak, başta çizdiğimiz ana çerçeveden pek uzaklaşmadan Sovyetlerdeki pratikten yola çıkarak yakın tarihe bir projeksiyon tutacağız. Elden geldiğince reel sosyalizmin bizlere miras bıraktığı siyasi tartışmalardan uzak durmak amacıyla bütünün sanat alanındaki yansımaları ele almak, gereksiz polemikler içinde yitmemek adına metodolojik olarak doğru bir yaklaşım olacaktır. Çünkü kapitalizmin insanlığın ilk eşitlikçi bir toplum deneyimine yönelttiği zihin bulandırıcı tam cepheden saldırılar, geçmişten devralınan mirası, bazı insanları özellikle Avrupa merkezli revizyonist hareketlerin yol göstericiliğinde postmodern propagandanın etkisi altında kalarak reddine kadar götürmekte neoliberal politikaların değirmenine su taşımaktadır.

Kara propaganda insanlığın kurtuluşuna bir kirletme, perdeleme hareketine dönüşürken kurtuluş umuduna topyekûn acımasız bir saldırı amaçlanmaktadır. Tartışmalar, duraksamalar ve buna bağlı sapmalar konunun tarihselliği içinde ele alındığında bugün yeniden sosyalizm ve toplumcu sanat diyenler için sağlıklı ön açıcı şeyleri ifade eder. Amaç, yapay zekanın konuşulduğu günümüzde yeni sınıfsal dinamikler doğrultusunda ne geçmişe ait nostaljik bir olumlama ne de kapitalist propagandaların ektisiyle reddi mirastır. Hatasıyla sevabıyla yaşanılan anın bugüne yansıyan gerçekliğin insanlık mirasına katkılarını yeniden biçimlendirecek çalışmalara destek sunabilmektir.

Sosyalist devrim sonrası Parti; edebiyatı işçi sınıfının hizmetinde, topluma sınıf ideolojisini benimsetmede güçlü bir kılavuz, önemli bir araç olarak görür. Ekonomik dönüşümle birlikte insanın değişimi ve yeniden inşası için fedakâr, devrime inanmış kahramanlar, hümanizmle iç içe geçmiş devrimci romantizm, sınıf çatışmasının özü gereği burjuva ideolojisinin tasfiyesiyle komünist sınıfsız topluma ulaşmak hedeflenmiştir.

Hedeflenmiştir derken bir süre sonra sınıfsız bir topluma geçiş yapıldığına dair yanılgının hâkim olmaya başladığını sosyalist gerçekçiliğin bu algı üzerinden biçimlendiğini unutmamak gerekir. Kongredeki tartışmalar sonrası alınan kararlar doğrultusunda devrimci edebiyatın geleceğine ve gelecekteki tutumuna ilişkin uzun erimli hedefler koymak için uzun yıllarca hem Sovyetlerde hem de devrimini yapmamış ülkelerde etkisini sürdürecek ilkeler belirlenmiştir.

19.yy’ da realizmden eleştirel gerçekçiliğe evrilen çizgiden toplumcu gerçekçiliğe varmak o kadar kolay olmamış, doğal akışta akımlardan biri diğerinin yerini alırken kendinden öncekine kökten bir eleştiri mekanizması işletilerek yenilenmenin yolu açılmıştır. Bu bağlamda eleştirel gerçekçilik de toplumcu gerçekçilerin eleştiri oklarının mecburen hedefinde yer almıştır. Oysa Roy Bhaskar, eleştirel geçeklik kuramından yola çıkarken “ontolojik realizm, epistemolojik görecelilik, yargısal rasyonellik” tanımlamalarıyla “Marksizm’e bir katkı” sağlamak niyetindedir.

Bir başka deyişle eleştirel gerçekçilik, kavramsal olarak Lukács, tarafından toplumcu gerçekçi sanat anlayışına dahil olmayan gerçekçi sanat türlerini tanımlamak amacıyla kullanılmıştır. Lukács, sosyalist gerçekçiliğin toplumsal çatışmaları içeriden bir bakışla analiz ettiğini; eleştirel gerçekliğin ise dışarıdan bir bakışla kişileri ve onların iç çatışmalarını çözümlediğini dile getirerek her iki anlayışı tanımlayacak bir ayrım çizgisi ortaya koyar.

Gorki de eleştirel gerçekçiliği hedefine alarak bir dizi çözümleme yapar, yeni çizginin farklılıklarını ortaya koymak ister. İşte bu yüzden toplumcu gerçekçiler eleştirel gerçekçilerin aksine sadece görüneni yansıtmazlar; edebiyata görünen gerçekliğin nasıl ters yüz edilebileceğini topluma göstermek gibi bir sorumluluk yükler. Sanat, kapitalist sistemin eleştirisini yaparken onun nasıl dönüştürüleceğinin ceberut düzenin yıkılışının yollarını topluma göstermek hissettirmek zorundadır.

Kongredeki durum aslında teorik altyapıdan ziyade parti sanatı olgusunun hayata geçirilme pratiklerinin günün ihtiyaçlarına binaen açıklanarak bir kültür hareketinin başlatılmış olmasıdır. Süreçle ilgili öncesinde ve sonrasında konunun taraflarınca çok kapsamlı tartışmaların yürütüldüğü, bazı fikir ayrılıklarına göre farklı yönelimlere ait çekişmelerin işçi sınıfı sanatı üzerinden kesintisiz bir şekilde yürütüldüğüne dair kaynaklarda bolca veriye rastlamak mümkün. Kısacası bazılarınca çok sık bir şekilde yapıldığı üzere Sovyet devrimiyle birlikte toplumcu gerçekçiliğin tarihini -öncesiz bir şekilde- başlatmak tarihsel ve toplumsal gerçekliklerle birebir örtüşmez.

Lenin, Proletari’de 1908’de kaleme aldığı “Rus Devriminin Aynası Tolstoy” adlı yazısında, Tolstoy üzerine düşüncelerini ortaya koyarken onunla ilgilenme nedenini açıkça ifade etmekte hiç tereddüt etmiyor. “Biz bugün gerçekten büyük bir sanatçıyla ilgileniyorsak, bu sanatçı eserlerinde devrimin en azından birkaç önemli yönünü yansıttığı içindir” saptamasıyla Sovyet devriminde Rus köylüsünün oynadığı tarihsel rolü çelişkilerine rağmen ortaya koyarken diğer yazılarında onun gerici, idealist ve ütopik düşünceleriyle mücadele edilmesini savunmuştur. Bu çelişki gibi görünse de burjuva edebiyatının devrim öncesi sürece ait toplumsal yapıya ilişkin bazı yönlerini doğru bir şekilde yansıttığını ortaya koyar.

Lenin, Tolstoy’un devrim öncesi sistemin sınıfsal karakterini çözümleyerek yaşanan derin eşitsizliği eleştirel bakış açısıyla romanlarına yansıttığını görür. Onun sömürüye karşı takındığı tavırla dönemin toplumsal gerçekliğini iyi tahlil ettiğini eksikliklerin onun ideolojik yapısından kaynaklanan gelgitler olduğunu ortaya koyar. Tolstoy’un psikolojik durumu, yaşadığı çelişkileri tesadüfi değildir.

Gerçekten de hiçbir yazar İçinde bulunduğu çağdaki toplumun çelişiklerinden de azade değildir. Sanatçının eserlerinde sosyalist bakış açısını ortaya koymasından çok onun ideolojisi ne olursa olsun toplumsal gerçekliğe dair nesnel çözümlemeleri eserinde bir aydın derinliği ile ortaya koyabilme yetkinliğidir. Bu onu sanatçı yapan sanatsal perspektifinin yani yetkinliğinin değerlendirilmesi sonucudur. Lenin’in devrimden önceki sanata bakışı bu doğru temelde işin metodolojik yanına ilişkin doğru bir yaklaşımdır. İnsanlık tarihinin kültürel birikimini yok tarihi sayarak sıfırdan başlatmak doğru olmayacaktır elbette.

Çarlık Rusya’sının son dönemlerinde toplumsal adaletsizliği ele alan yazarlar aynı anlayışla sınıf karşıtlıklarını gözeten toplumsal kurtuluşu yansıtan farklı türlerde eserler vermiştir. Sosyalist devrim mücadelesinin zorlu günlerinde toplumcu gerçekçilik zaten bir eğilim olarak güçlü bir itirazın merkezindedir. Ki “Ana” gibi dönemin karakteristik özelliklerini yansıtan temel eserler bu dönemde verilmiştir.

Lenin 1905’te parti edebiyatı kavramını dillendirmeye başlamıştır. “Parti edebiyatı da olmak zorundadır. Burjuva törelerine; kazanç sağlayan, ticari burjuva basınına, burjuva edebi kariyerizme ve bireyciliğe, “aristokratik anarşizme” ve kâr peşinde koşmaya karşıt yönde, sosyalist proletarya, parti edebiyatı ilkesini öne sürmeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve elden geldiğince onu tam ve eksiksiz olarak pratiğe geçirmelidir.” (1)

Lenin, sanatın toplumun değişim ve dönüşümünde eğitici bir rolü olduğundan hareketle kitlelerin sanatsal ve estetik eğitiminin gerekliliğine sıkça vurgu yapmaktan geri durmaz. Onun sanata yüklediği işlevsellik sınırları çizilmemiş bir ilk adım olmasına rağmen ardılları tarafından koyu çizgilerle hat ve haddini belirleme gerçekliğini görmemiz gerekir.

“Ancak bu zemin içinde, gerçek, büyük bir sanat yükselecektir. Sanat ve edebiyat gerçekliği bilmenin, kavramanın yollarından biri olduğu kadar gerçekliği yansıtmanın yollarından biridir. Ancak bu da yetmez. İnsan bilinci gerçekliği yalnızca bilip yansıtmaz, aynı zamanda onu yaratır. Sanat gerçekliğin yalnız edilgen bir yansıması değil, aynı zamanda etkin bir biçimde yaratılmasıdır. Esas olan da gerçekliği yansıtmak değil yeniden yaratabilmektir.” (2)

Toplumsal dönüşümde sınıf kültürünün yaratılması için sanata; kültür politikaları doğrultusunda işçi sınıfının ideolojik çizgisiyle örtüşecek bir işlevsellik yüklenmiştir. Sanatı soylu bir çabanın öznesi olarak eğitsel olarak bir kültür hareketine dönüştürecek beklentilerin içinde olunması devrim sonrasında da bunu gerçekleştirecek arayışları arttırmıştır. Sanatın varoluşuna insan eliyle bir sınırlama getirilmesi onu araçsallaştırmış, bir zaman sonra içindeki yaratıcı enerjinin sönümlenmesine yol açmıştır.

Aynı yaklaşımlar, devrim öncesi durum için de geçerli olup farklılıklara rağmen toplumcu yazarların aynı minvaldeki arayışları sürmüştür. Toplumcu gerçekçiliğin sınıfsal dinamiklerin zorlamasıyla geçmişinin devrim öncesindeki dinamiklerin şekillendirmesiyle gerçekleştiğinin görülmesi normaldir.

“Gorki’in Ana romanı ile başlayan akım Rusya’da Aleksandr Serafomoviç, Fyodr Gladkov, Dimitri Furmanovv, Boris Lavrenyov gibi birçok yazarı da etkisi altına almıştır.”(3)

Buradan yola çıkarak devrim öncesi Rus edebiyatında proletaryanın yanında, mücadelesinde güzel bir dünyanın savunusunu eserlerine yansıtan yazarlar zaten vardır. Aynı yazarlar devrim sonrasında da aynı çizgide ürün vermeye devam etmişlerdir. Fakat toplumsal dönüşüm anındaki alt üst oluşlar sanatı ve sanatçıyı daha da yaratıcı kıldığı için devrim sonrası yazılan eserlerin niteliği de değişik olacaktır.

Tabii iktidarın ele geçirilmesi toplumcu edebiyatın ilk etapta gelişmesine ön ayak olduğu şüphe götürmez. Çünkü tarihsel olarak ileri doğru atılmış bir hamlenin donuklaşmadan ilk özel hâlindeki canlılığın ve yaratıcılığın sanatsal edime yansımayacağı düşünülemez. İşçi sınıfının sanatla buluşturulması, sanatsal kurumların oluşturularak özellikle tiyatro gibi kitle iletişimine açık dallarda devlet desteği toplumda aydınlanma çabalarını desteklemiştir. Basılan kitapların sayısı artmış, sergiler vb. etkinliklere katılım toplumsal coşkuyla kaynaşarak yaygınlaşmıştır.

Devrim sonrasının özgürlük ve zafer havasında hem devrimin çizgisinde hem de eleştirel bir tutumla yaklaşanlar bir arada yol almıştır. Bu yapılar arasında sosyalist devrimin öznesi işçileri yeni sosyalist kültürle buluşturmak için kurulan yapılar proletarya kültür-eğitim teşkilatları kısaca Proletkült diye adlandırılacaktır

“Devrimin ilk yıllarında Sovyet Rusya’da yaygınlık kazanan proleter kültürü hareketinin karmaşık bir toplumsal ve düşünsel mirası vardır. Bu hareket, sol Bolşevik aydın Aleksandr Bogdanov’un kuramlarından doğrudan doğruya feyz almıştır: Bogdanov, proleterlerin eski seçkin sınıfa karşı başarı kazanabilmesi için yeni bir kültürel sistem, yani yeni bir ahlak, yeni bir siyaset ve yeni bir sanat kurmaları gerektiğine inanır.”(4)

Sovyet Yazarlar Birliği; RAPP, Proletkült ve VOAPP vb. kuruluşların kapatılmasının ardından Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin proleter sanatı inşa etmek amacıyla 1932 yılında kurulmuştu.

“1917’den 1932’ye kadar Proletkült’ün (Proleter Kültür) tüm özneleri farklı ancak ileri devrimci sanat anlayışlarıyla birlikte sosyalizmin inşasına eleştirel katkılar yaptılar.”(5)

Proletkült kapatılınca yerini 1928’de bağımsız ve devrimci sol grupları bir araya toplayan Rus Proleter Yazarlar Birliği (RAPP) adlı örgüte bırakmıştır. RAPP yarı özerk bir yapıya sahip olmakla birlikte Komünist Parti’nin dışarıda kalan yazarlardan ekonomik desteğini çekmesiyle birlikte Parti’nin çizgisine yakın yani Marksizmin rehberliğinden güç alarak 1932 ye kadar varlığını sürdürür.

17. Komünist Parti Kongresi’nde Sovyet halkına sosyalist bilincin taşınması için sınıf kültürü yaratılması gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Sınıf kültürünün yaratılmasındaki çabaların yoğunlaşmasıyla sanata ideolojik bir işlevsellik kazandırılması için yapılan hamleler işte bu sebeplerle gerçekleşti. Konuyu iki dönemde ele alalım derken aslında devrim öncesi ve sonrasında toplumcu gerçekçiliğin aynı anlayışla iki farklı toplumsal yapıdaki üretimleri karşılaştırıldığında önemli eserlerin verildiği görülür. Partideki bürokratik yapıda yıllar nezdinde kurumsallaşan sapmanın yol açtığı tıkanmışlık, ilk zamanlardaki yaratıcı, kurucu kuşağın her alanda olduğu gibi sanatta da heyecanını sönümlemiştir. Sanat karşıtlıklara karşı konumlanabildiği, çelişkileri ortaya koyabildiği sürece özündeki yaratıcılığı üretime yansıtabilir.

Bu gerçeklik; sanatın doğasıyla uyuşmayacak bir şekilde işi özünden kopararak bir parti edebiyatı yaratma hevesiyle başka ülkelere sosyalist ideoloji ihracı gibi kaygılarından kaynaklanmıştır. Devrimi gerçekleştirmemiş ülkelerdeki sınıf mücadelesinin fitilinin ateşlenmesi kültür sanat alanındaki reel sosyalizm ile gerçekleştirilecek iletişimin bağlarının sağlanması hedeflenmiştir. Aynı durum devrimi gerçekleştirmiş, devlet destekli proleter sanatın öne çıkarıldığı Sovyetlerde aynı gelişim çizgisini göstermemiştir. Sınıf karşıtlığının keskin çizgilerle hâlen devam ettiği ülkelerde burjuva devlet aygıtının baskıları, sanatla direnme gücünü karşı koymanın edebiyatına dönüştürmüştür. Bu ülkelerde Komintern vasıtasıyla deklare edilen KP’ler ve onların anlayışlarının çok dışında kendi ülke gerçeklikleriyle harmanlanmış sanatsal yaratımlar ortaya çıkmıştır.

Tekrar geri dönecek olursak Proletkült, farklı sanat anlayışlarının birlikteliği ve özgürlükçü yapısıyla sanatı görece özerk statüde yaşama katmıştır. Bu yapının eklektik olarak değerlendirilip burjuva unsurlarının sosyalist insanın inşasını sakatlayacağı öngörüsüyle tasfiye süreci başlatılmıştır. Yapının görece özerkliği sanatçının/sanatın koşullandırılmasını isteyen merkezi bir iradenin müdahaleleri dönemin toplumsal gereksinimleri de göz önüne alınarak çeşitlilik çok başlılık olarak değerlendirildiğinden çözülmenin önü açılmıştır.

Sanat bir partinin ya da bir partinin güdümüne giremeyecek kadar zenginliği barındırır. Sanatçının eline bir reçete tutuşturulması onun yaratıcı edimlerini sakatladığı gibi onu yaşanılan gerçeklerin dışına iter. Bu şu demek değildir, sanata ve kültürel alana ilişkin bir kültür politikamız olmasın, her şey doğal mecrasında aksın. Alt yapı ve üst yapı kurumlarının birbirlerini mekanik şekilde etkilemediği toplumsal ilerlemenin anahtarının diyalektik bir etkileşimle gerçekleştiğini vurgulamak gerekmektedir.

Her zaman kestirmelerden gidilen yol doğru olmadığı gibi kestirmesi olmayan seçenekleri de ilk elden yok saymak elemek doğru değildir. Değişim ve dönüşümün vaktini ve şeklini insan iradesinin alacağı tutum gibi toplumsal dinamiklerin istendik dönüşüme hazır bulunuşluğu da durumu etkiler. Zorlamayla kendi hâline bırakma arasındaki ince çizgiyi tespit ederek hareketin koşulları oluşturmak ve ona göre davranış sergilemek devrimci öncülerin bilimsel bilgiyi ne derece kullandıklarıyla alakalıdır.

Gerçeklikten kopan sanatçı içinde yaşadığı çağı geçmişi ve yarını algılayacak bir düzeye sahip olamayacağından bir süre sonra kendini tekrara düşmeye, çıtayı aşağılara çekmeye mecburdur. Yazarın kendi istenciyle bir ideolojiye yönelerek buna kendi yaşamına varoluşsal zenginlikleri de kattığında eline bir talimatname gibi tutuşturulan yazar/yazar adayından daha derinlikli ve kapsayıcı eserler veremeyeceğini söylemek zor olmasa gerek.

Tek tipleştirme ilk başlarda sonuç alıcı olmakla beraber süre uzadığında devrimi yaşayan ve yaratan kuşakların anılarının bir mitosa dönüşmeye başladığında yaratıcı dinamikleri sönümlenmeye başlanır. Gelecek kuşakların geçmişin kahramanlıklarıyla dile pelesenk olan tekrarlarıyla yakından ilgilenmediği bilinir. Uzun süre Vietnam’da yaşayan Prof.Dr Ulaş Başar Gezgin yeni kuşağın devrimi yaratanların destansı geçmişine hiç ilgi duymadığını, postmodern sanat etkisinde olduğunu vurguluyor. Doğası gereği gençlik bir dinamizm içerir, siz böyle hız ve anlam arayışındaki kuşağa bir ezber ritüeli sunmaya kalkarsanız yaymaya çalıştığınız ideolojinin de içini boşaltma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. O yüzden yüzeydeki ince kabuk yerine daha derindeki bir kavrayışın bir birikimin devamı olarak özgürlük duygusuyla pekiştirmek gerekir.

Olması gereken devrim öncesi ve sonrası partinin sanata ilişkin bir politikasının tartışmalar ışığında ortaya konulmasıdır. Devlet-iktidar bağlamında tamamen siyasi iktidara bağlanmış bir yapı ancak yönetim süreçlerine sağlıklı bir katılımın sağlandığını varsayarak hayata geçer. Fakat pratiğe baktığımızda alttan üste üstten alta kara alma süreçlerinin kanallarının açık olmadığı bellidir.

Günümüze gelince partinin toplumcu çizgide neoliberal politikalara bir ön alma niteliğinde sanatı yönlendirmek istemesi doğal, hatta zorunluluktur. Fakat bu bir dizi kısıtlamaları içermeden ana hatlarıyla topluma sunulmuş bilimsel Marksizm’le desteklenmiş yol gösterici bir metindir. Sınıfsız döneme ulaşmanın dinamikleri işlerken tarihsel evrimin bizi komünal topluma ulaştıracak hattın şafağında yine var olan sınıfsal çelişkilerden biçimlendireceği ortadadır.

Ülkemizde sosyalist yapıların partilerin sanata ilişkin politikasızlığı neoliberal politikalara eklemlenmeyi getirmektedir. Parti, yapı adına ne dersek diyelim sanata ilişkin kültür politikasını ortaya koyar, mücadelesini yaparken bireyi ve toplumu yargılamaz bilimsel bilgiyle eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletir. Tabanın karar alma süreçlerine katılımını amaçlar. Sanatın özgünlüğünü insanlığın binlerce yıllık kültür kodlarından aldığının bilinciyle nesnel bir yaklaşım sergilemenin çabası içinde olur. O yüzden dostlar alışverişte görsün mantığıyla ana hatlarıyla geçiştirdiği sanat alanını detaylı şekilde mercek altına alır, sömürü düzenine karşı konumlandırır.

Geleceğin sosyalist iktidarında tekçilik mi çoğulculuk mu hâkim olacak derseniz bunu şimdiden kestirmek mümkün değil. En azından önümüzdeki reel sosyalizmin pratiğinden yola çıkarak parti-devlet ve devlet partisi denkleminde, sosyalizmi zaafa uğratan reel sosyalizm saptamasıyla bir nebze uygulanan pratiğin noktasına virgülüne dokunmadan haklılık payı biçmeye çalışan anlayış bize yol gösterici olmaktan uzaktır.

Devlet sanatçısı, devlet sanatı gibi bir anlayış geleceğin sanatında otoriterleşmenin kaynaklarından biri olur. Sanat taraf tutar, tarafı ezilenlerin ve haksızlığa uğrayanların yanıdır. Sanat sanatçı neoliberal çağda antikapitalist-antifaşist mevzide otoriteye karşı özerkliğini koruyarak yeni insanı estetik olarak biçimlendirmek zorundadır. Bu zorunluluk bir dikteyi değil derinlikli, bir kavrayışını yansıması olarak bütüncül bir yaklaşımın perspektifiyle gerçekleştirilecektir.

Ne geçmişi kutsallaştırmak ne de sınıf düşmanlarının yaptığı gibi yok saymak gibi bir yaklaşım içinde olmayacağız. Bu yüzden tarihsel mirasımıza sahip çıkarken yeni yüz yılda makineyle daha sık ilişkilenen insanın yönelim ve dinamiklerini ortaya koymaya çalışırken rehberimiz yine Marksizm olacaktır. Fakat sosyalizmin anayurdundaki KP’nin sanat politikalarına eleştirel yaklaşmak devrimci sorumluluğumuzun gereğidir. Kısacası geçmişe dönüp baktığımızda toplumcu gerçekçilik kuramsal yapısından uzaklaşarak reel uygulamaya indirgendiğinde devrimci özünü kendi eliyle sakatlamış, yine söyleminin içi boşaltılarak sanatçıyı zanaatçıya dönüştürecek yaklaşımlar sergilenmiştir.

İşte bu yüzden devrimci gerçekçilik sınıfsal derinliği olan algısal çeşitliliğin uyumunu önceleyen bir bakış açısıyla sanatı hazır bir reçete olarak değil, yaratım süreçlerinde pek çok unsurun çatıştığı ya da ayrıştığı bir süreç olarak kabul eder. Gelinen noktada bilinen ezberleri tekrarlamak yerine zihin bulanıklığına yol açan, insanları bir makinenin arayüzü hâline getiren postmodern değersizliği ve onun dayattığı yabanıl dünyayı reddeder.

(1) https://www.tkp-online.org/sites/default/files/PartiOrgutuVePartiEdebiyati.pdf

(2) Lenin, Sanat ve Edebiyat, Anılar A ısında yayınlanan makalesinde; kt. Aziz Çalışlar Sanat ve Edebiyat , Önsöz. ısında yayınlanan makale

(3)https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3393473

(4) https://www.e-skop.com/skopdergi/proletkult-hareketinin-kokenleri/3492

(5) https://gelenek.org/sosyalist-gercekcilige-kavramsal-bir-bakis/

https://ayrintidergi.com.tr/toplumcu-gercekcilik-ustune-bir-deneme/

https://teoriveeylem.net/tr/2018/01/02/ekim-devrimi-ve-edebiyat/

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin son sayısı MayaDergi On Üç şimdi yayında
This is default text for notification bar