Kadının Kadına Unuttuğu Yurt

Kadın, sesiyle büyüten, susuşuyla onaran bir varlıktır. Yaratan, taşıyan, dönüştüren… Yalnızca bir cinsiyet değil; bir yaşam, bir direniş biçimidir. Ne var ki, ne zaman bir başka kadının gözlerinin içine baksa, çoğu zaman bir sığınak değil, bir tehdit görür. Kardeş olması gereken yerde kurda dönüşür; omuz vermesi gereken yerde omuzla iter. Bu, doğuştan gelmez; öğretilir. Oysa bu kırılma bireysel bir zafiyet değil, bir çağın ve kültürün kadınlara kurduğu sistemli tuzaktır. Kadının kadına güveninin zedelenmesi, yüzyıllardır inşa edilen ataerkil bir yapının ince hesaplı sonucudur.

Toplum, kadına hiçbir zaman “birlikte var ol” demedi. Kadının başarısını, ancak başka bir kadının eksikliğiyle tanımladı. “Onun gibi olma”, “ondan daha güzel ol”, “o senden daha iyi anne”, “daha sadık eş” gibi kıyaslamalar, kadınların öz değerini birbirlerinin varlığı üzerinden şekillendirdi. Kız çocukları kardeşlikle değil, rekabetle büyütüldü. Güzellik, başarı, itaat ya da evlilik üzerinden yarıştırıldılar. Birinin ışığı, diğerine gölge sayıldı. Oysa ışık çoğaldıkça aydınlanırdı, eksilmezdi.

Kültürel kodlar, kadınları birbirine karşı konumlandırdı. “İyi kadın” olmak, bir başka kadına benzememekle ölçüldü. “Namus”, kadının kadına çizdiği görünmez sınırlarla yeniden tanımlandı. Bir kadın, başka bir kadını “tehdit” olarak algılamaya şartlandı. Kocasına sahip çıkan kadın, komşusuna mesafeli oldu. Birlikte kahkaha atan iki kadının, arkasından konuşan bir başka kadınla ayrıştırıldığı düzen, kadınlar arasında doğal bir güvensizlik duvarı ördü. Dayanışma değil, denetim öğretildi. Kadın, kadın üzerinde bir gözetmen haline getirildi.

Sosyolojik olarak da kadın hep darlık içinde yarışa zorlandı. Güç, görünürlük, saygı; hepsi kıt kaynaklar gibi sunuldu. Sanki bu dünyada başarıdan yalnızca bir kadının pay alabileceği gibi bir illüzyon yaratıldı. Bir erkek düzeninde, kadınlar birbirine yer açmak yerine, yerini korumak zorunda kaldı. Çünkü düzen, paylaşanı değil, kapanı ödüllendirdi. Kadınlar omuz omuza değil, omuzla iterek var olmaya çalıştı. İş hayatında, evde, sosyal yaşamda hep aynı mesaj verildi: “Ya sen, ya o.”

Ama en derin yara psikolojiktir. Çünkü bir kadın, başka bir kadının canını nereden yakacağını bilir. Hangi bakış küçültür, hangi sessizlik kırar, hangi kelime eksiltir… Bu sezgi doğuştan bir empati yeteneğidir aslında. Ancak sistem, bu duyguyu bir bağ kurma aracından çok, bir silaha dönüştürdü. Hayat, kadınlara birbirinin aynasında iyileşmeyi değil, aynayı kırmayı öğretti. Çünkü birlikte güzelleşmeyi değil, güzelliği tek başına taşımayı öğrettiler. Bir diğerinin ışığını, kendi gölgemiz zannettik. Halbuki aynaya birlikte bakılsa, her kadın kendi ışığını daha net görecekti.

Oysa gerçek güç, bölündükçe çoğalmaz; paylaştıkça büyür. Kadınların birbirine tuttuğu ışık, onların en kadim yurdudur. Kardeşlik, sadece ortak acıda değil; ortak umutta da buluşmaktır. Kadının yurdu kadındır – ama o yurt, duvar örenlerle değil, kapı aralayanlarla kurulur. Kapı aralamak, önce kendi önyargılarımızı aşmakla başlar. Bir başka kadının başarı hikâyesi, tehdit değil ilham olmalı; onun gülüşü, kendi umudumuz olmalı.

Ve belki de en çok kendimize şunu sormalıyız:

Aynı yangında birbirimize neden hâlâ su değil, ateş taşıyoruz?

Unutulan bu yurt, ancak el ele verilirse yeniden kurulabilir.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin 2025 Bahar sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar